Haritaların gölgesinde Orta Doğu
Azad Barış 19 Ocak 2025

Haritaların gölgesinde Orta Doğu

Orta Doğu, ilk Tufan’dan bu yana insanlığın başlangıç ​​noktası, medeniyetlerin beşiği ve kutsal metinlerin ilham kaynağı olarak insanlığın kaderini şekillendiren kadim bir coğrafyadır. Fakat bu topraklar yalnızca bilgi ve inançla değil, yazılan sınır kavgalarıyla da anılır. Her çağda haritaların çizdiği sınırlara sıkışan halklar, umutlarını ve hayal kırıklıklarını aynı topraklarda harmanlamıştır. Bir zamanlar barış, bilgelik ve evrensel değerlerin merkezi olan Orta Doğu, bugün ise geleneksel ihtirasların ve bitmeyen çekişmelerin yükü altında yeni bir kimlik arayışına sürüklenmiştir. Bu kimlik arayışı, geçmişin haritalarının gölgesinde hem bölge hem de dünya siyasetinin temel ve yapısal sorunlarından biri olmaya devam ediyor.

Bereketin sembolü Fırat ve Dicle, insanlık tarihinin damarlarında akan Nil-i Mübarek… Bu nehirler, yalnızca toprakları değil, medeniyetlerin kaderini de beslemiştir. Ancak bir zamanlar uygarlıkları birleştiren bu sular, bugün barışın değil, bölünmüşlüklerin ve çatışmaların aynasına dönüşmüştür. Sınırlar, bu kutsal nehirlerin akışını izlerken insanlığın en derin çelişkilerini, adaletsizliğin ve ihtirasın izlerini taşımaktadır.

Tevrat’ın “Eretz Yisrael” vaadiyle şekillenen Orta Doğu, zamanla Filistin halkının yurdundan sürülüşünü meşrulaştıran bir yanılsamaya dönüşmüştür. Kudüs’ün kutsallığı, Batı’nın tahakküm arzusuna zemin hazırlayan bir “yemin kardeşliği”ne dönüşmüştür. Semavi dinlerin en hakikisi olarak kendini tarih sahnesine yerleştiren İslamiyet, Pan-Arabizm’in etkisiyle Arap olmayan halkları dışlayan bir ayrışma yaratmış ve bölgedeki etnik ve kültürel mozaiklerin çeşitliliğini zayıflatmıştır.

İran tarihî haritalarını, bölgesel dengeleri kendi üstünlüğü ekseninde şekillendirmek için kullanmış; Fars kültürünü yüceltirken, bölgesel birliği zayıflatmıştır. Osmanlı ise Orta Doğu’nun etnografik ve tarihsel gerçekliğine yabancı bir yaklaşımla, “istiklal ve istikbal” yerine gerilim ve kargaşa yaratan bir istila düzeni kurmuş, bölgenin farklı halklarını tarihsel bağlamda birbirinden uzaklaştırmıştır.

En keskin darbe ise, Sykes-Picot Antlaşması’nın cetvelleriyle vurulmuştur. Bu antlaşma, sadece sınırlar çizmekle kalmamış, aynı zamanda Orta Doğu’nun halklarının tarihî bağlarını, kültürel kimliklerini ve doğal akışlarını koparan bir mühendislik felaketine dönüşmüştür. Çizilen sınırlar, bir yandan yapay bir düzen yaratmaya çalışırken, diğer yandan bölgenin etnik ve dini farklılıkları ile ilgili çelişki ve çatışmaları derinleştirmiştir. Orta Doğu, bu sınırlarla parçalanmış ve kanlı bir mirasın taşıyıcısı hâline gelmiştir. Halklar, bu yapay sınırların gölgesinde kimlik mücadelesi verirken tükenmişlik ve yorgunlukla yüzleşmiş, hayatları bir “çizgi” ile bölünmüştür. Aynı dili konuşanlar farklı bayraklar altında “öteki”leşmiş; aynı toprakları paylaşanlar ise, bu ideolojik ve jeopolitik mühendisliğin piyonlarına dönüşmüştür. Haritalar, sadece toprakları değil, insanların kaderlerini de çizmiş; Orta Doğu’yu, geçişken kimliklerin ve sürekli değişen sınırların diyarı hâline getirmiştir.

Günümüzde Orta Doğu, petrol hatlarının kontrolü, ticaret rotaları, lojistik üsler ve stratejik geçiş yollarının paylaşımı için verilen amansız mücadelenin merkezinde yer almaktadır. Siyasi ve ekonomik hegemonya bölüşümü, dinî ve etnik ayrışmalar, küresel güçlerin vekâlet savaşlarını körükleyen bir zemin halini almış, bölgedeki çatışmaları daha da karmaşıklaştırmıştır.

Kürtlerin dört parçaya bölünmesi ve Filistin halkının sürgünü, yalnızca bu halkların varlık mücadelesi değil, aynı zamanda uluslararası hukukun ve vicdanın ağır bir sınavdan geçtiği bir laboratuvar işlevi görmektedir. Her biri narkozsuz yapılan operasyonların acısı, bu halkların kolektif hafızasına kazınırken, bu trajedi geçmişin haritalarından yayılan karanlığın somut bir yansıması olarak karşımıza çıkmaktadır. Orta Doğu, haritaların çizdiği sınırların ötesinde, halkların kimliklerini ve geleceğini şekillendiren ucu bucağı belirsiz, spiral bir çatışma alanı olmuştur. Bu coğrafya, hem geçmişin hatalarının hem de günümüzün küresel egemenlik mücadelesinin ağır yükünü taşımaya devam ediyor.

Orta Doğu ve Kuzey Afrika’da süregelen savaşlar, çatışmalar, açlık ve yoksulluk, halkların somut trajedilerini gözler önüne sererken, küresel ve bölgesel güçlerin vekâlet savaşlarının kanlı tabloları eski haritaların gölgesinde yeniden çizilmektedir. Bu coğrafya, sadece tarihî yüklerini taşımakla kalmayıp, aynı zamanda günümüz siyasetine de ironik bir ayna tutmaktadır. Haritaların çizdiği sınırlar, bölgedeki mevcut güç dengeleri ve çıkar çatışmalarıyla şekillenen yeni haritalarla iç içe geçmiş; halkların acıları, sadece geçmişin mirası değil, aynı zamanda bugünün jeopolitik mücadelesinin yansımasıdır. Orta Doğu, geçmişin trajik haritalarından beslenen bir bölgesel yeniden şekillenişin merkezine dönüşmüştür.

Bir zamanlar bu sınırları çizen Batılı güçlerin torunları, bugün bu sınırların yarattığı çatışmalardan şikâyet etmekte; bir yandan demokrasi ve insan hakları söylemiyle bölgeye müdahale ederken, diğer yandan bölgeyi kendi çıkarları doğrultusunda yeniden şekillendirme çabalarını sürdürmektedir. Bu çelişkili yaklaşım, Orta Doğu’yu küresel güçlerin bir tiyatro sahnesine dönüştürmekte; halkların kaderi, büyük güçlerin ellerinde bir senaryo taslağı haline gelmektedir.

Lakin bu senaryoların arka planında, geçmişte çizilen haritaların izleriyle şekillenen sınırlar ve kimlikler yatmaktadır. Haritaların yarattığı yapay sınırlar, bölgedeki halkların tarihî bağlarını ve kültürel bütünlüklerini parçalarken, küresel güçler bu bölünmüşlükleri kendi stratejik çıkarları için manipüle etmektedir. Orta Doğu’nun bugünkü trajedisi, yalnızca dünün haritalarının değil, bu haritaların sonucunda doğan yeni sınırların, hak ve kimlik mücadelelerinin de bir yansımasıdır.

Bu kargaşa ortamında, Kürtler, Araplar, Asuriler, Ermeniler, Yahudiler ve Aleviler gibi kadim halklar ve inançlar, tarihî bağlarını ve ortak yaşam kültürlerini yitirmekte; ulus-devletlerin dar kimlik politikaları, bu halkların görünürlüğünü silikleştirirken, geçmişin zengin çeşitliliğini de gölgelemektedir. Pan-Arabizm ve Turancılık gibi ideolojik söylemler, çoğulculuk ve birliği teşvik etmek yerine, halklar arasındaki kültürel ve etnik ayrımları derinleştirerek çatışmaları körüklemektedir. Haritaların çizdiği yapay sınırlar, bu halkların ortak yaşam pratiklerini koparmakta, bir zamanlar iç içe geçmiş olan kimliklerin görünmezliğine neden olmaktadır. Bu ayrışma, Kürtler ve diğer halkların kimliklerini baskılarla silikleştirme niyetini ihtiva ederek, bölgesel gerilimlerin fitilini ateşlemekte ve Orta Doğu’nun daha da karmaşıklaşan krizine zemin hazırlamaktadır.

İran’ın tarihî iddiaları ve Türkiye’nin Neo-Osmanlıcı retorikleri, Mezopotamya ve Anadolu mirasını ulus-devletlerin dar çıkarlarına indirgemekte, bu büyük uygarlıkların tarihî ve kültürel mirasını, kendi sınırlarını genişletme amacına hizmet eden birer araç haline getirmektedir. Bu retorikler, bölgedeki halkların geçmişten gelen ortak kültürel değerlerini ve kimliklerini göz ardı etmekte ve ulus-devletlerin egemenlik anlayışını yüceltmektedir. İbn Haldun’un “coğrafya kaderdir” sözü, Orta Doğu’nun tarihsel gerçekliğini ve bu topraklarda yaşanan çelişkileri çarpıcı bir şekilde yansıtarak, bu bölgenin yalnızca fiziksel değil, aynı zamanda siyasi ve kültürel olarak da belirsiz bir kaderle şekillendiğini hatırlatmaktadır. Bu söz, Orta Doğu’nun hem coğrafi hem de toplumsal yapısının karmaşıklığını ve bölgedeki halkların bir arada var olma mücadelesinin ne denli zor olduğunu anlatan bir eleştiri sunmaktadır. Geçmişin haritalarının yarattığı bu ironik kader, bu coğrafyada yaşayan halkların varlık mücadelesinin ve ulus-devletlerin uyguladığı baskıların bir sonucudur.

Orta Doğu, geçmişin bilge öğretilerine ve halkların tarihî bağlarına ve kolektif hafızasına yeniden kulak verdiği takdirde, bu kaderi değiştirme ve sınırların ötesinde bir birlik ve barış tahayyülünü gerçeğe dönüştürme şansına sahip olabilir. Ancak bu tahayyül, yalnızca mevcut sınırların ve kimliklerin sorgulanmasını değil, aynı zamanda bu coğrafyada yaşayan halkların binlerce yıl süren ortak yaşam deneyimlerinin, kültürel etkileşimlerinin ve paylaşımcı ortak yaşam pratiklerinin yeniden inşasını gerektirmektedir. Aksi takdirde, Orta Doğu, geçmişin yankısında sıkışıp kalacak, bugünün çıkmazlarıyla yüzleşmeye devam edecek ve geleceğin davetiyesi olmaktan çıkacaktır.

Yine de bu topraklar, İbn Haldun’un ifadesini doğrularcasına henüz son sözünü söylememiştir. Her vadisinde yankılanan diller, her taşında saklı duran hikâyeler ve halkların direnişi, bu coğrafyanın hâlâ yaşadığını ve kendi kaderini yeniden şekillendirme gücüne sahip olduğunu göstermektedir. Haritaların çizdiği sınırlar, halkların tarihi bağları ve kültürel izlerini yok edemez; çünkü bu coğrafyanın gerçek haritası, insanlığın vicdanında ve ortak hafızasında şekillenir.

Sadece bölgenin sınırlarını değil, sosyal, kültürel ve manevi kompozisyonunu da yeniden haritalandırmak gerekir. Eğer tarihî belleği ve insanlığın vicdanını uyandırmayı başarırsa, Orta Doğu, sadece savaşın değil, barışın ve umudun da coğrafyası olacaktır. Gelecekteki haritaların, daha önceki çizimlerden farklı olarak, birleştirici sınırlar, ortak yaşam alanları ve kardeşlik izleri taşıması için halklar arasındaki dayanışmayı ve bölgesel bütünlüğü yeniden inşa etmek gerekir. Bu topraklar, sadece bir savaş alanı değil, bir dönüşüm ve diriliş alanıdır… Geçmişin hatalarından öğrenerek, geleceğe umut taşıyan yeni haritalar çizilebilir, kalıcı bir ortak varoluşun zemini inşa edilebilir.

* ilketv.com.tr’de yayımlanan yazılar, yazarların görüşlerini yansıtmaktadır. Yazılar İlke TV’nin kurumsal bakışıyla örtüşmeyebilir. Yazıların tüm hukuki sorumluluğu yazarlarına aittir.