• Ana Sayfa
  • Manşet
  • Nihat Altan yazdı: Yeni Türkçülüğün anatomisi ve ana dil inkarı
Nihat Altan yazdı: Yeni Türkçülüğün anatomisi ve ana dil inkarı
Konuk Yazar 2 Kasım 2025

Nihat Altan yazdı: Yeni Türkçülüğün anatomisi ve ana dil inkarı

Türkiye’de bir süredir büyüyen ve gözle görünür bir anlatıya dönüşen karanlık bir dil var. Bu yeni dil, klasik milliyetçilikten daha organize, daha rafine ve daha kurumsal bir nitelik taşıyor. Laik ve seküler görünümlü bu yeni dil, Türklüğü yeni bir formda yeniden tanımlıyor. Türklüğe ait olmayan her şeyi -dili, kültürü, geçmişi, hafızayı- potansiyel bir tehdit gibi göstererek bir korku siyaseti inşa ediyor. Fakat bu dil, sokakta bağıran bir grup fanatikten ibaret değil; üniversite amfilerinde ders olarak anlatılıyor, ekranlarda haber diye sunuluyor, parti programlarında slogan oluyor, bürokraside kadro dağılımını belirliyor, vicdansız, ahlaksız, lümpen linç gurupları oluşturulup sokaklara salınıyor.

Bu yeni dil çok katmanlı bir yapıya sahip: En üstte, Türkçü akademinin tarihsel inkârı meşrulaştıran söylemleri yer alıyor. Erhan Afyoncu ve İlber Ortaylı gibi figürler, Osmanlı’dan günümüze Türklerin uygarlık taşıyıcısı, diğer halkların ise yalnızca “eğitilen unsurlar” olduğunu ima eden tarih anlatılarıyla bu dili besliyor. “Kürtlerin bir devlet geleneği yoktur”, “Lazlar zaten Türk’tür”, “Kürtçenin lehçeleri birbiriyle anlaşmaz” gibi sözde akademik cümleler, bilim kılığında dolaşan derin bir tahakkümün taşıyıcısı halinde dolaşıma sokuluyor. Bu üst perdeden gelen inkâr, bir alt basamakta siyasete malzeme oluyor. TKP gibi yapılar, “Ülkemizi böldürtmeyeceğiz” bildirileri yazarken, Ümit Özdağ gibi isimler, “Türk milleti tektir” diye haykırıyor. Tanju Özcan gibileri Kürtleri işaret ederek nefretin sokaktaki enerjisini beslerken, “Basın” demeye bin şahit kimi “gazete ve TV kanalları, X ve benzeri platformlar, bu Türkçü ajandanın en yaygın mecraları arasında ilk sırada yer almak için birbirleriyle yarışıyor.

Görünüşte Cumhuriyetçi, seküler bir çizgiyi savunur gibi yapan bu kesimler, yeni dönem Türk ırkçılığının en etkili sözcüleri haline gelmiş durumdalar. Örnek olsun: Anadilde eğitim gibi evrensel bir insan hakkını “emperyalizmin şırıngası” olarak sunmak, Kürt halkının varoluşsal taleplerini “bölücülük”, “devlet düşmanlığı”, “irtica” “feodalizm” gibi kavramlarla özdeşleştirmek artık bir alışkanlık halini aldı. 12 Eylül döneminde olduğu gibi, bir halkın dilini, kültürünü, kimliğini hedef alan psikolojik savaşın güncellenmiş hâli olan bu yapılar, hakikatin üzerine organize şekilde yalan örtüyorlar.

Bu yapının en alttaki ve en tehlikeli katmanı ise sokak şiddetidir. Akademide yazılan, siyasette konuşulan, medyada köpürtülen her Türkçü cümle, sokaktaki Kürt’ün yüzüne tokat, çocuğuna yasak, kimliğine tehdit olarak geri dönüyor.

Bu ideolojik iklimde büyüyenler, Kürtçe müzik çaldığı için düğün basıyor, Kürtçe halay paylaştığı için lise öğrencileri tutuklanıyor, anadilini konuştuğu için yaşlı bir kadına saldırıyor, üniversitede Kürt öğrencilere linç girişiminde bulunuyor, Amedspor örneğinde görüldüğü gibi, Kürt futbol takımları gittikleri şehirlerde linçe uğruyor, formasında Kürtçe bir kelime yer aldığı için cezalara çarpıtılıyor…

Bu, bireysel şiddet değildir. Bu, yukarıdan aşağıya kurulan bir sistemin sahadaki uygulamasıdır. Ve bu şiddetin hedefi yalnızca Kürtler de değil: Bu yapı, Laz’ı, Çerkez’i, Ermeni’yi, Rum’u, Süryani’yi de potansiyel bir “dış tehlike” olarak kodluyor. Ama kuşkusuz, bu nefret zincirinin merkezinde tarihsel olarak hep Kürt halkı yer alıyor. Çünkü Kürtler, yalnızca farklı bir etnisite değil, aynı zamanda bu coğrafyada en örgütlü, en direngen, en görünür eşitlik talebinin taşıyıcısı.

Elbette ki bu dilin yükselişi bir tesadüf değil, tarihsel bir sürekliliğin; cumhuriyetin kuruluşundan itibaren sürdürülen tek dil, tek millet, tek inanç ideolojisinin 21. yüzyıldaki güncellenmiş hâli, var olan adaletsizliklerin sürmesi için kurgulanmış bir politik mühendislik aracıdır.

Bu dilin sahiplerine göre, Kürtler eşit yurttaş olursa sistem değişecektir. Kürtler kendi dilinde eğitim alırsa, Türklük ayrıcalıklı konumunu kaybedecektir. Bu yüzden “emperyalizm” gibi kavramlar devreye sokuluyor. Oysa bu söylemin “emperyalizm”le ilgisi yoktur. Asıl korktukları şey dış müdahale değil, içeride yükselen adalet talebidir. Asıl korktukları şey, Kürt’ün artık susmamasıdır. Asıl korktukları şey, gerçeğin diliyle konuşulmaya başlanmasıdır.

Irkçı retoriğin çarpıtmaları

Sağdan sola, hemen her gün farklı mecralarda yayımlanan ve sözde “makale” olarak sunulan metinler, aslında akademik ya da entelektüel bir tartışma önerisi değil, tam tersine, tarihsel hakikatleri, pedagojik verileri ve hukuki gerçekleri bilerek çarpıtan, ırkçı bir propaganda metinler olmanın ötesine geçmiyor. Bu yazıların içerdiği argümanlar, bilimsel zeminden bütünüyle kopuk, fakat ideolojik niyeti oldukça berrak olan bir kurguya yaslanıyor. Hedef açıktır: Kürt halkının kendi anadilinde eğitim hakkını değersizleştirmek, bu hakkın toplumsal meşruiyetini zedelemek ve Türkçülüğü “birleştirici” bir norm gibi sunarak, bütün diğer etno-dilsel kimlikleri sessizleştirmek…

Saray danışmanı (!) M. Uçum’dan tutun Soner Yalçın’a dek, “makale” ve “görüş” diye piyasaya sunulan ana iddia, anadilde eğitim talebinin Osmanlı’ya geri dönüş ve emperyalist neoliberal bir proje olduğu, Kürt yoksullarının böyle bir talebi olmadığı ve “cumhuriyeti parçalamak amaçlı olduğudur” Ancak bu, sadece çarpıtma değil, aynı zamanda ters yüz edilmiş bir kurgudur. Zira ulus-devlet süreci ile birlikte; hem Batı ve hem Doğu sömürgeciliği, ana dil serbestisi ile değil, egemen olduğu her yerde en başta ana dil yasakları ile işe başlıyor. Afrika’da da, Avrupa’da da, Ortadoğu’da da bu böyle olmuştur. Ailelerden koparılan çocuklar, zor ve baskı ile sömürge rejiminin dili ile konuşmaya zorlanmış, sömürgeleştirilen halkları yaşamak, geçinmek için kendi hegemonik dillerini kullanmaya mecbur etmişlerdir. Bugün halen birçok ülkede İngilizcenin, Rusçanın, Arapçanın, İspanyolcanın, Fransızcanın “resmi dil” olması bu nedenledir. Türkiye bundan azade değildir.

Türkiye’de Kürt kimliğinin yok sayılıp inkar edilmesi, Kürtçenin bastırılması, Cumhuriyetin kuruluşundan bu yana devam eden bir devlet refleksidir ve bu refleks, her daim “bölünme”, “güvenlik”, “birlik” gibi manipülatif korkularla gerekçelendirilmiştir. Oysa anadilde eğitim hakkı, UNESCO’dan BM’ye, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nden Çocuk Hakları Sözleşmesi’ne kadar sayısız uluslararası belgeyle güvence altına alınmış evrensel bir insan hakkıdır.

“Hangi Kürtçe? Zaten birbirini anlamıyorlar.” iddiası: Bu iddia, hem dilbilimsel açıdan hatalı, hem de siyasal olarak manipülatiftir. Evet, Kürtçenin Zazakî, Kurmancî, Soranî, Goranî gibi lehçeleri vardır. Fakat bu durum, o dilin eğitimde kullanılmasını engelleyen bir şey değildir. Aynı durum, İngilizce, Almanca, Arapça, İspanyolca gibi birçok dil için de geçerlidir. Örnek olsun: Arapça’da Mısır lehçesiyle Irak, Suriye lehçesi farklıdır, ama her üç ülkede de Arapça eğitim verilir. Türkiye özgülünde de sorun lehçe farklılığı değil, siyasi iradenin dilsel çoğulluğu tanıma konusundaki niyetsizliğidir. Ayrıca, Türkiye’de en yaygın Kürtçe lehçeler olan Kurmancî ve Zazakî için eğitim materyalleri, edebi eserler ve dilbilgisi kitapları uzun zamandır mevcuttur. Celadet Bedîrxan’dan başlayarak, Celîlê Celîl, İstanbul Kürt enstitüsü ve daha birçok Kürt dilbilimcisinin çalışmaları, Zazakî ve Kurmanci’nin sistematik bir yazı dili olarak geliştiğini ortaya koymuştur. Dolayısıyla “Hangi Kürtçe?” sorusu, aslında dilsel değil, tamamen politik bir sahtekârlıktır.

“Anadilde eğitim isteyen Kürtler çoğunlukta değil” iddiası: Gözleme değil, inkâra dayalı bir retoriktir. Çünkü bir hakkın meşruiyeti, onun çoğunluk tarafından istenip istenmemesiyle belirlenmez. Eğer öyle olsaydı, azınlıkların hiçbir hakkı tanınmazdı. Üstelik bu iddiayı destekleyen herhangi bir bilimsel araştırma ya da saha verisi de sunulmamıştır. Oysa tam tersine, son 30 yılda yapılan birçok saha araştırması, Kürt halkının büyük bir kısmının çocuklarının hem Kürtçe hem de Türkçe eğitim almasını istediğini göstermektedir. Dahası, bu talep sadece eğitimle ilgili değil, bir kimlik tanınması arzusunun dışavurumudur. Bu talepleri yok saymak, sadece bilimsel etik ihlali değil, siyasal inkarcılıktır. Bu nedenle “Eğitim dili tek olur, bu birliktir” argümanı, tekçiliğin kutsanmasından öte değildir.

Tüm yazılarda Türklük ve daha da ötesi, Türkçülük, “birleştirici”, “ulus inşa edici” bir erdem olarak sunuluyor. En son sarayda “danışmanlık” yaptığı söylenen, fakat hangi konuda kendisine danışıldığı bilinmeyen Mehmet Uçum, bu konuyu bir üst levele taşıdı ve “Türkçe dokunulmazdır” (!) diye bir aforizma öne sürdü. İnsan düşünüyor haliyle; “Türkçe dokunulmaz” da diğer diller dokunulabilir mi? Çok dilli ve çok kültürlü, çok etnisteli bir toplumda, salt Türkçe’nin dokunulmazlığına kim karar verdi? Diğer dillerin dokunulabilir olabileceğine dair güç ve yetki nereden alındı? Bu bir tanrı kelamı mı? “Kürtçe eğitim olamaz, ama öğretim olabilir” diyor, aynı şahıs! Eğitim ve öğretimin birbirinden ayrı olabileceği yönünde, kabul görmüş hangi bilimsel veriler, dünya genelinde hangi akademik çalışmalar bu tezin öne sürülmesine yol açtı?

“Tek dil toplumsal uyum sağlar” deniyor! Neye dayanarak bu kanıya varılıyor? Öyle olsaydı, cumhuriyetin kuruluşundan bu güne yaşanan çatışma neyle izah edilecek? Sakın, “emperyalizm” falan denilmesin; zira emperyalizmi bu coğrafyaya davet eden ve 100 yıldır emperyalizmle hemhal olan bizzat bu sözün sahipleridir!

Gerçek ise şudur: Çok kültürlü toplumlarda tek dil politikaları, toplumsal uyumu sağlamaz; tam tersine, dışlayıcı bir rejim inşa eder. İspanya, Kanada, İsviçre, Belçika, İsveç, Afganistan, Pakistan, Malezya, Filipinler, Kazakistan, Kırgızistan, Moğolistan gibi çok dilli ülkeler, dilsel çeşitliliği tanıyarak toplumsal istikrar sağlamışlardır. Güney Afrika’da 11 resmi dil vardır. Kıbrıs cumhuriyetinde hem Rumca ve hem de Türkçe resmi dil olarak her türlü kamusal alanda kullanılmaktadır.  Türkiye’de ise resmi ideoloji, Türkçe dışındaki tüm dilleri “ayrılıkçılık” parantezine hapsetmiştir. Fakat bu söylemin, jakoben tarzda inşa edilen cumhuriyetin otoriter mirasını taşıması bir tarafa, 1925’de Kürtlere karşı uygulamaya konulan “ŞARK ISLAHAT PLANI”nı olduğu gibi sürdürme amaçlı olduğunu artık sağır sultan dahi biliyor.

Neredeyse tüm yazılar, Anadil kavramını “duygusal ve yanıltıcı” buluyor; yerine “ulusal dil” kavramını öneriyor. Lakin bu önermeler, kavramlar arasındaki farkı bilerek karartan bir yaklaşım. Oysa dilbilim ve sosyoloji literatüründe Anadil, bireyin ilk öğrendiği, düşünceyi şekillendiren, insan benliğini oluşturan kimliğin taşıyıcısı olan dildir. “Resmi dil” ise devletin tercihidir; değiştirilebilir bir politikadır. Devletin dil seçimi, bireyin anadilini yok sayamaz. Bu bağlamda, anadil ile resmi dili karşı karşıya koymak, hem pedagojik hem etik olarak sakıncalı olmasının yanında, politik olarak da bir sahtekârlık olmanın ötesinde değildir! Çünkü ulus dediğimiz şey zaten bir “inşa”dır. Ulusun temeli ortak dil değil, ortak haklardır. Bu hakların bir kesime ait olması ulusal birliği yaratmaz; aksine, sonu gelmeyen çatışmalara ve kangrene dönüşen sorunlara yol açar. Kürt örneğinde yaşananların temelinde de bu vardır.

Öte yandan, bugün Türkiye’de anadilde eğitim bir dil politikası değil, bir adalet meselesidir. Bir halkın kendi çocuklarına kendi diliyle dokunması, yalnızca eğitimle ilgili değil, bir varlık-bilinç ve hakikat meselesidir. Bu nedenle bu hakkın savunulması, yalnızca Kürt halkının değil, bu topraklarda eşitlikten, çok dillilikten, çok kimliklilikten yana olan herkesin görevidir. Çünkü susan dilin yerini, çürümüş ideolojiler alır. Ve o ideolojiler büyüdüğünde, yalnızca Kürt’ü değil, herkesin sesini boğar.

Anadilde eğitim hakkı tanınmadan, eşit vatandaşlıktan söz edilemez

Anadil, yalnızca bir iletişim aracı değil, aynı zamanda bireyin kimlik inşasının, kültürel aidiyetinin ve düşünsel gelişiminin temel taşıdır. Anadilin önemi bu nedenle salt pratik değil, varoluşsaldır. Pedagojik açıdan bakıldığında, ana dili öğrenimi eğitimde başarının en temel belirleyicisidir. Fakat anadilde eğitim meselesi, sadece dil öğreniminden ibaret değildir; bu, bireyin dünyayı kavrayış biçiminin, düşünme kalıplarının, kültürel hafızasının ve özgür iradesinin gelişmesidir. Bugün Kürt’ün anadil talebi, sadece dille ilgili değildir; bu, aynı zamanda “eşit yurttaşlık” ve “öz saygı” talebidir. Kürtçe’nin kamusal alandan dışlanması, aslında bilgi üzerindeki iktidar mücadelesinin bir parçasıdır. Dilini kontrol ettiğiniz halkı, düşüncesiyle birlikte bastırırsınız. Ama Kürt halkı artık bu baskıyı reddediyor.

Asıl Korku: Kürt’ün eşitliği

“Türklük” tarihsel olarak kendi varlığını, Türk olmayanı inkâr ederek kurdu. Bu yalnızca bir milliyetçilik biçimi değil, aynı zamanda bir tahakküm mühendisliğiydi. Kurucu ideoloji, Türklüğü merkez alan bir vatandaşlık tasavvuruyla hareket etti: “Vatandaş, Türkçe konuş!” diyen tabela yalnızca bir uyarı değil, “Türk” dışındaki tüm halklara bir kimliksizlik dayatmasıydı. Ve fakat bu dayatma, yalnızca dilsel değil, epistemolojik bir inkârdı da: Kürtlerin tarihini silmek, Alevilerin kimliğini görmezden gelmek, Ermenilerin varlığını yok saymak, Lazları “Türkleştirmek”, Çerkezleri folklorik bir süs haline getirmek… Tüm bunlar, merkezî Türk kimliğinin mutlaklaştırılması içindi. Ve bu ideoloji, günümüzde de hâlâ aynı refleksle hareket ediyor: Farklı olanı kabul etmiyor çünkü farklı olan, merkezin mutlak otoritesini tehdit ediyor.

Bugün çeşitli elbiseler ile arzı endam eden modern Türkçülük ideolojisinin en derininde yatan bu korkudur. Korktukları, Kürtlerin ayrı bir dil konuşması değildir; çünkü bu dil zaten konuşuluyor, bu kültür zaten yaşıyor. 100 yıldır her türlü baskı ve asimilasyon politikalarına rağmen hiç kimsenin bunu engellemeye gücünün yetmediği tarihsel bir realite olarak orta yerde duruyor. Asıl korkulan şey, bu dilin meşruiyet kazanmasıdır: Kürtçenin kamusal alanda tanınması, eğitimde, adalette, basında, siyasette özgürce yer alması, yani Kürt halkının eşit bir yurttaş olarak varlık bulmasıdır. Çünkü eşitlik, Türkçü ideolojinin kutsadığı o “merkezî egemenlik anlatısını” bozuyor, egemenliğin yalnızca Türk kimliği üzerinden tanımlandığı bir düzlemde, eşitlik en büyük tehdit haline geliyor.

Bu yapının merkezinde, “Kürtler eşit olursa biz nasıl ayakta kalırız?” sorusu vardır. Mehmet Uçum gibilerinin söyleminde bu inkarın devam arzusu vardır. Ümit Özdağ gibi figürlerin “milli birlik” söylemlerinin temelinde de bu korku yatıyor. Tanju Özcan gibi popülist siyasetçilerin, bir yandan göçmen düşmanlığı yaparken diğer yandan Kürt karşıtlığını toplumsal hafızaya işlemesi de bu korkunun tezahürüdür. İlber Ortaylı ve Erhan Afyoncu gibi “tarihçiler”, “Kürtlerin devlet geleneği yok” diyerek bu tahakkümün entelektüel zeminini kuruyorlar. Medya, akademi, siyaset ve bürokrasi eliyle sürdürülen bu ırkçılık artık münferit değil, yapısaldır.

Sonuç yerine

Kürtler, yalnızca eşitlik istiyor. Ne ayrı bir devlet, ne başka bir bayrak ne de bir ulus üstünlüğü… Sadece, ana dillerini eğitim ve öğretimde kullanmak, kimliklerini inkâr etmeden yaşamak ve kendi kültürlerini kamusal alanda var edebilmek istiyor. Bu kadar yalın, bu kadar temel bir insan hakkı, Türkçü ideoloji tarafından bir “tehdit” olarak kodlanıyorsa, tehdit altında olan şey Kürtler değil; Türkçülüğün kendisidir!

Bu nedenle “emperyalizm” söylemi de aslında bir savunma mekanizmasıdır. Gerçekte bir dış müdahale yoktur; olan şey, içeride büyüyen bir hak talebidir. Kürt halkı artık susmamakta, kendi kimliğiyle, kendi sesiyle kamusal alana çıkmaktadır. Bu, Türkçü sistem açısından bir çöküştür. 100 yıldır inkârla, asimilasyonla, baskıyla ayakta duran bu ideolojik yapı, hakikatle karşılaştığında “dağılıyorsa” toplumsal hakikat karşısındaki duruşunu gözden geçirmelidir!

Zira her ideoloji, en çok susturmaya çalıştığı şeyde kendi zaafını ele verir. Bu topraklarda en çok susturulmak istenen ses, bir halkın kendi dilindeki sözüdür. Çünkü bu söz yalnızca bir iletişim değil, bir varoluş ilanıdır. Bugün “anadil ”i hâlâ bir tehdit gibi görenler, aslında en büyük tehdit’in kendi tekçi tahayyüllerinin çözülmesi olduğunu biliyorlar. Fakat eğer bu ülke bir gün gerçekten demokrat olacaksa, bu Kürt’ün kabulü ile olacak. Ve eğer bu topraklar bir gün özgürleşecekse, bu önce dillerin eşitliğiyle başlayacaktır…

* ilketv.com.tr’de yayımlanan yazılar, yazarların görüşlerini yansıtmaktadır. Yazılar İlke TV’nin kurumsal bakışıyla örtüşmeyebilir. Yazıların tüm hukuki sorumluluğu yazarlarına aittir.