• Ana Sayfa
  • Manşet
  • Zehra Çiğdem Özcan yazdı | Filistinliler, Suriyeli Aleviler ve ‘Uluslararası Hukuk’
Zehra Çiğdem Özcan yazdı | Filistinliler, Suriyeli Aleviler ve ‘Uluslararası Hukuk’
Konuk Yazar 25 Haziran 2025

Zehra Çiğdem Özcan yazdı | Filistinliler, Suriyeli Aleviler ve ‘Uluslararası Hukuk’

Geçenlerde uluslararası bir konferansta yaşlıca bir Filistinli yetkilinin konuşmasını ağlayarak yaptığına tanık oldum. Elbette çoğu insan gibi ben de orada değildim, sosyal medyada “önüme düştü”. Yine yakın zamanda ve yine sosyal medyada, uluslararası bir mahkemede şık cüppesiyle son derece agresif bir biçimde Filistin halkını savunan pırıl pırıl genç bir avukata rastladım. Yaptığı işe son derece inanmış görünüyordu ve bana sorarsanız en az ağlayan Filistinli yetkili gibi hislerinde samimiydi. Ama aralarında çok önemli bir fark vardı. Biri ölen insanlar için acı çekiyor, diğeri hukuka güveniyordu. O yüzden de biri ağlıyor, diğeri bağırıp çağırabiliyordu. Siyasi bir arenadaki çaresizlik, hukuksal bir güce dönüşüyordu. Ama esasında iki figür arasında gerçekten de bir fark var mı?

Genç avukat bir Avrupalıydı. Belli ki modern bir anayasa yürürlüğünde, hukukun üstünlüğü, eşitlik ilkesi, belirlenebilirlik ve öngörülebilirlik ilkeleri ışığında yetişmiş ve böyle bir anlayışın hüküm sürdüğü bir ülkede hukuk eğitimi almıştı. Kuvvetle muhtemeldir ki tabi olduğu anayasanın ve söz konusu ilkelerin tarihini de biliyordu. Modern anayasaların tarih boyunca nasıl şekillendiğini, feodaliteye ve Kilise’ye karşı merkezi devletin/kralın nasıl güçlendiğini ve burjuvaların yeterince güçlendiklerinde devlete/krala karşı taleplerini nasıl hukuki bir zemine oturtabildiğini, nihayetinde de kralı devirip/devirmeyip liberal ideolojinin artık tek hakim anlayış haline geldikten sonra bireyin devlet karşısında nasıl güç kazandığını biliyordu. Elbette söz konusu liberal anayasaların kaynağı olan insan haklarını da ezberlemişti. Ve ne kadar şanslıydı ki yaşamı, yirminci yüzyılın büyük savaşlarından ve keskin ideolojilerinden sonra insan haklarının yeniden parladığı, tüm ideolojiyi kendi üstüne oturttuğu bir tarihsel bir döneme tekabül etmişti.

İnsan hakları çok iddialı ve aşkın bir kavramdır. Bu iddiası ve aşkın olma hali çoğu zaman hukukun iddiasını ve aşkınlığını dahi aşar. Bilindiği üzere bu haklar, en genel anlamıyla, her insanın doğuştan sahip olduğu ve sadece insan olmasından dolayı herkese karşı ileri sürülebilecek haklar, doğal haklar olarak tanımlanıp doğal hukuk içine yerleştirilir. Sadece insan olmak, bu haklara sahip olduğunuz anlamına gelir ve bu durumda da Filistinli ya da İngiliz olmanız hiçbir şeyi değiştirmez. Dolayısıyla bu hakları hem ulusal hem de uluslararası mahkemelerde ileri sürebilirsiniz.

İnsan haklarının ulusal bir mahkemede ileri sürülmesi, başka bir deyişle insanın yurttaşı olduğu bir devlete karşı kendi haklarını savunması, sadece ulus devletlerden oluşan günümüzde daha berrak bir tonda açığa çıkar. İster yukarıda anılan tarihsel gelişmenin faili devletler, ister onlardan feyz alan ve alıntı kanunlarla aynı hukuk sistemine dahil olan devletler olsun, günümüzün devlet ve birey arasındaki hukuku, üç aşağı beş yukarı ve genellikle -uygulama başka bir konu olmak üzere- liberal anayasaların hukukun üstünlüğünü ve insan haklarını ana ilkeler olarak kabul eden hukukuna göre belirlenir. Bu hukuka göre de bir ülkenin yurttaşı olmak devlete karşı hak talep edilebilmesinin önünü açar. Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi de, yurttaşlarının insan haklarını ihlal eden devletlere karşı bireysel başvuru yoluyla çeşitli yaptırımlar uygular vs. Buradan çıkan anlam şudur: Hukuk, liberal ideolojiye göre, bir devlete, yurttaşlarına karşı ödev ve sorumluluklar yükler ve rızai bir yönetimi sürdürebilmek için yurttaşlarının insan haklarına sonuna kadar saygı göstermek ve bu hakları uygulamakla mükelleftir. Bu anlamda da, devletin varlığı ancak bu hakları güvence altına alarak korunur. Liberal ideolojiye ve onun devlet anlayışına göre modern ulus devlet, birey/bireyin hakları ve devlet arasında karşılıklı yapılan gönüllü bir sözleşmedir. İnsan haklarını ihlal eden bir devlet, yurttaşları ile arasındaki sözleşmeyi ihlal etmiş olur ve ortaya oldukça ciddi bir meşruiyet krizi çıkar.

Tüm bu anlatılanlara göre ise, bir devlete karşı insan olarak hakların ileri sürülebilmesi, o devletin yurttaşı olmaya bağlıdır.  Çeşitli uluslararası sözleşmelere göre yabancıların cezai soruşturmaları gibi istisnai konular dışında, örneğin, ülke yasaları izin vermiyorsa ya da devletler arasında karşılıklılık anlaşması vs yoksa, o pek meşhur insan haklarından biri olan mülkiyet hakkınız yoktur ve yurttaşı olmadığınız bir ülkede mülk edinmenize izin verilmez.

Peki ya ortada bir devlet yoksa ya da henüz yoksa? Filistin’de bir devlet yok ve her gün Filistin halkı İsrail devleti tarafından soykırıma uğruyor. Peki ortada henüz kuruluş aşamasında olan bir devlet varsa ve yurttaşların haklarının ihlal edildiğini kanıtlayarak talepte bulunacakları bir devlet ve onun hukuk kurumları henüz oluşmamışsa? Suriye’de HTŞ sürekli olarak Alevileri katlediyor. Bu durumda herkesin doğuştan sahip olduğu ve herkese karşı ileri sürülebilecek hakları, özellikle de en temel hak olan “yaşam hakkı” nasıl ileri sürülebilecektir?

İş bu noktaya geldiğinde konuyu başka bir yerden ele almak elzem görünüyor. Bu durumda da karşımıza nedensellik ve tarihsellik olguları çıkıyor. Hukuk ideal bir kavram, hep orada olan ve olacak aşkın bir değer değildir. Bizim bugün idealize ettiğimiz hukukun üstünlüğü ve ona dayanan hukuk devleti ilkesinin geçmişi, eğer çok zorlanırsa, ancak Fransız Devrimi’ne, belki Aydınlanma başlangıcına kadar uzanır. Bu anlamda da bildiğimiz modern devletin hukuku, liberal ideolojinin bir ürünüdür. Öyle olmamış olsa idi, İlk Çağ’daki gibi, bir borçludan alacağımızı alabilmek için kapısında nöbet tutar, ona hakaretler yağdırabilirdik ama şimdi ya mahkemeye ya da icra dairesine başvuruyoruz.

Önemli bir nokta da, hukukun nasıl kurulduğu ile ilgilidir. Eğer hukukun üstünlüğü ya da hukuk devleti ilkeleri göründüğü kadar gerçek birer olgu olmuş olsaydı, hukukun devleti kurması gerekirdi. Oysa devlet, hukuku kurar. Başlangıçta bir savaş ya da kaos ortamı olan kuruluş aşaması galip olan tarafın zaferiyle sonuçlandığında, hukuk muzafferin idealine ya da ideolojisine göre şekillendirilir. Hukukun devleti idame ettirmesi ya da varlığının hukuka bağlı olması ise tamamen meşruiyet ile ilgili bir husus olup yurttaşın rızasının kazanılması ve sürdürülmesini amaçlar. Nihayetinde de hukuk, devletin kuruluş ve başlangıç aşamasındaki güç ilişkilerini perdeleyerek kendisini ideal, yüce ve aşkın bir kavram olarak sunar. Bunu da elbette devlet aracılığıyla ve onun güdümünde yapar.

Başlangıçtaki güç ilişkisinin muzaffer tarafça hukuka dönüştürülmesi ve meşruiyet kazanması, devletin devamı için esastır. Ama sorun şu ki, bu sadece tek tek devletler için geçerlidir. Uluslararası hukukta ise rızanın ve meşruiyetinin en ufak bir esamesi okunmaz ve devletin başlangıç ve kuruluş aşamasındaki çıplak güç ilişkisi uluslararası hukukun ya da devletler hukukunun tek gerçeği haline gelir. Dolayısıyla burada hukuk tabirinin kullanılmasına gerek yoktur, çünkü çıplak gücün tek gerçeklik olduğu yerde hukukun en ufak bir kırıntısı bile bulunmaz. Çıplak güç de doğa kanununun bir başka adıdır ve her gün izlediğimiz vahşi doğa belgesellerindeki döngüyle hiçbir farkı yoktur.  Dolayısıyla “uluslararası hukuk” tamamen gerçek dışı bir olgu olup, gerçek olanı “uluslararası siyaset”tir. Her siyaset gibi bu da yine güce dayanır.

Rahmetli Sırrı Süreyya Önder “Ayağınız taşa değse önce bir Amerika’ya söyleneceksiniz” demişti. ABD’nin eski gücüne sahip olup olmadığı konusunda rivayet muhtelif ama Ortadoğu’da söz sahibi olduğu ve İsrail ile de sıkı ilişkileri olduğu muhakkak. Dolayısıyla kendi çıkarları doğrultusunda hareken eden bu iki ülkeyi, söz konusu güç ilişkileri çerçevesinde, Filistin gibi oldukça zayıf bir rakibin karşı çıkamayacağı da ortada. Golani ile nasıl bir politika yürütüleceği şu anda belirsiz görünüyor ama Fransa Cumhurbaşkanı ile samimi pozları düşünüldüğünde dünün kaos ortamındaki “azılı terörist”in bugün zafer kazanmış ve başlangıç ve kuruluş aşamasındaki bir fail olarak eşit bir muhataba dönüştüğü de ortada. Çıkarları gereğince ve gerektiği sürece ne ABD’nin ne de diğer ülkelerin İsrail’e kafa tutması ya da aynı gerekçelerle Golani ile uyuşmazlığa düşmesi mümkün değil.

Şimdi biraz da egemenlik olgusuna bakalım. Egemen bir devlet, kendi sınırları içinde her şeye, dolayısıyla hukuka da egemendir. Yasaları (savaş kararı da dahil) çıkaran, yürütmeyi koordine eden ve yargıyı çalıştıran devlet erkidir, ki bu da egemenliğin esas tanımıdır. Yurttaşlar bir zamanlar yapıldığı konusunda gayet iddialı olunan “toplum sözleşmesi”ne uygun olarak, her sözleşmenin gereği olduğu üzere, yasalara, idari emirlere ve yargı kararlarına uyarlar ya da zaten uymak zorundadırlar.  Ama uluslararası arenada egemen devletler üzerinde başka bir egemen yoktur, dolayısıyla hiçbir egemen devlet uluslararası mahkemelerin aldığı kararlara uymak zorunda değildir. Eğer ortada bir devletin uyduğu bir karar varsa, o da yine güç ilişkisine dayanır ve tıpkı hepimizin kendi hayatımızdaki tehlikeler karşısında yaptığı gibi, daha güçlü başka devletlerden gelebilecek daha büyük bir kötülükten kaçınmak için daha küçük bir cezayı kabul edebilir. Dolayısıyla Netanyahu’nun ya da Golani’nin soykırım yapmalarına engel olacak şey uluslarararası bir yargılama değil, çıkarlarına ters düşecek ya da kurulmuş veya kurulma aşamasındaki devletlerini zayıflatacak bir eylem niteliğinde olmasıdır. Netanyahu’yu ya da Golani’yi güçlendirecek her türden soykırım, onlardan daha güçlü devletlerin çıkarlarına uygun olduğu ya da ters düşmediği sürece aynı hızla devam edecektir. O yüzden de kendileri hakkında uluslararası mahkemelere yapılan herhangi bir şikayetin hiçbir hukuki anlamı olmayıp soykırımı önleyecek bir yaptırımı da yoktur.

Bu anlamda Filistinlilerin ya da Suriye Alevilerinin yaşam haklarını korumak için başvurabilecekleri bir kurum halihazırda maalesef mevcut değil. Çünkü eşit egemen devletler arasında, yaşam hakkı ihlal edildiği gerekçesiyle, üstlerinde Demokles’in kılıcı gibi duran gerçek bir hukuk bulunmamakta. Hal böyleyse, o koca koca salonlardaki yüksek yüksek uluslararası mahkemeler bir hukuk kurumundan ziyade, bir köyün kanaat önderine benzetilebilir; çünkü gerçekten etkisi ancak bununla karşılaştırılabilir.

Siyasi bir toplantıda ağlayan Filistinli yetkili ile uluslararası bir mahkemede bağırıp çağıran genç avukat arasındaki fark da işte budur: Birincisi bu işin siyasi bir güç ilişkisi olduğunu biliyor, karşısındaki gücü tanıyor ve bu güce karşı kendi halkının güçsüzlüğü karşısında acı çekip ağlıyordu. İkincisi ise gerçekten uluslararası bir hukuk olduğunu ve soykırım faillerinin hak ettikleri cezayı çekeceğini düşünüyordu.

* ilketv.com.tr’de yayımlanan yazılar, yazarların görüşlerini yansıtmaktadır. Yazılar İlke TV’nin kurumsal bakışıyla örtüşmeyebilir. Yazıların tüm hukuki sorumluluğu yazarlarına aittir.