Perşembe günü gerçekleşen ve içeriğine dair bir şey açıklanmayan Devlet Bahçeli-Tayyip Erdoğan görüşmesine ilişkin Abdulkadir Selvi, görüşmenin ertesinde bir yazı kaleme aldı. AKP iktidarına yakınlığı ile bilinen yazar, bu yazıda Bahçeli ile Erdoğan arasındaki ilişkiye dair; “Cumhur İttifakı ortakları olarak ana stratejiyi belirliyorlar. Her lider kendi tarzına ve üslubuna göre onu şekillendiriyor.” dedi.
Böylece Bahçeli sözcülüğünde gelişen ve stratejik içerikler taşıyan “Barış” söylemlerinin Erdoğan’dan habersiz geliştiğine dair kamuoyu kaygılarına yanıt verdi. Özellikle Bahçeli’nin “Öcalan gelip mecliste konuşsun” minvalindeki çıkışının ardından gelişen Öcalan’a disiplin cezası, kayyım atamaları, hava operasyonlarındaki artış, gözaltı uygulamaları, AKP kanadından Mehmet Uçum dahil kimi isimlerin sert söylemleri, Erdoğan’ın Bahçeli’nin söylemlerini üstlendiğini açıkça gösteren ifadelerden kaçınmış olması kamuoyunda Cumhur İttifakı’nın iki lideri arasında görüş ve tutum ayrılığı olabileceği tartışmalarını arttırdı. Hatta hükümetin tecrit, kayyım ve baskıyı arttıran uygulamaları ile Bahçeli’yi boşa çıkarma çabasında olduğu da yazıldı, çizildi.
MHP’nin “Yalnız kalırsınız bazen, en yakınınız bile anlamaz sizi” mesajı içeren Bahçeli videosu da bu tartışmalara tuz biber ekti. Kimi bu tanıtım videosunun Erdoğan’a atfen, kimi de MHP içinde Bahçeli’ye yakın kimi kurmaylara bir mesaj olarak hazırlandığını düşündü.
İkilinin görüşmesi tüm bu tartışmaların ortasında gerçekleşti. Haliyle ilgi de uyandırdı. Ancak uyandırdığı ilgiye karşılık taraflar açıklama yapmasa da iktidara yakın kalem, merakları giderme arzusu içeren yazıyı kaleme aldı.
Buradaki iddiaya göre başından bu yana gelişen süreç Cumhur İttifakı’nın ortak stratejisi. Hatta “Erdoğan ve Bahçeli yeni dönemin parametrelerini 3 Ekim tarihli görüşmede belirlediler. Yeni bir strateji belirlediler. Buna yeni siyaset de diyebiliriz. 3 Ekim’de Erdoğan, Bahçeli’yi ziyaret etti. Oradan çıktı MGK toplantısına gitti” diyecek kadar da olaya hâkim ilgili kalem.
O halde Bahçeli’nin tutarlı biçimde bir ayı aşkın süredir sürdürdüğü açıklamalarla tutarsız biçimde gelişen hükümet uygulamaları ne demek oluyor? Selvi bu merakı da adeta gideriyor. Aynı yazıda diyor ki; “Devletin iki eli var. Biri devletin kudret eli, diğeri şefkat eli. Bir yandan devletin kudret eli PKK terör örgütünün üzerine çökerken, diğer yandan bölge halkına devletin şefkat eli uzatıldı.”
Bu söyleme göre Selvi, Cumhur İttifakı liderlerinin bir rol paylaşımı içinde olduğunu, amiyane tabirle “iyi polis-kötü polis”, “havuç-sopa” uygulamalarını bu strateji çerçevesinde göreceğimizi ima etmiş bulunuyor. Öte yandan yeni süreç stratejisinin; Kürt meselesi ile çatışma aktörlerini ayrıştırdığı, klasik “Kürt meselesi ayrı terör ayrı” algısı içerisinde çatışmanın Kürt aktörlerine dönük sert bir tasfiye konseptini planladığını da söylemiş bulunuyor.
Selvi aynı yazıda, devletin “kudret elinin” gereği olarak PKK’ye büyük bir operasyon olacağını, 38 belediyeye PKK ile iltisak gerekçesi ile kayyım atanabileceğini, devletin şefkat eli nedeni ile de bu uygulamalar esnasında 6-8 Ekim 2014 benzeri protestoların ve olayların olmasının önleneceğini savlamış.
Selvi’ye bakarsak, başlayan süreci bir nevi “isyan bastırma, ayrıştırma ve tasfiye stratejisi” olarak da tariflemek mümkün. İktidar cenahının daha önceki açıklamalarına göre zaten bir Kürt sorunu da bulunmuyor, o çözülmüştü, birkaç kişisel hak pürüzü varsa da o zaten hallolur.
Peki devletin “Kudret elini ve şefkat elini” birlikte kullanmayı öngören bir strateji, çatışma çözümünü, yani barışı getirir mi? Kürt meselesi gibi meseleleri olan ülkeler bu meseleleri böyle bir yöntemle mi çözdüler? Bu konuda dünya deneyimleri ne der?
Hemen başından söyleyelim ki benzer meseleleri olan ülkelerin her biri kendi özgün deneyimi içinde bir çözüm formülü üretmiş olsalar da, her bir ülkenin isyan ve şiddet üreten ilgili meselesi kendi özgün koşulları, zemini ve zamanının özelliklerine göre çözüm yolları üretti. Bununla birlikte bu ülkelerin,-işin içinde şiddet araçları ile bastırarak/imha ederek sorundan kurtulma arayışı yok ise, ya da taraflar bu yolun tükendiğine ikna ise- ortak özellikleri muhatabı yok etmek, inkarı yeniden üretmek biçiminde değil, geleceği birlikte kurmayı sağlayacak tanıma, tanınma, kabul ve yüzleşme olanaklarını çoğaltmak olmuştur.
Birbirine köprüler kurmayı sağlayan, provokasyonu önleyici, ortamı yumuşatıcı ve güven arttırıcı pratik politikalar üreten, müştereklerini çoğaltan adımlar olmuştur. Hatta pek çok deneyim, can sıkıcı ve köprüleri zorlayan şiddet dalgaları ya da provokasyonlar olsa da, silahların ele alınmasına yol açan gerekçeler kalkana kadar büyük sabır örnekleri olarak karşımıza çıkmışlardır. Pek çok deneyimin bir diğer ortak noktası, süreç başarıya varıncaya değin, daha önce denenmiş/ yaşanmış geçmiş deneyimlerin süreç bozucu örneklerinden elde edilen derslerle yol alınmış olması, bu deneyimlerden miras kalan kırılganlık ve güvensizlikler için ekstra özen ve güvensizliği giderici araçlar aranmış olması, ek mekanizmalara baş vurulmuş olmasıdır.
Bu durumda Bahçeli’nin 1 Ekim Meclis konuşması ile başlattığı bu sürecin bildiğimiz anlamda gerçek bir çatışma çözümü ve barış sürecine evrilmesi önünde ne tür riskler olduğuna ise bir de son deneyim ışığında bakmak anlamlı olabilir.
****
2013-2015 yılları arasını kapsayan çözüm sürecinin başarısız olmasında çok fazla neden var kuşkusuz ve her bir neden olası yeni sürecin başarısı için tartışılmayı, aşılmayı hak ediyor. Bu nedenlerden öne çıkan ve günümüzdeki çıkışla da benzerlikler taşıyan 9 nedeni anacak olursak;
Birincisi, O yıllarda Süreç doğru muhataplarla başlamış olsa da, her iki taraf da sürece farklı anlamlar biçti. İktidar sürece örgütün tasfiyesi odaklı yaklaştı, örgüt var oluş nedeni olan Kürt meselesinde çözüm odaklı beklentilere sahipti. Aradaki makas büyüktü.
Bu tür süreçlere taraflar farklı beklentilerle başlasalar bile, aralarında bir makas olsa bile çatışma çözüm süreçleri ilerledikçe makasın daralması beklenir. Oysa taraflar açtıkları makası daraltmadılar. Ortak bir hedefle buluşamadılar.
İkincisi, o dönem başlayan süreç belli boyutları ile kapalı kaldı, şeffaf kılınmadı. O nedenle sivil toplum desteği ya da denetimi sağlanamadı. Bu durum sürecin toplumsallaşmasında zafiyet yarattı.
Üçüncüsü, sürecin yasal güvenceleri oluşamadı.
Dördüncüsü, sürecin sağlıklı yürüyebilmesi için yapılması gereken yol temizliği yapılmadı, yasal ve meşruiyet düzlemi özgürlükler lehine güçlendirilmedi. Cezaevlerindeki hasta tutuklular dahi salıverilmedi.
Beşincisi, sürecin bir nevi silahların eşitliği ilkesi ile uyumlu biçimde, taraflar arasında müzakere eşitliği sağlanmadı. Müzakere ve müzakereci koşulları eşitlenmedi.
Altıncısı, güven ve eşitlik problemlerini, tıkanma hallerini aşmayı kolaylaştıracak ara mekanizmalar kurulmadı. Özellikle üçüncü gözün/gücün eksikliği epey hissedildi.
Yedincisi, o süreci destekleyenlerin oranı %78’lere varsa da; MHP ve kurucu bir parti olan CHP gibi toplumun milliyetçi, devletin mukaddesatçı- ulusalcı damarını besleyen iki partinin sürece çekilememiş olması, Parlamentonun bağlayıcı ve sonuçlandırıcı gücünün işin dışında kalması sürecin başarıya ulaşmamasında önemli bir neden olarak karşımıza çıktı.
Sekizincisi, iktidar o süreci başlattığında Ortadoğu’da yeni imkanlar ortaya çıkmaya başlamıştı. Kürt meselesinin çözümü halinde ancak bu yeni büyüme imkanlarına sahip olunacağı varsayılıyordu.
Tarafların barış ve çözüm süreçlerinde kimi çıkarlar öngörmeleri anlaşılabilir. Ancak bu çıkarlar çözüm gereğinin önünde koştuğunda ve bu çıkarlara erişimde başka olanaklar söz konusu olduğunda, çözüm süreci birilerinin çıkarları lehine araçsallaştırıldığında akamete uğraması pekâlâ mümkündü.
O yıllarda olan biraz da buydu; ilerleyen zamanda iktidar bölge imkanlarına erişimi sağlayacak başka olanakları kullanmayı tercih etti. Türkiye’nin Suriye’ye askeri ve De Facto olarak idari girişi, Rusya ile kurduğu konsept bununla ilgili, oyun bozucu bir diplomasi tercihi bununla ilgili.
Dokuzuncu, bu tür müzakere süreçlerinde karşı tarafın yeni olanaklar elde etmesinin önlenmesi hevesi. Zayıf ve bağımlı kılma isteğinin sert pratik politikalarla sağlanma çabası. Suriye’de yaşayan Kürtlerin Rojava ve bir bütün Kuzey Suriye hattında elde ettiği De-facto özerklik hali ve küresel güçlerle kimi ortaklıkları bu kapsamda sayılabilir.
Şimdi henüz başlamayan ama bir ön müzakere süreci olabilir mi dediğimiz bir zamanda yaşananlara bakınca, son çözüm süreci ile benzerlikleri dersler alınmadığı kaygısı oluşturuyor doğrusu.
Üstelik bir tür ön müzakere süreçlerinde rastlanması olağan olan çözüme gidebilmeyi sağlayacak iklimin kurulması ve ortaklaşma koşullarının çoğaltılması meselesi burada tersine işliyor gibi. Bu tür süreçlerde beklenen; güvenlikçi politikaların terki, güven arttırıcı yönelimler, esnemeler, hak ve özgürlüklerin önündeki bariyerlerin kaldırılması ve arttırılması, tarafların birbirine jestleri, gerilimi azaltıcı politikalar ve tedbirler, kullanılan dil ve söylemlerin çözüm odaklı kurulması, toplumun sürece hazırlanması, yumrukların açılması vs. olur.
Ancak Bahçelinin söyleminin ardından gelişen negatif uygulamalar, kayyım atamaları, operasyon hazırlıklarına dair haberler, Müzakereci ilan ettiği aktöre tecrit/cezalandırma usullerinin devamı, kamuoyu eliyle toplumun süregiden bir şiddet ve gerilim politikasına tahkiminin sürdürülmesi, hükümet kanadından yapılan sert, gerilim ve güvenlik politikalarının sürdürüleceğine dair açıklama ve söylemler, “devletin kudret eli ile şefkat eli devrede” teorileri (Mehmet Uçumun açıklamaları, operasyon ve kayyım atamalarının sürdürüleceğini ısrarla yazan Selvi’nin hükümet içi kulis yazıları vs) doğrusunu isterseniz alışılmış ve anlamlı bir müzakereye bizi taşıyacak olan bir “ön müzakere” sürecinde olduğumuz hissiyatını vermiyor.
Daha çok karşı tarafı yıldırma, “yenme ve yenilme” ikilemi içinde zayıflatarak ve eşitsizliği büyüterek masaya oturtma ya da teslim alma stratejisi devrede gibi algılamayı mümkün kılıyor.
Eğer “barış” söyleminde ciddi ise Cumhur İttifakı, bu uygulamalar en iyimser tabirle ille de çatışma çözümü literatürüne girecek bir metot olarak adlandırılacak ise belki “negatif ön müzakere” süreci olarak tanımlanabilir. Ama negativizme ve gerilime doymuş, iyiden iyiye ayrışmış bir toplumu buluşturan, eşitleyen, ortaklaştıran bir çözüm buradan çıkar mı? Hiç emin değilim.