Kürt Meselesinde çözüme yönelik tartışmaların yeniden başladığı bu günlerde CHP’lİ Esenyurt Belediyesine, DEM Parti’li Mardin, Batman ve Halfeti belediyelerine kayyım atandı. Siyasetteki bu ikili hal devlet ile hükümet arasında uyumsuzluk mu var tartışmalarını da beraberinde getirdi. Tartışmalar kamuoyunda sıcaklığını korurken, Cumhur İttifakı’ndan açı farkları taşıyan açıklamalar gelmeye devam ediyor. Küresel siyasetteki gelişmelerle birlikte ele alındığında bu durum kamuoyunda belirsizlik olarak yorumlanıyor.
“Meselenin tanımlanmaması çözümsüzlüğü beraberinde getiriyor” diyen Prof. Dr. Doğu Ergil ile Kürt meselesinin dünü, bugünü ve çözümüne dair gelişmleri konuştuk.
1995’te Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği adına ‘Doğu Raporu’nu hazırladınız. Yayınladığınız rapor bölgenin potansiyeli, sorunları ve çözüm önerileri konusunda önemli bir kaynak olarak kabul edildi. 2024 yılı Türkiye’sinden bakınca, aradan geçen bunca zaman sonra, temel nedenlerdeki değişimler, farklılıklar neler oldu sizce? Ne değişti ne değişmedi?
1995’te yayınlanan rapor Kürtlerin olmadığı, yani resmi olarak Kürtlerin tanınmadığı bir dönemde kaleme alınmıştır. O yüzden de adı “Kürt Raporu” değil “Doğu Sorunu” adını taşımaktadır. Çalışma, üç ana bölümler oluşur. İlki, ‘kamu aklı’ adını verdiğim, özellikle çatışma bölgelerinde insanların kendilerine dönük algıları, kendilerinin nasıl adlandırdıkları yani kimlik meselesi; ikincisi, yaşanan bu mücadeleye -isterseniz sorun diye kısaltalım- nasıl tanımladıkları, devlete nasıl baktıkları konularında bir dizi sorulardan oluşan bir anketin sonuçlarına dayanıyor.
İkinci bölüm, ‘elit aklı’ olarak adlandırılabilir. Bu bölümde yer alan bilgiler, bir dizi yerel cemaat (topluluk) ve kanaat önderleri ile görüşülerek kaleme alındı. Bu grubun içinde geleneksel olanlar da var. Yani aşiret reisleri mollalar veya oranın tabiriyle meleler olduğu gibi, gençlik, işçi örgütleri, meslek örgütlerinin önde gelenleri var. Amaç, onların meseleyi nasıl görüyor, çözüm olarak neyi düşünüyorlar ortaya çıkarmaktı. Bu çalışma yüz yüze görüşmelerle, derinlemesine mülakat şeklinde yapıldı. Çatışma bölgelerindeki anket çalışmasının sonuçlarını, olası değişikleri tespit etmek ve karşılaştırmak için bu illerden göç eden insanların yaşadığı Antalya, Mersin ve Adana’da ikinci bir anket çalışması yapıldı. Amaç, göç edenlerde meydana gelen duygu ve tutum değişikliğini tespit etmekti. Böylece gidenler, topluma entegre olup artık kendisini “Kürt sorunundan”, bölgesel sorunlardan soyutluyor, topluma entegre oluyor mu yoksa daha mı radikalleşiyor, keskinleşiyor, sorularına yanıt aramaktı.
Üçüncü bölüm, dünyadaki, en azından Avrupa’daki tecrübelerden yararlanarak “uluslararası akıldan” yararlanmayı amaçlamıştı. Özelikle “İngiltere ve Kuzey İrlanda’da IRA Sorunu, İspanya ve Bask Yöresinde ETA Sorunu Demokrasiye ve Hukukun Üstünlüğüne Bağlı Devlet Yapısı İçinde Nasıl Çözülmeye Çalışıldı?” sorusuna yanıt bulmak amacıyla İspanya ve Bask bölgesine ve İngiltere ve Kuzey İrlanda’ya gittim. Oralarda resmi yetkililer, akademisyenler, siyasetçiler, tarafların temsilcileri ile görüştüm. İzlenimlerim, yürürlüğe konan uygulamalar, derlediğim belgeler ve adı geçen ülkelerde yapılan kapsamlı sosyal araştırmalara dair çalışmalarımı üçüncü bölümünde kaleme aldım.
Bütün bunlar, uzun süre adı konmayan adı konmadığı için de nasıl üstesinden geleceğimizi bilemediğimiz bir sorunu anlamak, anladıktan sonra da bir takım çözüm önerileri geliştirmek için yapılmıştı. Daha sonra çıkan bir kitapta bu çabalar şöyle dillendirilmişti:
“Bugüne geldiğimizde ne değişti? Artık bu sorunun bir tarafı olarak Kürt varlığı kabul edildi. Bu değişiklik çok önemli çünkü olay o raporla tartışılır hale geldi. Sonrasında inanılmaz bir şey oldu; rapor çıkar çıkmaz bir baraj yıkıldı ve tam bir ay, her gün bütün basın ajansları, televizyonlar, gazeteler bu raporun şu veya bu parçasını, şu veya bu görüşü veya bulguyu tartıştılar, yazdılar, söylediler… bu yayınlardan üçte ikisi aleyhteydi, üçte biri lehteydi. Pekiyi o günden bugüne fazla bir şey değişti mi? Millet bu çözümsüz sorundan bıktı, yoruldu ama “terörizm veya bölücülük” olarak adlandırılan olayla mücadele biçimi sürdürüldüğü için toplumdaki ikilik ve düşmanlık duyguları silinmedi. Hâlâ Kürtler bir kuşku vesilesi; ülkeyi bölebilecek bir unsur olarak görülüyor.” (Kürt Raporu, Timaş Yayınları, 2009)
Kürt meselesinin çözümsüzlüğü konuşulurken en yıkıcı yanlarından biri de ekonomi. Genellikle bir savaş ekonomisi olduğuna vurgu yapılıyor. En son Devlet Bahçeli de bir grup konuşmasında şimdiye kadar yaklaşık 3 trilyon dolar harcandığını ifade etti. Sizce bu devasa kaynak çözüm için kullanılamaz mıydı? Kürt meselesinin eko-politiği hakkında neler söylemek istersiniz?
Ülkemiz, hızlı ve köklü bir değişim sürecinden geçiyor. Her kapsamlı değişim, bir alt-üst oluşturur. Kurumlar, değerler ve statüler değişir. Bu kadar büyük çaplı dönüşümler, bireylerin ve toplulukların hayatlarında köklü “kopuşlara” ve “kaymalara” neden olur. Değişimi “tehdit” olarak algılayan veya yeni düzende yerlerini beğenmeyen bireyler ve gruplar, tedirginliklerini radikal çıkışlarla ifade edebilirler. Maalesef terörizm, bu radikal ifade biçimlerinden biridir. Ülkenin bütünüyle sosyal ve ekonomik açıdan entegrasyonunu engelleyen düşük gelişme düzeyi ve geleneksel ilişkilerin varlığını sürdürmesi, ciddi sorunlara yol açıyor. Sosyal sorunlar, eninde sonunda siyasete yansıyor. Siyasal istikrarsızlık, ekonomik gelişmeyi geciktiriyor.
“Kürt Sorunu” şimdiye kadar bir güvenlik sorunu olarak algılandığından hep askeri ve polisiye yöntemlerle çözülmeye çalışıldı; bu masraflı ve çatışmacı bir yaklaşım. 1990’larda ordunun neredeyse yarısı, polis teşkilatının önemli bir kısmı, jandarma, güneydoğu bölgesinde veya ülkenin doğu bölgesinde bir savaş yürüttü. Siyaset bilimi yazınında bunun adı “İç-Savaş”tır (kibarca ‘düşük yoğunluklu savaş denir (!)) Yerli ve milli adı ise: “Terörizmle ve bölücülükle savaştır.” Adı böyle konunca, çözüm yöntemi kaçınılmaz olarak sorunu yok etmek için sorunluyu yok etmek oldu. Oysa sorun, bir “sosyal anlaşmazlık” olarak değerlendirilseydi sorunu çözmenin yöntemleri de değişirdi. Sosyal anlaşmazlıkların çözümünün birçok yolu yöntemi var. Bunlar psikolojik, ekonomik, siyasal, diplomatik vb… Bu alanların uzmanları araya girerler ve sorunun hem tanımlanmasında hem çözümünde katkıda bulunabilirlerdi. Dünya istikrar istediği için uluslararası bir sürü resmi ve gayri resmi kuruluş hem insanî hem maddî kaynaklarını seferber edebilirlerdi. Ama biz bunu tercih etmedik; yönetim ve güvenlik bürokrasisi yanında siyaset kurumu da meseleyi bir güvenlik meselesi bir bölünme endişesi olarak kodladı ve bu tutumunu sürdürdü.
“Çözüm” (yani çatışma) için çok büyük kaynaklar tahsil edildi. Eğer bu kaynaklar bölgenin kalkınmasına, istihdam olanakları yaratılmasına, bölgenin sanayileşmesine ve o bölgenin özellikleri olan tarım, hayvancılık ve su kaynaklarının kullanılmasını içeren büyük bir ekonomik hamleyi hayata geçirmek için kullanılsaydı bugün başka bir ülkede yaşıyor olacaktık. GAP yatırımları bu girişimin bir parçası olacaktı. Çok iyi hatırlıyorum, 90’larlarda güvenlik bürokrasisi GAP’ın Kürt sorununu çözeceğine inanıyordu. Bunu bizzat onların ağzından dinlemişimdir.
Fakat dikkat ediyorsanız bugün hiç GAP’ın Güneydoğu’nun ekonomisine katkısından, nasıl Türkiye’yi kalkındıracağından söz edilmiyor. Demek ki artık bu konudaki abartılı beklentilerden vazgeçilmiş. Özetle, güvenlik için sarf edilen trilyon dolarlar (Sn. Bahçelinin beyanı) bölgenin kalkınmasına, insan kalitesinin yükselmesine yönelik yatırımlara yönelseydi, bölgede ve ülkede çok önemli değişiklikler olabilirdi. Bu bir siyasal tercihti, yapılmadı. Toplumun da yöneticilerine, seçtiği siyasetçilere böyle bir baskısı olmadı. Çünkü toplum sürekli olarak bir güvenlik endişesi ve bölünme korkusuyla şartlanmıştı. Halâ bu etkinin altında.
Çözülmeyen sorun yıllar içinde sınır aştı ve bölgesel bir nitelik kazandı. Güvenlik önlemleri ülke içinden ülke dışına da yöneldi. Şimdi Irak’ta ve Suriye’de düzinelerle askeri üssümüz var, askerî harekâtlar yapıyoruz. Hava kuvvetlerimiz sürekli Irak ve Suriye topraklarını bombalıyor. Bunlar pahalı operasyonlar.
Diğer yandan biz Şam yönetimini devirmek için Suriye’de bir dizi radikal örgütle iş birliği yaptık. Dünyanın “terörist” olarak nitelendirdiği bu Cihatçı unsurlar ile iş birliği yaptık, bütün masraflarını karşıladık, onlara para verdik, silah ve mühimmat verdik, hala pahalı varlıklarını sürdürüyoruz. Özetle, güvenlik endişelerimiz ekonomimizin dibinde büyük bir delik açtı. Ülkemizin refahının artmasına izin vermedi. Oysa durum çok farklı olabilirdi, fakat dediğim gibi, bu bir siyasî tercihtir.
Galiba aynı güvenlik endişesi Kürtlerle uzlaşmaya zorluyor.
Cumhuriyetin kuruluşunun 101.yılındayız. “Türkiye Cumhuriyeti’nin Kürt sorunu yoktur” deniyor. Fakat başta Kürtler olmak üzere halklar; cumhuriyet sorunumuz var, demokratik değil diyor. Sizce cumhuriyetin niteliklerinde aşınma mı var yoksa iddia edildiği gibi sorunsuz şekilde herkese yetecek bir aşma mı var?
Hiç şüphe yok ki Cumhuriyet, siyasi bir devrimdir. Fakat eksik bir devrimdir. Çünkü bu siyasal devrimi ayakta tutup onun sürekliliğini sağlayacak olan ekonomik ve sosyal devrimler gerçekleşmemiştir. Kültürel alanda, yani dünya ile uyumlu bir eğitim ve yaşam tarzı geliştirmek doğrultusunda ciddi açılımlar gerçekleştirildiyse de yavaş ve sınırlı ekonomik gelişme, toplum yapısında önemli bir değişiklik yaratmadı. Bu da kültürel dönüşümü sadece kentlerde sınırlı bıraktı. Söz konusu kesim, toplumun %20’sini geçmedi. Tarikat ve aşiret yapılarının bugüne kadar varlığını sürdürmesi, cumhuriyet (siyasî) devriminin toplumun bütününe ulaşamamış olmasının göstergesidir.
Cumhuriyetle gerçekleşen siyasal devrim, toplumun gelişme düzeyiyle sınırlı kaldı. Ne yazar TBMM’nin duvarında? “Egemenlik, Kayıtsız Şartsız Milletindir” Oysa böyle olmadı; egemenlik hep kayıtlı şartlı milletin oldu hep millet adına birileri karar verdi ve verdiği kararları uyguladı. Millet istese de istemese de kendi bildiğini okuyan bir yönetim tarzı yerleşti. Bu durum, bugüne kadar değişmedi.
Devletle toplum arasındaki bu otoriter ve hiyerarşik ilişki nedeniyle muhafazakârlar Kemalistleri, Kemalistler de muhafazakârları suçlar. Fakat bu tepeden ve topluma çok aldırmadan yönetme anlayışı, yaptıklarından ettiklerinden hesap vermemek eğilimi, hukuka riayetteki isteksizlik hiç değişmedi. Bu durumun baş nedeni, kalabalık ama gelişmemiş bir toplumda en güçlü kesim olan bürokrasinin rakipsiz olarak devlet mekanizmasını ele geçirip toplumu yönetmek, yönlendirmek ve şekillendirmek için kullanmış olmasıdır.
Çok partili döneme girildikten bugüne kadar bu uygulama değişmemiştir. Devlet kurumunun toplumun üzerinde ve dışında kurulmuş olması, toplumla devlet arasında hiyerarşik, eşitsiz bir ilişkinin kurulmasına neden olmuştur. Devlet toplumun hizmetkârı değil. Efendisi ve sahibi olmuştur. Hala da öyledir. 22 sene önce devlete hiçbir borcu olmadan iktidara gelen bir parti bile egemenliği topluma mal edeceğine, toplumu devlete muhtaç etmiş ve bu ilişkinin aracılığı yoluyla hem kendisini hem devlet kurumunu tahkim etmiştir.
Demokrasilerin gerektirdiği haklarının, özgürlüklerinin olduğu kadar ödev ve sorumluluklarını bilincinde olan birey, yani yurttaş yerine tebaa zihniyeti devam etmiştir. Oysa yurttaş kurucu öğe ve rejimin paydaşıdır. Fikirleriyle yönlendirir, talepleriyle yasallığın sınırını çizer, yönetenleri gözler ve uygulamalarını denetler. Bunu yapamayan kişi yurttaş değildir. Seçtiklerinin emrine giren tabii bir varlıktır. Devleti kendi yönetim aracı, gücünün kaynağı olarak gören yönetici kadrolar, devlet-toplum, yöneten-yönetilen arasındaki hiyerarşik bağın bozulmasını hiç istememişlerdir. Keyfiliğe kolayca evirilen bu durum, hukuk devletinin temellerini de yerinden oynatır, oynatmıştır.
Hukuk devleti oluşamayınca, hak arama ve özgürlükleri savunma, yasadışı eylem muamelesi görmüştür. Bu durum siyasal istikrarı olumsuz etkilemiş, o da ekonomik gelişmenin güdük kalmasına neden olmuştur. Bu tabloya bakarak Türkiye toplumunun cennetle cehennem arasında, arafta bir yerde durduğunu söyleyebiliriz.
Kürt meselesinin demokratik ve barışçıl yollarla çözümü için siyasal irade ortaya konulduğu taktirde bunun ‘sisteme’ yansıması nasıl olur sizce?
Öncelikle bir “Kürt sorunu” olduğunu kabul etmek lazım. Kürtlerin sorunu varsa, bu sorun diğer paydaşlarının hayatını da etkilediği için ne olduğunu anlamaları ve kabul etmeleri gerekli. Ama böyle olmadı. Sorunu gözden uzak tutmak için “sorunlunun” varlığı inkâr edildi. 80’lerde iyice koyulaşan bir resmî körlük yaşandı: Kürt yoktu! Televizyon diliyle, “bir etnik grup” vardı ama adı söylenmiyordu. Olmayan bir topluluğun dili de olmazdı. Kürtçe, “binmeyen bir dil” oldu. Bu inkârcılık, bir sürü yasak ve baskı ile birlikte geldi. Baskı, Kürt tarafının silahlı eylemleriyle meşruiyet kazandı ve yaygınlaştı. Bu isyan ve bastırma sarmalı ülkeyi bir savaş alanına çevirdi. İnsan ve maddi kaynakların heba edilmesi yanında toplumun güvenlik duygusu ve özgüveni sarsıldı, ekonomik gelişmesi olumsuz etkilendi.
Olayların çapı büyüdükçe, sorun Kürt nüfusu barındıran komşu ülkelere taştı. Ne adı konuldu ne çözülebildi. Olgu, karşı yöntemlerle anıldı: “Terörizm ve bölücülükle mücadele”!
Bu siyasal körlük ve çözümde gecikme sonucunda sorun, artık bölgesel, çok-uluslu bir olgu olarak Türkiye’nin karşısına duruyor ve Ankara bunu artık bir dış tehdit olarak değerlendiriyor. Bir zamanların iç tehdidinin, şimdilerde dış tehdit olması ne yaman bir ironi! Oysa tüm araştırma raporlarımda ve onları içeren kitaplarımda “Bu bizim sorunumuz, çözmezsek, çapı büyür ve başka aktörler işe karışır ve olay bizim inisiyatifimizden çıkar” diye yazdım, söyledim. Bu sözler 30 yıldır dikkate alınmadı ve şimdi ülke yönetimi çözemediği, çözmediği sorunu, BEKA (varlık-yokluk) meselesi olarak görüyor.
Devlet Bahçeli’nin çıkışı ile şimdi sınır dışından gelecek tehditlere karşı Abdullah Öcalan’ın muhataplığından önce Türkiye, sonra onun sözünü dinleyecek ülke dışı Kürtlerle anlaşmaya çalışacağız. “Çalışacağız” diyorum ama bu süreç, toplumsal değil, dar kapsamlı (Saray-İmralı arası) bir anlaşma olarak düşünülmüş. Başarı şansı tartışmalı. Ama belli ki çetin müzakereler olacak ve zaman içinde diğer aktörler devreye girecek.
Özetle, meseleye Devlet Bahçeli’nin Meclis’te yaptığı konuşmada söylediği gibi, “Gelsin silahlı örgütünün başı Meclis’te örgütünü lav ettiğini söylesin” kolaylığında değil bu kangrenleşmiş sorunun çözümü. Kaldı ki olası bir çözüm, Türkiye’de ciddi siyasal ve hukukî değişikliklere neden olacak. Bunların hepsi siyasilerimizi korkutuyor ve onların korkuttuğu halk da bu korkuyu diri tutuyor.
O korkular ki toplumun hücrelerine sinmiş endişeleri, düşmanlıkları, duygusal kopuşları barındırıyor… Bunları giderip, bir barış(ma) havası yaratmak, siyasal kültürde çok ciddi değişiklikler yaratacak. Toplum buna daha hazır değil. Bir tarafta hiçbir taviz verilmemesini, öteki tarafta tam bir ayrılığı ve bağımsızlığı savunan uç kanatlar var ve bunlar direnecekler.
Diğer yandan işin uluslararası, en azından bölgesel, boyutu var. Bölgede birbiriyle anlaşamayan, hatta çatışan ülkeler var. Bunların bazıları hem kendi içinde hem birbirleriyle savaşıyor. Türkiye, özellikle bilinçaltındaki bölünme kaygısıyla bunlardan bazılarına müdahil oldu. Müdahil olduğu için de oradaki gelişmelerden daha bir etkileniyor. Örneğin, Suriye’deki Kürt Özerk Yönetimi’ni büyük bir tehdit olarak görüyor ve yok etmeye çalışıyor. Bu nedenle bir dizi sevimsiz ve tehlikeli silahlı örgütle iş birliği yaptı. Bunların bir barış(ma) durumda ortada kalıp, şiddetlerini eski hamilerine çevirmeleri olası.
Bu değerlendirmenin ışığında bir çözüm veya barış(ma) söz konusu olacaksa bütün Kürtlerle olması lazım; içerdeki ve dışardaki…
Güncel tartışmalarda Devlet Bahçeli, DEM Parti, ana muhalefet partisi CHP ve PKK lideri Abdullah Öcalan açıklamalarda bulundu. AK Parti Genel Başkanı ve Cumhurbaşkanı Recep Tayip Erdoğan’ın ne diyeceği bekleniyordu. 30 Ekim günü grup konuşmasında konuştu. Cumhurbaşkanı Erdoğan ne söyledi ne söylemedi? Konuşmayı nasıl yorumluyorsunuz?
En beklenmedik aktörden gelen ve üst kattan önümüze düşen bir cisim gibi siyasal hayatımızı alt-üst eden çağrı ile yeni bir dönem başladı. En azından doğan hava bu… Çağrı, olası bir barış(man)ın tarafı olarak seçilen Abdullah Öcalan’a “gel uzlaşalım” duyurusu. Anlaşılan kendisinden beklenenleri yapması karşılığında İmralı’dan çıkartılacak ve siyasal partiye dönüştürülmesi olası olan örgütünün başında hayatına devam edecek. Sonrası güllük gülistanlık!..
Bugüne kadar süren mücadele sırasında atılan tohumlardan oluşan dikenli ortam pek düşünülmemiş. Siyasetin (özellikle dış siyasetin) militerleşmesi; ‘düşmanın’ içerde tanımlanması nedeniyle doğan kin, nefret, intikam duyguları; sorunun uluslararası hale gelmesi konuları pek çalışılmamış. İki başkan (devlet-örgüt) anlaşınca bu kadar karmaşık bir sorun yok olacak sanılıyor. Bir başlangıç, son olacak sanılıyor. Oysa uzun süreli anlaşmazlıkların çözümü zordur ve çok emek ve uzmanlık gerektirir. Henüz böyle bir hazırlık görmüyoruz. Sorunu yaratan siyaset kurumundan çözüm bekliyoruz.
Bu arada ilginç yorumlar dolaşıma girdi. Bir yoruma göre perde gerisinde duran Erdoğan ile Bahçeli bir “devlet projesini yürürlüğe koyuyor dolayısıyla, şöyle veya böyle bu iş sonuçlandırılacak.
İkinci yorum, devlet kanadını temsil eden Bahçeli ile hükümet kanadını temsil eden Cumhurbaşkanı Erdoğan arasında tam bir iletişim olmadan devletin özellikle güvenlik bürokrasisi Bahçeli’yi ciddi bir BEKA sorunu olduğuna inandırdı. Bahçeli de şimdiye kadarki söylemini ve duruşunu terk etti. Yani katı ve koyu milliyetçiliğin dışında, sadece Türklerden oluşan dar bir millet-devlet tanımına sıkışmadan, çoğulcu -Kürtleri de içine alan- bir devlet ve millet anlayışını benimsedi.
Bu yorumların en uç noktası, Sayın Erdoğan’ın bir emrivaki ile karşılaşmış olması ve Bahçeli’nin çıkışına Rojava’nın bombalanması, Mardin, Batman ve Halfeti belediyelerine kayyım ataması ve en son olarak Sayın Tuncer Bakırhan’ın Mardin’de gerçekleştirdikleri grup konuşması nedeniyle soruşturma açılması ile karşılık vermesi. Bunların anlamı, benim tutumumda bir değişiklik yok mesajı taşıması. Bahçeli’nin yanıtı, attığı adımın arkasında durduğunu ilan etmesiyle geldi.
Öyle görülüyor ki bu belirsizlik kısa sürede giderilecek. Bakalım o zaman iddia edilen devlet ve hükümet görüşleri arasında fark var mı? Varsa da bu farkın çok derin olması mümkün değil çünkü hükümetin bekası aralarındaki uzlaşmanın devamına bağlı.
Bütün bu gelişmelere bakarak denilebilir ki, Türkiye ciddi olaylara gebe ve gelişmelerin ne yönde olacağı ülkenin yakın geleceğini ciddi biçimde etkileyecek.