Gar katliamında kaybettiğimiz canların hafızamıza kazınan anılarının üzerinden henüz 9 yıl geçti. Olan biteni kabullenmenin, gerçeği farklı kılacağı ihtimali beni hep korkutmuştur. O yüzden yarım kalmışlık duygusu ile 2015 yılından çıkamayanlardanım. Katliamları, siyasi gelişmeleri ile bugünü şekillendiren 2015 yılının hayaleti ise bugünlerde başka biçimlerde dolaşıyor. Buraya geleceğiz, önce biraz Ortadoğu!
Hatırladıklarımızın yüküyle geçirdiğimiz bu haftaya, gelecek siyasi ihtimalleri ilgilendiren bir dolu yeni gelişme daha eklendi. Savaş, yakın coğrafyadan daha az yakın coğrafyalara kadar uzanan bir düzlemde farklı veçhelerde karşımıza çıkıyor. Ortadoğu çok sıcak. Savaşın dinamiklerini, neye ve kime yaradığını çözmekte iyiden iyiye zorlanıyoruz. Konuşulan birçok şey doğruymuş gibi gelmekle beraber, bu kadar doğrunun bir arada olmasının saçmalığı zihinlerimizi esir almış durumda. Gerçeğin izini bulmak büyük bir bilmeceye dönüştü.
İsrail’in saldırganlığı, hız kesmeden Lübnan sathında devam ediyor. Lübnan’da Nasrallah’ın öldürülmesi sonrası Hizbullah’ın bilinen, tanınan, yeni liderliği için aday pozisyonda olan ve hatta yedeği durumunda olanlar da dahil olmak üzere neredeyse tüm komuta kademesi öldürüldü. Filistin-İsrail çatışmaları için El Aksa Tufanı adıyla 7 Ekim’de yapılan saldırılarla başlayan yeni periyodun muhasebesi üzerine çokça konuşulan bir hafta oldu. Farklı görüşler çarpıştı. Ancak küresel kapitalizmin hüküm sürdüğü, ahlaki değerleri olmayan dünyamızda “soykırımcı İsrail” etiketinin bir kazanım olduğu ilan edildi. Bu şekilde, yok edilen Gazze ve yerinden edilen milyonlar ile sivil, çocuk demeden öldürülen yaklaşık 45.000 insanın önünde saygı duruşunda bulunuldu. Direniş zayiatı hanesine yazıldı. İnsani dram pas geçildi.
Bir yıl geriye sardığımızda bir “istihbarat devleti” ön tanısıyla bakılan İsrail’in ne kadar abartıldığı konuşulurken, 1 yıl sonra Hizbullah saldırısıyla ne kadar da “istihbarat devleti” olduğu konuşulmaya başlandı. Sanırım rüzgâra çabuk kapılan bir siyasi atmosferimiz var. Her şeyi anlamlandırmaya çalışan, siyasi okumalarda büyük cümleler kurmayı seven, mutlak çıkarımlar yapmaya çalışılan bu ortamda değişmeyen en önemli şey ülkemizdeki milliyetçi hamaset oldu. Topraklarımıza saldırı diskuru yeniden çalışmaya başladı.
Liberalizmin öldüğü ve yeni dünyanın düzensizliğe evirilebileceği konuşulurken, ulus devletlerin kutsal olarak kendilerini yeniden tahkim ettiğini görüyoruz. Kapitalist dünya geçen yüzyılda, İkinci Dünya Savaşı’nın ortaya çıkardığı dehşetin etkisi ve sosyalizmin ortaya çıkardığı insancıllığın korkusuyla köşeye sıkışmış, kemerleri gevşetmişti. İcat edilen ve bugünlerde iyice boşa düşen uluslararası kurumlar eşliğinde demokratik niteliğini geliştirmiş, klasik sömürgeci uzantılarını budamış ve ekonomik kazancın bir kısmını daha paylaştığı “sosyal devlet” formunu kazanmıştı. Ancak kapitalizme içkin krizlerin etkisi peşini bırakmamış, liberalliğin yeniden keşfi ile yola devam edilerek bugünlere gelindi. Neoliberal politikalar altında zor bir 50 yıl geçirdi dünya. Daha zorları ise kapıda. Uyanan ulus devlet ve modern istilacılıkla daha çok soykırıma şahitlik edeceğimiz zamanlara giriyoruz.
Ortadoğu son yüz yılda, bir kısmı hanedanlıklarla şekillenen, bir kısmı ise hibrit nüfus modelleri ile oluşturulan ülkelerin (Irak, Lübnan tipik örnekler) çıkar çatışmasına hapsolmuş durumda. İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra kurulan bu tahakküme karşı direnen ve sosyalizmden esinlenen hareketlere de tanıklık edildi. Kürtler ve Filistinliler bunların önemli örneklerini oluşturdular. Ortadoğu, İran İslam Devrimi ile başlayan Şii siyasallaşma ve karşısında küresel kapitalist güçlerce büyütülen Sünni-Cihadi güçlerin karşılaştığı, gerici saiklerin hâkim olduğu çıkar çatışması alanına dönüştürüldü. Bu sayede koşullar, İsrail yayılmacılığı ve saldırganlığı için uygun hale getirilmiş oldu. Filistin davasının haklılığı ise üzerinde tepinilen ve bir dolu siyasal İslam zırvası altında can çekişen, unutturulmaya çalışılan bir duruma düşürüldü.
Böyle bir atmosferde Meclis açılışında MHP lideri Bahçeli, “Yeni bir döneme giriyoruz. Dünyada barış isterken kendi ülkemizde barışı sağlamak lazım” diyerek DEM Parti liderlerinin elini sıktı ve gecikmeden AKP genel başkanı Tayyip Erdoğan’dan destek geldi. El birliği ile DEM Parti’yi düştüğü “bataktan” kurtaracaklarını bizlere müjdelediler! Üstenci, kibirli dilin Kürt siyasetine karşı takındığı bu tavrın geçmişte çokça örneğini gördük. O yüzden şaşırmadık. Yapılan ek açıklamalarla, 2013-15 yılları arasında vücut bulan diyalog ve çatışmasızlık (çözüm süreci olarak bilinen) sürecine göz kırparak acaba ne hedefleniyor diye tartışmalar başladı. Sürekli kendisine “koşulsuz bir sadakat” bekleyen ancak bir türlü utangaç görünümlü kibrini üzerinden atamayan muhalefet cephesinde, ihanet senaryoları öfkeli bir dille yazılmaya başlandı bile. Bu bir çözüm süreci mi, yoksa DEM Parti ve siyasal geleneğini içeren Kürt siyasi dinamiklerini “çözme” süreci mi? Rivayet muhtelif olmakla beraber, ülke siyasetinin iktidarı ve muhalefetiyle, solcusu ve sağcısıyla Kürtler üzerinde tepindiği bir gerçek!
Ortadoğu politik sahasında siyasal etkisi sıfır kabul edilen Türkiye’deki iktidar için, İsrail’in Lübnan ve Suriye’nin bazı bölgelerine saldırması başka olasılıkları ortaya çıkarıyor. İran’ın siyasal nüfuzunu kırabilecek bu saldırılar sonucunda iktidar, Ortadoğu içlerine doğru etki alanı bulunan Kürt dinamikleriyle yeniden denk bir ilişki kurmanın faydalı olabileceğini görmüş olabilir. Başta enerji yollarından düşecek roller olmak üzere, siyasal ikbalini etkileyecek tüm ihtimaller iktidar için masada duruyor. Yeniden seçilmeyi arzulayan Erdoğan’ın Anayasa değişikliği için pazarlığa teşne göz kırpmaları da buna dahil.
Peki Kürtler ne yapmalı? Yakın tarih deneyimini bir tarafa koysak bile, tarihsel olarak hep hırpalanan taraf oldu. İktidarı ve muhalefetiyle işi düşenin kapısını çaldığı, kahir ekseriyetle uzak durulması gereken öcü gibi gösterildi. Türkiye sol-sosyalist hareketinin başarısızlığının faturası dahi Kürt siyasetine çıkarıldı. Cezaevlerinde binlerce siyasetçisi tutulan, seçimlerle yönetimlerine geldiği belediyelerdeki iradesi kayyumlar aracılığıyla gasp edilen, sosyal ve siyasal hak talepleri uydurma tanıklarla kriminalize edilen Kürt siyaseti, yaşadıklarıyla epey deneyimlendi. Uzaktan çakılan selamları nasıl değerlendireceğini hep birlikte göreceğiz.