• Ana Sayfa
  • Gündem
  • “38’de Dersim tanrının yeryüzündeki cehennemiydi…”

“38’de Dersim tanrının yeryüzündeki cehennemiydi…”

Geçtiğimiz Mayıs ayında yaşamını yitiren Dersimli şair ve yazar Fadıl Öztürk’ün; Dersim 38 hakkındaki yazısı…

“38’de Dersim tanrının yeryüzündeki cehennemiydi…”
“38’de Dersim tanrının yeryüzündeki cehennemiydi…”
Haber Merkezi
  • Yayınlanma: 15 Kasım 2025 16:13
  • Güncellenme: 15 Kasım 2025 16:18

Fadıl Öztürk

Kaçarken geride bıraktıkları ölülerden öğrendik. Alınlarını taşıyan kaşlarıyla aynen bize benziyorlardı. Yüzleri vardı, anneleri tarafından öpülmüş çocuk yüzleri…

Biz o yüzde, suda yaşayan insanlardık, dağlar solungaçlarımız, kuşlar hava kabarcığımızdı. Bir gün Ankara’dan o suyu kuşatmaya geldiler… İmparatorlukları suda erimiyor, örste dövülmüyordu. Dualarımıza sığındık, insafın sınırlarını bile aşıyordu öfkeleri. Kandan bir gömleği geçirip gencecik insanların bedenlerine, “gidin öldürün, ölün!“ diyorlardı. Bizi de kendilerine benzeterek, kanlıları yapmak istiyorlardı. Olmadık! Yeri gelince yaralarını yaramız gibi sarıp, hayatlarına geri yolladık onları…

Kadın, çocuk ve yaşlılar olarak çekildik meşe yapraklarının altına. Kar tutan, bulutu başına bağlayan ama öfke tutmayan dağların insafına sığındık. Dağların eteğinden tutunmuş biz ‘zavallıları’ ne ziyaretler, ne de dağlar kurtardı. Tanrısı terk etmiş kullar olarak, çocuklarımızın ölüsünü gözyaşlarımızla yıkadık…

*

Kaçarken geride bıraktıkları ölülerden öğrendik. Alınlarını taşıyan kaşlarıyla aynen bize benziyorlardı. Yüzleri vardı, anneleri tarafından öpülmüş çocuk yüzleri… El, ayak parmak sayılarımız birbirinin aynıydı. Bazılarının parmaklarında yüzükleri vardı. Geri dönmezlerse ardından ağlayacak sevgilileri olduğunu tam orada anladık ve yüzlerini gün doğumuna çevirerek, ölülerimiz gibi, onları o yüzükleriyle gömdük…

Bir farkımız vardı onlardan. Bizim parmaklarımız hayata, onların parmakları bir emirle tetiğe uzanıyordu. Damarlarında dolaşan kan bizim damarlarımızdan akanla aynı renkteydi. Bir anne, sütüyle büyütmüştü onları; bizi büyüten anneler gibi bembeyaz. Ama devlet ölüme yolluyordu onları. Orada kendi kardeşlerimizi gömer gibi acıyla gömdük onları.

Perşembenin boynu akşama eğilip, karanlık dünyamıza egemen olurken, mezarları gören pencerelerimize bütün ölmüş ve öldürülmüşler için de bir mum yaktık. Acı bizi, biz insanlığımızı hiç terk etmedik.

Kuşların yurdu gökyüzüydü üstümüzde ve gece yerini yıldızlara bırakırdı. Işıkla kuşlar arasında bir ilişki vardı mutlaka, anne ile oğul arasında olduğu gibi doğal bir ilişki… Ama insanla toprak arasındaki ilişki neden ölümdü ve neden ölüm çok karanlıktı tanrım?..

İndirilmiş bütün kitapların satır aralarında mezarlar varken ve biz onların tersine yüzümüzü ışığa dönmüş, ateşi hiç söndürmemişken, bedenlerimizi ruhumuz gibi kötülükten arındıran nefisken, neden kimse imdat çığlığımızı duymadı ve neden sesimiz ateş değil, kül olup döküldü?

Ya Düzgün Baba, ya Munzur Baba, ya Sultan Xıdır, neden bizi kendi yurdumuzda terk ettiniz? Bir başka yurdu istilaya mı gittik, bir başka diyarı esir tutup, kılıçtan mı geçirdik? Neden?..

Hayat bir gömlekti üstümüzde, canımızdan dokunmuş ipekten bir kumaştı. Oğullarımızın acısıyla soyunduk ölüm ölüm, çıplak kaldık. Kızlarımızın kendini suya atmasıyla yıkadık ağıtları, çıt çıkmasın diye emdikleri memeye başları bastırılarak boğuldu bebelerimiz…

Şarkılarımızın gözyaşlarından yapılmış olması bundandır…

Susun!..

Çıt çıkmasın!..

Kalbinizi durdurun, nefes alışınızı, ölüm duyar! Susun!..