Önce özgürlük
Azad Barış 12 Ocak 2025

Önce özgürlük

Özgürlük kavramının kurgusal mahiyeti, kapsamı ve sınırları, felsefi spekülasyonlardan sosyolojik analizlere, psikolojik çözümlemelerden toplumsal cinsiyet perspektiflerine, edebi ve sanatsal tasavvurlardan politik tahayyüllere kadar geniş bir disiplinler arası bağlamda yeniden inşa edilerek anlamlandırılmaktadır. Bu bağlamda özgürlük, yalnızca bireyin kendini gerçekleştirme ve iradesini ortaya koyma kapasitesini değil, aynı zamanda toplumsal barışın ve kolektif serbesti halinin sürdürülebilirliğini mümkün kılan bir varoluş koşulunu ifade etmektedir.

Özgürlük, bireysel hakikat arayışından toplumsal uzlaşıya uzanan bir spektrumda, adeta hem bireysel hem kolektif kapıları açan bir anahtar işlevi görmektedir. Özgürlüğün anlam derinliğini ifade eden en temel tanımlama, bireylerin ya da toplumların herhangi bir dışsal kısıtlamaya, zorlamaya veya dayatmaya tabi olmaksızın düşünme, karar alma ve eylemde bulunma kapasitesine sahip olmalarını içermektedir. Ancak bu serbesti hali, sınırsız bir özgürlük anlayışını değil, hem bireyin hem de toplumun karşılıklı hak ve sorumluluklarını gözeten nizamlı bir çerçeveyi zorunlu kılmaktadır. Bu anlamda özgürlük, bireysel iradenin sınırlarını aşarken, aynı zamanda toplumsal barışın korunmasına ve ortak yaşamın sürdürülebilirliğine katkı bulunan bir denge mekanizması olarak varlık göstermektedir. Barış ve serbesti arasındaki ilişki ise, özgürlüğün yalnızca bireysel bir hak olarak değil, aynı zamanda toplumsal bir erdem olarak değerlendirilmesini gerektirmektedir. Barış, özgürlüğün hem bir ön koşulu hem de bir sonucu olarak, bireylerin ve toplulukların birbirlerinin haklarını tanıdığı ve bu hakların ihlal edilmediği bir düzenin varlığını ima etmektedir. Serbesti ise, özgürlüğün birey düzeyindeki tezahürünü ifade ederken, aynı zamanda bu özgürlüğün toplumsal bağlamda bir barış haliyle sınırlanmasını ve yönlendirilmesini gerekli kılmaktadır. Bu bağlamda özgürlük, yalnızca bireyin kendi iradesini gerçekleştirme yetisini değil, aynı zamanda bu iradenin başkalarının hak ve özgürlükleriyle uyum içinde var olmasını sağlayan etik bir sorumluluğu da içermektedir. Dolayısıyla özgürlük, barış ve serbesti arasındaki ilişki, bireysel ve toplumsal düzeyde bir denge arayışını yansıtmaktadır; bu denge, ne bireyin iradesini sınırsızca dayattığı ne de toplumsal düzenin bireysel hakları yok saydığı bir düzlemde anlam kazanmaktadır. Özgürlük, bu çerçevede, hem bireyin hem de toplumun varoluşsal sınırlarını aşan, ancak bu sınırların karşılıklı tanınmasıyla derinleşen bir ideal olarak şekillenmektedir.

Bu tanım ve çeperindeki tarifler Aydınlanma Çağı’ndan beri felsefede tartışılıp, halen tatmin edilememiş bir kavram olarak karşımızda durmaktadır ve daha birçok çağın şahitlik edeceği kadar süreceğe benzemektedir. Bu tartışma halinin devamlılığı, bu kavramın ihtiva ettiği değere gönderme yapması bakımından önemlidir. Zira insanın özgür olma istenci, varoluşsal tarihi kadar kadim bir temele dayanmaktadır. Hiç şüphesiz, tüm bunları değerli kılan esas şey ise, iradenin özgür olma haliyle ilgili girdiği mücadeledir. Bedeli paha biçilmez olan bu mücadele sayesinde insanın özgür olma hayali ve tasavvuru büyümüş, ancak bu olgusal aydınlanmacı hayalin tutkusuyla zorun rolüne karşı kendi özgürlüğünü savunabilmiş ve kendi tarihinin bizatihi öznesi olmuştur. Buradan hareketle, hem kendi özgürlük hayalini kurmuş hem de toplumsal özgürlük alanlarının açılmasına katkı sunmuştur. Dolayısıyla adalet, ifade özgürlüğü, fikir ve inanç özgürlüğü, etik ve ahlaki sorumluluk, özerklik ve otonomi gibi bütün özgürlük halleri, öz irade kavramıyla karşılanabilen bir eş anlama gelmiştir. Felsefi bir problem olarak karşımıza çıkan bütün bu özgürlük alanları, aslında toplumsal özgürlük mefhumunu da kapsamaktadır. Zira çağlardan beri bahsedilen bireysel özgürlük tanımının sadece “birey” özgürlüğünün küçük bir kısmını oluşturduğunu, kölelerin başkaldırısından beri bilmekteyiz ve bu hakikat, kuşaklar arası aktarım olarak bugüne gelmiştir. Toplumsal olanın bir parçası olarak, binlerce yıllık biyolojik bir geçmişe dayanan özgürlük sadece “küçük” bir etkiye sahiptir. Toplumlar “özgürlük” kavramıyla sınıf mücadeleleri, demokrasi ve Aydınlanma Çağı’yla tanışmıştır. Ancak tanışma çağıyla beraber insanlık hep özgür olmak istemiştir, ancak pek azı özgür olmak için çabalamıştır. Hatta bazen bu arayışın kendisinden tümden vazgeçilmiştir, oysa özgürlüğün bireysel kısmı toplumdan bağımsız elde edilen bir şey değil, birbirine paralel ve birbirini besleyen bir karaktere sahiptir. Onun için özgürlük, toplumsal bir mesele olarak ele alınmalıdır, çünkü özgür toplumların özgür bireyleri yetiştirme kabiliyeti bir hayali yüksektir. Toplum özgür olmak istemedikçe, onun içinde yoğrulan ve halk tarafından eğitilen birey de özgürlük talep etmez. Özgürlük, ancak farklı düşünen bireylerin diğerlerini harekete geçirmesiyle talep edilebilen bir şeydir. Yani dış faktörlerce belirlenmeden, insanın kendi doğasının eğilimlerine göre hareket edebilme durumudur. Buna göre özgürlük, bireyin kendi kendisinin ve toplumsal kesimlerin sınırlarını çizme ve belirleyebilme yetisidir. Bu aynı zamanda insanın etik ve ahlaki eylemlerini başkasının zoru ile değil, kendi istenci ile gerçekleştirmesidir. İnsanın eylemlerinden sorumlu olabilmesi, özgürlük, etik ve ahlakın önkoşuludur. Bu bakımdan bir sorumluluğun olabilmesi için, etik ve ahlaksal özgürlüğün temelinin kişisel özgürlük olması gerekir, çünkü bu tip özgürlük mefhumu baskıyı dışarıda bırakır, ama yükümlülüğü değil. Zira özgürlüğün bu hali, toplumsal bütün kesimleri toplumsal sözleşmenin koruyuculuğu altında ve sözleşmenin sınırları içinde başkalarının özgürlüğünü kısıtlamadan hareket edebilmek demektir ve özgürlüğün ulaşabileceği en yüksek zirvedir. Dolayısıyla Rousseau’nun altını çizdiği şekilde toplumsal özgürlüğün temelinde bireysel özgürlük olsa da, toplumsal özgürlüğün ilkeleri üzerinde bina edilen toplumsal sözleşme olmadan bu aşkın denklem kurulamaz. Ayrıca Kant da Rousseau’nun bu ilkesinden hareketle özgürlüğün otonom karakterini ahlak yasasına bağlamıştır. Aynı bağlamda Öcalan da modernizm eleştirilerinde modernizmin araçlarını bütünüyle devre dışı bırakmaz, olgulara bütünüyle post yapısal bir yerden yaklaşmadığı gibi öznel yapıları bütünsel ve karşılıklı bir kavrayışla analiz etmeye devam etmektedir. Bu eleştirel modelle Aydınlanmacı bir epistemolojiyle yaklaşan Öcalan, özgürlük mefhumunu insanın savunma temelinde özgürleştirici bir siyaset için temel bir zorunluluk olarak görmektedir. Bundan dolayı özgürlük, özgür istenç ile zorunluluğun çelişkili bir bütünü olarak ortaya çıkmaktadır. Felsefesinin temel kavramlarından biri özgürlük olan Heidegger’e göre ise “özgürlük, var olanın var olan olarak ortaya çıkmasına olanak vermek” şeklinde formüle edilmektedir. Bundan dolayı insan, dünyaya fırlatılmış olmasını ve kaçınamadığı bu durumunu üstlenir, lakin kabullenmemeyi hazır etkin bir varlık olarak görür. Buna göre özgürlüğü savunmak sadece “benim” istencim değil, diğerinin özgürlüğüne olan hakikatinde oluş hikayesidir. Bu hikayedeki insan, Nietzsche’nin ifadesiyle, pasif değil, aktif bir varlık olarak kendini var eder; benimsemekle yetinmez, yaratır; gösterileni görmekle değil, bilinmeyene doğru bir bakışla varlığını şekillendirir. O, yalnızca bireysel bir özgürlük arayışının değil, toplumsal bir dönüşümün de öznesidir. Başka bir ifadeyle barışı isteyen insan, bu bağlamda, özgürlüğü arayan insandır; çünkü özgürlük, barışın derinlikli bir ifadesidir. Gözlerini ufkun çizgisine dikmiş olan kişi, hem kendi içsel özgürlüğüne hem de kolektif bir özgürlük anlayışına doğru yol alır. Sınırların ötesine geçerek özgür bir dünya arzusuyla hareket eder. Onun için önce özgürlük!

* ilketv.com.tr’de yayımlanan yazılar, yazarların görüşlerini yansıtmaktadır. Yazılar İlke TV’nin kurumsal bakışıyla örtüşmeyebilir. Yazıların tüm hukuki sorumluluğu yazarlarına aittir.