Yerel yönetimler artık yalnızca yol, su, temizlik hizmeti veren kurumlar değil. İklim krizi, yoksulluk ve gıda fiyatlarındaki artış, onları yeni bir sorumlulukla karşı karşıya bırakıyor: gıda hakkını ve gıda egemenliğini savunmak.
Gıda hakkı, her insanın yeterli, sağlıklı ve kültürel olarak uygun gıdaya sürekli erişim hakkıdır. Gıda egemenliği ise bu hakkın nasıl kullanılacağını belirleme yetkisinin — neyin, nasıl, kim tarafından üretileceğine dair kararların — halkın kendisinde olması demektir. Yani mesele yalnızca gıdaya erişmek değil, o gıdanın üretimi, dağıtımı ve mülkiyetinde söz sahibi olmaktır.
Gıda güvenliği, temiz gıdaya erişimi garanti etmeyi hedeflerken; gıda egemenliği, bu gıdanın kim tarafından, hangi koşullarda üretildiğine ve nasıl paylaşıldığına odaklanır.
Belediyeler artık bu farkı görerek harekete geçiyor. Kentler, halkın yalnızca tüketici değil, aynı zamanda üretici, karar verici ve denetleyici olduğu bir sistemi yeniden kuruyor.
Belo Horizonte (Brezilya): Açlığa Karşı Kamusal Politika
1993’te Belo Horizonte Belediyesi dünyada bir ilke imza attı. Belediye, Gıda Güvenliği ve Egemenliği Sekreterliği adında özel bir birim kurdu ve bütçesinin yüzde ikisini bu alana ayırdı. Bu dönem boyunca üretici–tüketici pazarları kuruldu, halk restoranları açıldı, okul yemeklerine ve belediyeye ait işletmelere giden gıda yerel üreticilerden alındı. Beş yıl içinde çocuklardaki yetersiz beslenme oranı yüzde 60 düştü. Bu model, yerel yönetimlerin yalnızca “yardım dağıtan” değil, gıda sisteminin tamamını dönüştüren kamusal aktörler olabileceğini gösterdi.
Vancouver (Kanada): Planlamaya Gıdayı Dahil Etmek
Vancouver, 2003’te kurduğu Gıda Politikası Konseyi ile gıda sistemini doğrudan kentsel planlamaya entegre eden ilk şehirlerden biri oldu. Boş araziler “şehir çiftliklerine” dönüştürüldü, çatılara dikey bahçeler kuruldu, 100’den fazla “topluluk bahçesi” açıldı. Bu bahçeler yalnızca üretim değil, dayanışma ve öğrenme alanı haline geldi. Göçmen kadınlar üretim yapıyor, çocuklar okul bahçelerinde tohum ekiyor, topluluklar bir araya geliyor.
Bangkok (Tayland): Kadınların Öncülüğünde Agroekoloji
Bangkok Belediyesi, 2016’da başlattığı Yeşil Bangkok 2030 planına “kent tarımı” bileşenini ekledi. Kentteki tapınaklar, hastaneler ve kamu binalarının çatıları üretime açıldı; kadın kooperatiflerine hibeler sağlandı. Belediye, üreticilerden doğrudan alım yapmaya başladı. Organik gübre, tohum takası, yağmur suyu hasadı gibi yöntemler yeniden canlandırıldı. Bugün 1.200 küçük üretici belediye desteğiyle agroekolojik üretim yapıyor, kentte gıdanın karbon ayak izi belirgin biçimde azaldı.
Seattle (ABD): Herkesin Bahçesi, Herkesin Hasadı
Seattle’daki Beacon Gıda Ormanı, kamusal alanın üretime açıldığı çarpıcı bir örnek. İki hektarlık bir kamu arazisi, mahalle sakinlerinin gönüllü yönetimine bırakıldı. 50’den fazla meyve, sebze ve ot türü yetiştiriliyor, tohum takası ve eğitim atölyeleri düzenleniyor. Model kısa sürede ABD’de 70 farklı şehirde uygulandı. Beacon Gıda Ormanı, gıda egemenliğini “toprağa sahip olma”dan “toprağı birlikte koruma” anlayışına taşıyor. Burada mesele yalnızca üretmek değil; mülkiyeti, bilgiyi ve sorumluluğu ortaklaştırmak.
San Francisco (ABD): Gıdanın Döngüsünü Kapatmak
San Francisco Belediyesi, 2009’da ABD’nin ilk zorunlu kompostlama yasasını çıkardı. Her hane organik atıkları ayrıştırıyor; yılda 600 bin ton gıda atığı kompost tesislerinde gübreye dönüştürülüyor. Bu kompost, çevredeki çiftçilere ücretsiz dağıtılıyor. San Francisco’da on yıl içinde sera gazı emisyonu yüzde 15 azaldı, çöp alanlarının kullanımı yarı yarıya düştü.
Sonuç: Gıdayı Hak Olarak Görmek, Politika Haline Getirmek
Belo Horizonte’nin halk mutfaklarından Vancouver’ın çatılarındaki bahçelere, Bangkok’un kadın üreticilerinden Seattle’ın ortak ormanına kadar tüm bu örnekler aynı noktaya işaret ediyor:
Gıda egemenliği yukarıdan değil, aşağıdan kuruluyor.
Ancak bu deneyimler aynı zamanda bir uyarı da içeriyor:
Eğer yerel yönetimler bu çalışmaları yalnızca iyi niyetli projeler, dönemsel kampanyalar veya kişisel inisiyatiflerle sınırlı bırakırsa, kalıcı bir dönüşüm sağlanamaz. Gıda hakkını korumak ve gıda egemenliğini güçlendirmek için, belediyelerin bu yaklaşımı kurumsal bir politika haline getirmesi gerekir. Keyfiyet değil, yasal güvence ve bütçesel süreklilik esas olmalıdır.
Atılacak ilk adım, gıda egemenliğini tarım, iklim, sosyal politika ve kooperatifçilikten bağımsız değil, bunların kesişiminde konumlandıran bir Gıda Egemenliği Birimi kurmak, böylece dağınık uygulamaları bir çatı altında toplayarak hem stratejik hem de idari tutarlılık sağlamak olabilir. Ardından, yıllık belediye bütçelerinde gıda hakkına ayrılmış özel bir kalem tanımlanmalı; bütçenin belirli bir yüzdesi doğrudan bu alana tahsis edilmelidir.
Katılım da en az kaynak kadar önemlidir. Belediyeler, üreticilerin, tüketicilerin, sendikaların, kadın örgütlerinin, üniversitelerin ve kooperatiflerin yer aldığı Kent Gıda Meclisleri benzeri yapılar kurarak karar alma süreçlerini demokratikleştirebilir. Bu yapılar, hem yerel bilgiye dayanır hem de halkın gıda politikasına doğrudan katkı yapmasını sağlar.
Son olarak, tüm bu çalışmaların izlenmesi ve kamuoyuna açık biçimde raporlanması gereklidir. Yerel yönetimler her yıl “Gıda Hakkı ve Egemenliği Raporu” yayımlayarak, hem hemşehrilerine hesap vermeli hem de kendi politikalarını ölçülebilir göstergelerle değerlendirmelidir.
Bugün Belo Horizonte’nin (Portekizce “Güzel Ufuklar” demek) sloganı hâlâ güncel:
Açlık kader değildir, politik bir tercihtir.
O halde bize düşen de bu tercihi yalnızca dile getirmek değil — kurumsallaştırmak, bütçelemek ve ilan etmektir. Gıda egemenliği ancak o zaman bir vizyonun ötesine geçer, bir kamusal sorumluluk haline gelir.




