Samsat’a atla bir saat mesafede ki Gavraq köyündeyim; şimdi buranın bir tepesi var diye “Tepe Köy” diyorlar. Ne diyeyim, büyüklerimiz böyle düşünmüş… Büyüklerimiz yer adlarını değiştirerek oranın değişeceklerini zannetmişler. İşte tam burada, bunları düşünüp domates biber fidelerini eşelerken, uzaktan bir atlı göründü, geldi; attan indi, yaramı deldi geçti, dedi: “Karl’dan selam getirdim, gelsin diyor.” Önce öksürüverdim, duymazlıktan geldim, sonra “misafirdir” dedim, atını ahıra götürdüm, kardeşlerime de, “ilgilenin” dedim. Birden bir şey fark ettim, atın sol ayağı topallıyor, nalı çürümüş! Ahırda atın ayağına baktım, durum vahim, nalın altından sarı sular akıyor, içim yandı. Adama yemek verip yollasam, atı harap olacak, ne yapsam? Bir iki döndüm, köylünün dilinden de korktum, derler, irinli atı geri çevirdi, derler, misafirine yüz vermedi. Kim ne anlar dertten, üstelik buranının insanı sıcakta kendini bile dinlemez. Desem ki Karl’a çok dargınım, desem ki beni hiç dinlemedi.
Ahıra döndüm, nalı çıkarttım; toynaklar birkaç gün daha geçse süngere dönecekti. Atla şöyle bir göz göze geldik. Atın gözleri, göz çukurunda pamuk gibi eğrilmişti, beyazı kaybolmuş, yorgun olduğundan çapaklarında kırmızı ve beyaz baloncuklar oluşmuştu; beyazına kırmızı karışmış ki buna kan oturması denir. Annem derdi, “kan oturursa kalkmaz, kanı kurutmak gerek.”
Misafiri bir yana bıraktım, atı temizledim, bileğini sıktım, bir irin ki anlatılmaz. Ta ki toynaklar ayna gibi ışıdı, nefes aldım; bir sürü ot kaynattım, bunları lapa yaptım, toynaklara sürdüm, bileği sardım. Bütün bunları akşama kadar yaptım, ter içinde kaldım. Bu arada misafirimle ilgilenmedim. Bizimkiler sağ olsun ilgilenmişler. Nedeni şu: Ben Avrupa’ya dargındım, ya esir ediyor ya esaret altında bırakıyorlar; hem kadınları hem erkekleri böyledir. Ben efendi de olmak istemiyorum, köle de… Efendilerin seçtiği siyasetçileri vardı, oy hakkı diye bir şey yoktu; yani bizim köy kadar değillerdi. Mesela bizim köyde, bir ara reisimiz öldü… Reisin ne oğlu ne kardeşi vardı. Genç ölmüştü. İki çocuğu vardı, biri kız biri oğlandı, konuşamıyorlardı ama bir karısı, kimseyi ıssız bırakmadı, başa geçti, aileyi ve kendilerine bağlı sekiz köyü idare etti; kadının çift başlı baltası, hançeri atının terkisindeydi ve sırası geldiğinde gümüş saplı baltayı bıçak gibi fırlatıp hedefi vurabiliyordu. Hele sapan yapmada ve atmada ondan ustası yoktu, çakalı gözünden vurabilirdi. Neyse bu, uzun hikâyedir. Atla işim bitince çardağa çıktım, misafirim dinlenmişti, yemek için beni bekliyorlardı. Bizimkiler hindi yapmışlar. Misafirim ukalaydı, “a sizler de mi hindi yaparsınız” dedi. Orda koptum. Misafirim olmasa, atımı verir, atını alır, o gece yollardım. Bilirim Avrupa insanı mülayimdir, doyduktan sonra ağzı kurur, seni dinler, bilirim. Çok konuşacağını zannettim, kısa konuştu; dedi, “Karl’ın sağlığı iyi değil, seni istiyor, ille Sarkis gelsin.”
Ne yapacağımı bilmedim. Bir de kitabını imza etmiş: “Sarkis’e, ömür boyu…” Kalınca bir kitap, Kapital Cilt 1…
Bizi biz yapan buydu: Biri yardım istese koşardık, sonunu düşünmezdik. Yani benim kârım, benim zararım diye bir şey yoktur hayatımızda. Aramıza soğukluk girmesinin nedeni şuydu: Adolph Wagner’in Ekonomi Politik El Kitabı yayımlanmıştı. Ben kitabı hiç sevmedim. Hatta koltuk altında bu kitabı taşıyıp Frankfurt’ta bira içip çalım satanlarla kavga etmişliğim vardı. Bir keresinde biri sordu, “okudun mu?”
Okudum dedim, iki elimi Yalçın Küçük gibi birbirine vurup “Zaten” dedim, “Ben ezelden beri devlet sosyalizmini sevmiyorum.”
Eni sonu devletin gelip dayandığı yer, Bismarkçılıktır: Bürokratik polis. Bağırdım, dedim, “Beyler, sizin bir ayağınız gübre yığınları içinde.”
O zaman buna kızan Karl, şimdi hem hasta hem de benden yanaydı. Üstelik ulağın dediğine göre Karl, Bismarkçılara karşıydı, o da bunlara “devletin serfleri” diyordu. İyi.
Ulak uyudu, ben bir süredir okuduğum Tarımın Kimyasal Kaynakları ile Tarımda Kimya ve Jeoloji Sorunları kitaplarından çıkarttığım notları gözden geçirmek üzere odama çekildim. Sabah uyandığımda ahıra gittim. Atın gözlerindeki ışıltı beni büyüledi, tırnaklarına baktım, tekrar temizledim, tekrar otlar sürdüm. Üç gün bunu yaptım. Üç gün sonra, Salı günü ikindi serinliğinde ata şarkılar söyledim. Atı ahırdan dışarı çıkarttım, yelesini temizledim, nehir kıyısına götürdüm, bu saatlerde akan su köpüklenir, avuçladığında bal gibi bir koku verir; yüzdük, oyun oynayan iki çocukluk arkadaşıydık, kulağına adımı söyledim, ona da bir ad verdim, “Sahil” dedim. Niye bu adı verdim, bilmedim. Artık ikimiz dünyanın öteki ucuna gidebilirdik…
Karl, Londra’ya yerleşmişti, durumu iyi değildi, yaşlanmıştı, sakallarında beyazlar, alnında kırışıklıklar vardı. Hatta sakalları olmazsa zayıf ve çelimsiz görünecekti. Heybet diye bir şeyi kalmamıştı: Ağustos 1844’te, ben o ve Engels’in oturduğu Cafe de Regence’de uzun uzun halkların kederi ve kaderinden söz eden adam yoktu, cebinde Baudelaire’ın bir şiirini taşıyan, ezbere bildiği “hem yarayım hem bıçak” dizelerini şarkı gibi okuyan adam yoktu; Jenny’e “beni yakacakları ateş ve cehennemim/ Günahımın ilki, ilk nedeni olsan bile” diye şiir okuyan, gözlerine bakan adam yoktu; sonra ayağa kalkan ve bir aslan gibi yelesini silkeleyip demir bir kürsüde, gözleri çakmak çakmak, güçlü bir sesle, “kim söz edebilirmiş aşk varken cehennemden” diyen adam yoktu… Eşi, yoldaşı ölmüştü, yoktu.
Bunu öğrendim, sarıldık, ağladık. İnsanın eşi, ikiziydi, hatta zamanla birbirine benzerlerdi; Karl, benzerini kaybetmişti. Kızdı “nerdeydin Sarkis” dedi, “nerde?” Yere baktım, “dünya” dedim, “saatler bozulmuş…”
Sonra eve gittik. İngilizcesini geliştirmemişti; kebapçı İngilizcesi konuşuyordu. İngilizlerle ne konuşsa yes, Almanlarla ne konuşsa no diyordu. Ailesi büyümüştü, çocukları evlenmişti ama mutlu değildi. Beyniyse, limanda alesta bekleyen, düşüncenin bütün alanlarına açılmaya hazır bir savaş gemisi gibiydi. Eski defterleri açmadık, ne Paris Komünü, ne barikatlar, ne de kadınların Versay yürüyüşüne annemin niye katılmadığı… Ama annem de haklıydı, bir gün Versay’da kadınlar “jin jiyan azadi” diyeceklerdi; annem ileri görüşlüydü.
Karl’ın evi diye bir şey varsa, kitaptı. Duvarlar kitaptı. Önüme bir sürü dosya ve not koydu, “bunlara bak, incele” dedi. Akşam, kızı ve damadı Lafargue geldiler. Kızı Engels’e yazdığı bir mektubu temize çekti. Kısa sürdü. Sözü İrlanda’ya getirdi. Bir kızı İrlandalı üç kişinin idamından etkilenmişti. Karl, İrlanda’da tarımsal ilişkilerle ilgili notlar tutmuştu. Hintli köylülerin durumu ağırdı, onlarla ilgili bir dokümanı vardı. Diyordu, “sömürgeci ağ gittikçe büyüyor.” Sözünü kestim, dedim, “hatta bu ağın büyüme nedenlerinden biri de birilerinin buna ikna olması.” Başıyla onayladı. Samsat’ta herkesin okuduğu Hindistan Tarihi Üzerine Notlar kitabını çıkarttım, notlarımı verdim. Baktı, gözlerini kıstı, sakallarını karıştırdı, dedi, “şu İngiliz canavarları, şu Hintli aristokratları ellerine eldiven giyerek onlarla işbirliği yapan hainleri lanetliyorum…” Sonra edebiyattan söz ettik, öksürdü, dedi, “Balzac’la ilgili bir kitap yazma hayalim hala diri.” Bunları söylerken bir elini masanın sol yanında duran Balzac’ın altı kitabı üzerine koydu: Köylüler en üsteydi.
Gülümsemesi hoştu, o da bunu anladı, dedi, “içimdeki Shakspeare cini, beni hiç mi hiç bırakmadı…”
Edebiyat bir mola yeriydi. Sözü, hep Engels’e getirdi. Onunla yazışmaları çok değerliydi. “Abartılmış Sermaye” ve abartılmış sermayedarlardan söz etti, zencilerin parya olmasından…
Ama gariptir, ne dese, sözü İrlanda’ya getiriyordu: İrlanda’da Toprak Sorunu adlı bir kitabı yastığının altına koymuştu. Bu kitabın arasına da, oldukça küstah ama bir o kadar da bilgili Dragomanov’un Ukrayna Edebiyatının Rus Hükümeti Tarafından Katledilmesi diye bir broşür vardı. Eğer bir Ukraynalı yazar Rusça yazsa, Çar bu kitabı başka dillere çevirtiyordu, yazarına para veriyordu. Zengin ve meşhur olmak isteyenler bunu kabul ediyordu, buna direnenler ya yok sayılıyor ya kovuşturmalara uğruyordu. Geç saate kadar oturduk, kızı ve damadı gittiler, ev ıssız kaldı; onların gitmesiyle Karl’ı bir öksürük nöbeti tuttu, nefes alıp vermede zorlandı, nefesi düzeldiği an yine kitaplardan söz etti: Matematik’in Tarihi, Köy Komünü… İlle de Köy komünü, “bunu uzunca yazmalı” dedi, tartışmalı. Öksürdü, nefesi düzelince: Hindistan’da Aryan Köyleri. Ekledi, İlkel Toplumların Tarihi, Rusya’da Tarım ve tarım işçileri. Rusya’da Tarımsal ilişkiler, Vergiler ve Vergi Komisyon Kayıtları… Emek, sermaye ve rant deyince, nefesi tutulacak gibi oldu… Onu biraz rahatlatmak için su verdim, “Karl” dedim, ben de eski insanların bilinçaltlarıyla ilgili bir şeyler yazıyorum, mesela rüyaları…
Üzerinde durmadı, dinlemedi, “kızlarım, torunlarım için bir Balzac kitabı yazamadım” dedi, kendine kızdı. Yüzü, mora kesti, bayılacak gibi oldu, giderek öksürük nöbetti arttı… Yatağa uzattım, dedim, “artık yanındayım, bırakmam seni…” “Merak etme, bırakmam seni” deyince bile “Balzac” dedi.
Yatağımı yan odaya serdim. Tam uyuyacağım sıra yine öksürük nöbeti tuttu. Değil tütün, nefes almam bile sanki öksürtüyordu… Bir de söz dinlemiyordu ama ben ne yapacağımı biliyordum…
Sabah uyanır uyanmaz, doktora götürdüm. Doktor kulağını göğsüne dayadı, gözlerinin içine baktı, dilini yokladı. Sonra bana ve kızına şunu söyledi: “Tedavisi yok…”
Engels’e haber yolladım, “beni dinlemiyor” dedim, sen gel. O da “ben gelsem, size kim para yollayacak” dedi… Haklıydı.
Engels para yolladı, bir de yazdığı mektupta, bize bir tatilin iyi geleceğini söylüyordu. Bir yer bulmuştu.
Ben, kızı ve Karl, kimi doktorların da iyi gelir dediği Wight Adası’na gittik. Deniz havası iyi geldi. Londra’nın kasvetinden kurtulduk; Karl’ın uykusu düzeldi, öksürük azaldı…
Bir ara itiraf etti, dedi, “uykuda ölmekten korkuyorum.” Burada iyi uyudu. Kendini topladı. İki ay kaldık, para bitince geri döndük. Tekrar çalışmaya başladı. Rusya’yla ilgili kitaplarına yeni kitaplar ekledi. İki yüze yakın kitap, hepsi Rusça… Ancak, Ocak’ın ortalarında öksürük nöbetleri yine arttı. Londra iyi gelmiyordu. Sürekli yağmur, ciğerlerini parçalıyordu. Açıkçası zatülcenbe idi ama biz öksürük diye geçiştiriyorduk… Bu sefer, yine para bulduk, Cezayir’e gittik. Menekşeler ve sahil yine iyi geldi… Yolda soğuk aldı ama havanın sıcaklığıyla bunu atlattı ama garip bir şey oldu; o yıl, Cezayir’in Şubat’ı sertti. Deniz iyiydi, arada kır gezileri yaptık, bize eklenen eski Fouriercilerden yargıç Ferme’yle sohbetlerimiz de iyiydi. Düzelir gibi oldu ama bu sefer de bronşlarında sıkıntı başladı; güney rüzgârı çöl tozlarını toplayıp şöyle bir estirdiğinde Karl’ın gücü kırılıyordu… “Gidelim” dedi. Engels el attı, bizzat kendisi araştırmıştı, “Monte Carlo’ya gidin” diyordu mektubunda. Gittik ama burada, yine bitti diye sandığımız zatülcenbe nüksetti. Bir ay boyunca, Monaco prensliğinde, sürüler halinde kumar masaları başında kumar oynayan soylu aylakların kentinde kaldık. Adamların ne ölümden ne yaşamdan haberleri vardı: Para buydu.
Sanki ölümün ayak sesleri geliyordu. Ben ve çocukları dışında çok az insanla görüşüyordu. Kızları yanındayken, torunları arasındayken mutluydu. Birlikte kükürt banyolarına gittik, şu göğüs kafesi bir yumuşasa diyorduk. Göğsünün üstünde bir akrep geziyordu. Her gittiğimiz yerde dinlenmekten midir yoksa sahiden buralar iyi miydi bilinmez, kendini topluyordu… İşte tam bu sırada acı bir haber aldık: Kızı Jenny, ağır hasta…
Karl, bu haberle alt üst oldu. İlk göz ağrısıydı bu kızı, elleriyle saçlarını tarardı. Bu sefer öksürük nöbetleri, spazma döndü. Tam böylesi bir günde, diğer kızı Elenor, acı haberi verdi: Jenny öldü…
Aslında o gün, Karl öldü… Evladını kaybeden babaların acısının ne kadar büyük olduğunu o gün gördüm. Onu toprağa gömerken, aslında Karl’ı gömdük. Soğuk, buz gibiydi yüzü, gözleri boşalmıştı, her şeyi yarım görüyordu. Torunları elini tutsa, etrafında bir hale oluştursa bile hiç kımıldamıyordu. Bir tek bana söyledi, dedi, 38 yaşında bir genç kız, nasıl ölür?
Çok yazıktı, beş çocuk annesiydi…
O günden sonra bronşiti azdı. Engels, ben ve Elenor ne yapsak para etmedi; bizi, en başta beni hiç dinlemedi, “Samsat’a gidelim, hiçbir hastalığın kalmaz” dedim, dinlemedi. Ben de kızdım, kızı Elenor aramıza girdi, “bu akşam bize gidelim” dedi…
Elonor, Karl’ın sekreteri gibiydi, her şeyi bilirdi. Her zaman yanındaydı, hatta hatırlarım biz Paris Komünü sırasında barikatlarda ateşli konuşmalar yapar, çatışma ve müzakere gibi derin konulara dalarken bir de baktık ki Elenor, kendisinden on beş yaş büyük bir gazeteciye âşık olmuş. Karl kızdı, suçu kendinde buldu, dedi, ben bu kıza çok şiir okudum, romantik biri oldu…
Ben araya girdim, dedim, çocuktur, aldırma olur, herkes öğretmenine aşık olur, bu normaldir ama o zaman da beni dinlemedi… “Asla bu ilişkiyi benimsemiyorum” dedi. Elenor da, zaten babasına âşık kızlardandı, vazgeçti. Zaten bir beni, bir babasını, bir Engels’i hiç kırmazdı. O gece bunları andık, güldük, hatta Karl’ın biraz ayağına vurduk…
Sonraki gün ikimiz de dayanamadık. Karl’ın yanına gittik. Bana baktı, dedi, “suya yakın olanlar ölüme uzak olurlar.” Kızına baktı, ağlamaklı oldu. Elenor dışarı çıktı. Karl bana dün gece gördüğü bir rüyasını anlattı. “Elenor çok saf” dedi, “ona dikkat et, Engels’e yazdım, ona dikkat etsin, çok akıllı, çok güzel ama garip bir ölümü vardı, kusmak istiyordu, kusamıyordu ve ben yetişemiyordum. Yine bir erkeğin sözüne kanıyordu.”
Birkaç gün sonra daha bir sağlığı bozuldu. “Engels’e haber edin” dedi. Sanki üçümüz bir araya gelsek düzelecekti. Engels gelince Elenor, “amca” dedi, ağladı. Sanırsın Karl’ın değil, Engels’in kızıydı. Ne de olsa babasını çekiştirdiği tek kişiydi. Evlat acısı olan Engels de doğrusu onu kızı gibi seviyordu. Engels hepimize iyi geldi. Tekrar eski günlerimizdeki gibi Halkın Birliği’ni konuştuk. Ev dolup taşıyordu. Adamın bir aurası vardı. Dünya bir kitaptı ve sanki o bu kitabı düzeltmek için gelmişti. Hep kahve içiyorduk. Engels, gelen herkesle bir bir ilgileniyordu. Bir ara saatini bana verdi. “Arada duruyor” dedi. Paris’te üçümüzün ilk defa bir araya geldiğimiz kahvedeki anı hiç unutmamıştı. Bir de şiir okudu: “Zaman bitirir beni her dakika, her saat/ Bir gövde kazık gibi nasıl donarsa karla/ Bakıyorum tepeden şu yuvarlak dünyaya/ Sığınacak bir kulübe kalmadı artık. Heyhat/ Ey çığ yıkıl üstüme, beni de kendine kat!” Şiiri bitirince, ben şiirin Fransızcasını okudum. Karl, Almancasını tekrarladı. Gariptir üçümüz de son mısrada yutkunduk. Karl, yukarı çıktı. O çıkınca, Engels iki de bir yukarı çıkıp baktı. Üçüncü gün, yine kahve içiyorduk. Engels fincanı eline aldı, tam yudumlayacağı sıra fincanı bıraktı, yukarı çıktı. İçine bir şey doğmuştu. Birden dondu, çığ üstüne yıkılmıştı sanki. Aşağı indiğinde, gözyaşları içinde şunu söyledi, “Karl elimi tuttu, hiç acı çekmedi, nabzı durdu…” Anladık, Karl’ın nabzı Engels’in nabzında atacak artık.
Haberi alır almaz, çöktüm, herkes yukarı, aşağı koşmaya başladı. Ben, dışarı çıktım, nereye, kime gideceğimi bilemedim. Dünya denilen bir şey varsa yıkılmıştı, çığ diye bir şey varsa üstüme düşmüştü; dışım donuyor, içim yanıyordu. Gemiyle Mısır’a, oradan Kıbrıs’a, sonra Antakya’ya ve buradan atla, Halfeti’ye geldim. Ank Kilisesi’ne gittim, dua ettim, halkın birliliği ve beraberliği için Tanrı’ya sığındım. Tam Samsat’a döneceğim sıra biri bana adımla seslendi, dedi, Karl’ın nabzı nabzımda atıyor.
Bir de duvar yazısı vardı: “Burada bütün kuşkular bir yana konsun/ Bütün korkular burada yok olsun” (Dante).