Suriye’de süregiden savaş, yalnızca askeri ve siyasi dengeleri değil, aynı zamanda toplumsal yapıyı da derinden sarsıyor. Şam’daki merkezi yönetim, ülkenin birliğini savunduğunu söylese de, sahadaki gerçeklik ve toplumsal talepler bu söylemin giderek inandırıcılığını yitirmesine neden oluyor. Bir yanda Şam’da göz yumulduğu iddia edilen radikal yapılanmalar, diğer yanda ise Kürt halkının tarihsel ve meşru talepleri var. Bu iki zıt dinamik, Suriye’nin geleceğini belirleyecek temel çatlağı temsil ediyor.
‘Golanstancılar’ ve radikal projenin sessiz yayılışı
Şam’ın kalbinde, kamuoyunda “Golanstancılar” olarak adlandırılan, Heyet Tahrir el-Şam (HTŞ) lideri Ebu Muhammed el-Colani’ye bağlı radikal gruplar sessiz ama derinlemesine bir hareketlilik içinde. Colani her ne kadar kendisini “makul” bir lider gibi göstermeye çalışsa da, HTŞ’nin eylem ve söylemleri bu imajı hızla boşa çıkarıyor. Sahada “Biz Sünniler galibiz”, “Kim kurtardıysa o karar verir” ya da “Emevi Devleti’ni yeniden kurmak” gibi sloganlar üzerinden örgütlenen bu yapılar, farklı inanç, etnik köken ve mezheplere yönelik açık bir dışlayıcılığı temsil ediyor.
HTŞ’ye yakın hücrelerin Şam ve çevresinde faaliyet gösterdiği, bazı güvenlik birimleri tarafından bu duruma göz yumulduğu iddiaları da oldukça dikkat çekici. Bu kişiler orduya değil, kendi ideolojik yapılanmalarına bağlı, hafif silahlı ve DEAŞ’ı çağrıştıran semboller taşıyan milisler. Onların hedefi demokratik bir düzen değil; şeriat temelli, teokratik bir rejim.
Afrin’den Süveyda’ya: Yayılmacı radikalizmin ayak izleri
HTŞ ve bağlantılı gruplar yalnızca İdlib’de değil; Afrin, Serêkaniyê (Resulayn), Girê Spî (Tel Abyad) gibi Kürt kentlerinde de şiddet ve zorla göç ettirme gibi eylemlerle anılıyor. Aynı şekilde, Lazkiye kırsalında Alevilere, Süveyda’da Dürzilere yönelik tehdit ve saldırılar, bu yapıların sadece Kürtlere değil, tüm farklı topluluklara yönelik bir tehdit oluşturduğunu açıkça ortaya koyuyor.
Bu yapıların müzakere edilebilir aktörler olarak sunulması, gerçekçi bir siyasi çözüm değil; tam tersine, tehlikeli bir yanılsamadır. Çünkü onlar için diyalog değil, biat; çoğulculuk değil, tekçilik esastır.
Kürt halkı: ‘Biz bu devlete gönüllü katılmadık’
Suriye’deki Kürtlerin pozisyonu, ne etnik azınlık retoriğiyle açıklanabilir ne de tarih dışına itilebilir. Kürtler, tarih boyunca bu coğrafyada var olmuş, bağımsız dili, kültürü ve toplumsal hafızası olan bir halktır. Afrin, Kobani ve Cezire üçgeni başta olmak üzere Kuzey ve Doğu Suriye’de yoğunlukla yaşamaktadırlar. El-Mesudi ve Yakut el-Hamavi gibi tarihçilerin eserlerinde bu bölgelerde Kürtlerin İslam öncesinden beri yaşadığı belgelenmiştir.
Suriye devletinin sınırları, içeriden gelen toplumsal mutabakatla değil, 1916’daki Sykes-Picot gibi sömürgeci anlaşmalarla çizilmiş ve Kürtler kendi rızaları dışında bu yapıya dahil edilmiştir. Bu durum, Çekoslovakya örneğinde olduğu gibi, zorla bir arada tutulmuş halklar arasında kalıcı birlik yaratmak yerine, geçici çözümler ve ertelenmiş krizler üretmiştir.
Birlik mi ortaklık mı?
Bugün Suriye Kürtleri ayrılmak istemiyor; ulusal kimliklerinin tanınması ve yaşadıkları bölgeleri demokratik ve adem-i merkeziyetçi bir sistemle yönetme hakkı talep ediyorlar. Bu, bölünme değil; eşitlik temelinde bir ortaklık teklifidir. Ancak Şam yönetimi hâlâ etnik çoğulluğu tanımaktan ve adem-i merkeziyetçi modelleri tartışmaktan kaçınıyor.
Bu retçi tutum sürerse, Kürtler siyasi pozisyonlarını yeniden değerlendirmek zorunda kalabilir. Nitekim halk arasında söylenen “Dûr bimîne û stranê lê bêje” — “Ondan uzak dur ama ona şarkı söyle” — atasözü, mevcut durumu özetliyor. Bu yapılarla mesafeyi korumak gerekiyor; zira onlar için tek hakikat kendi inançları ve ideolojileridir.
Suriye için iki yol: Bastırmak ya da tanımak
Suriye’nin geleceği, halkların eşit haklara sahip olduğu çoğulcu ve demokratik bir yapıya mı evrilecek, yoksa bastırma ve inkâr politikalarıyla bir kez daha iç çatışmalara mı sürüklenecek? Gerçek çözüm, radikalizme karşı kararlı bir duruşla birlikte, Kürtler ve diğer bileşenlerin haklarının tanınmasından geçiyor.
Yeni bir Suriye inşa edilecekse, bu; sadece merkezi otoritenin değil, Kürtlerin, Alevilerin, Dürzilerin, Süryanilerin ve tüm toplumsal bileşenlerin katkısıyla mümkün olabilir. Aksi hâlde, her siyasi çözüm bir yanılsama, her barış çabası kırılgan bir sessizlik olmaya mahkûmdur.