Masanın kısa kenarında oturan ak saçlı, çakmak çakmak gözlü kadının sesiyle doluyor oda. Neşesi bulaşıcı, enerjisi ilham verici. Sözcüklerini bir davet gibi savuruyor havaya:
“Kimseyi dışarda bırakma.
Soru sor ama eleştirme.
İkna etmeye çalışma; uzlaş.
Gerçekten dinle. Kendi fikrini söylemek için değil, sahiden dinle.
Ve… mizah duygunu kaybetme. Birini güldürebilmek çok önemli.”
Anlatırken sesi inip çıkıyor; kimi zaman kıkırdıyor, kimi zaman duraksıyor. Ama her sözü, her mimiği çok samimi. Toplantının resmi adı çok uzun ve ciddi ama o, sesiyle üzerimizdeki bütün tozu, ağırlığı alıyor. Barış, ancak böyle bir dille inşa edilebilir diyorum içimden.
Kim bu kadın?
Jane Morrice, Kuzey İrlanda barış sürecine yön veren kadınlardan biri. Siyasetçi, gazeteci ve aktivist. Mezhep farkı gözetmeksizin bir araya gelen kadınlardan oluşan Kuzey İrlanda Kadın Koalisyonu’nun (NIWC) kurucu üyelerinden. 1998’de Kuzey Down bölgesinden Meclis’e seçilen Jane, sadece siyasi temsili değil, toplumsal uzlaşıyı da inşa eden bir aktör. Hayırlı Cuma Anlaşması’nın uygulanmasında aktif rol almış; farklı toplulukların yan yana çalışabildiği yeni bir siyasal kültürün öncüsü olmuş. Bugünse, barış inşasının kadınsız olmayacağını hatırlatmak için dünyanın dört bir yanında konuşuyor.
Emin olun bu kısa biyografiden çok daha fazlası Jane. Onu özel kılan yalnızca ne yaptığı değil; nasıl yaptığı, nasıl anlattığı, nasıl hissettirdiği.
İstanbul’da, Hollanda ve İsviçre Başkonsolosluklarının ev sahipliğinde düzenlenen ve Demokratik Gelişim Enstitüsü (DPI) tarafından organize edilen “Barış İnşasında Kadınların Rolü: Kuzey İrlanda Kadın Koalisyonu Deneyimi” başlıklı toplantıdaydık dün. Salonda, gazetecilerden akademisyenlere, sivil toplumdan siyasetçilere geniş bir yelpazede kadın topluluğu vardı. Hepimizin en temel sorusu aynı:
Kadınlar barış masasına nasıl dahil oldu? Kadınlar masaya ne zaman oturdu?
Hikâye 1990’ların ortasında başlıyor. Mezhepçi siyasetin kemikleştiği, toplumsal kutuplaşmanın derinleştiği bir dönemde, Kuzey İrlanda’da barış müzakereleri gündeme geliyor. Ancak ne müzakere masasında ne de siyasette kadınlara yer var. Tam bu noktada, hem katolik hem protestan kadınların bir araya gelerek oluşturduğu Kuzey İrlanda Kadın Koalisyonu, yalnızca politik bir hamle değil, etik bir çıkış yapıyor.
Farklı kadınlar nasıl bir araya geldi?
Kadın Koalisyonu’nun belki de en çarpıcı yönü, farklılıkları bir tehdit değil, zenginlik olarak gören yaklaşımı. Kadınlar; etnik, dini, sınıfsal, ideolojik ayrımları bir kenara bırakıp ortak bir söz geliştirmeyi başarıyor. Bu söz; dışlayıcı değil kapsayıcı, buyurgan değil katılımcı, çatışmacı değil uzlaşmacı.
Koalisyonun başarısı yalnızca fikir birliğinde değil; duygudaşlıkta, birlikte iyileşme arzusunda saklı. Kadınlar, politikacı gibi değil, hayatın içinden insanlar gibi konuşuyor. Kadınlık deneyimiyle, yoksullukla, kayıpla, umutsuzlukla o güne kadar kısılmış sesler masaya yeni bir dil getirmiş.
Hiç zorlanmadılar mı, hiç moralleri bozulmadı mı?
Jane bu soruma şöyle cevap veriyor.
“Ağustos 1998’de, tüm sürecin en büyük felaketi yaşandı: Omagh bombalaması. Kaç kişi öldü bilmiyorum… Ama 20 kişi vardı, aralarında anne karnındaki ikizler de. Düşünün: Bir bombalı saldırıda, bir annenin karnındaki ikizler öldürüldü. Ve işte, sanırım o noktada, kelimeler yetmiyor. Fakat barışın sonunda ışık olan bir tünel olduğunu ve o tünelin cesaretle inşa edilebileceğini fark ettim. Bu bütün acılarla başa çıkabilmemi sağladı.”
Elbette kolay olmamış Jane ve arkadaşlarının işi. Medya, “kadın partisi”ni küçümseyen manşetler atmış; erkek siyasetçiler onları ‘duygusal’ olmakla, ‘yetersiz’ olmakla yaftalamış. Ancak Kuzey İrlandalı kadınlar bunların hepsini tersine çevirmiş: Duygusal olmak, empatiyi çoğaltmak; yetersizlikse yeni öğrenmelere açık olmak demek diyerek yollarına devam etmişler.
Kadınların karşısına çıkan en büyük zorluk erkek egemen dil ve çatışma üzerine kurulu siyasi kültür olmuş. Çok tanıdık değil mi? Tüm bunların içinden inatla ve sabırla geçerek yeni bir tahayyül inşa etmeleri gerekmiş.
Kadınlar neyi farklı yapmış?
Barışa sadece taraf değil, özne olmuşlar. Masaya yalnızca kendi kimlikleriyle değil; kadın olarak, kayıplarıyla, öfkeleriyle, mizahlarıyla, sabırlarıyla oturmuşlar.. Erkeklerin çoğu zaman güç gösterisine dönüştürdüğü müzakereleri, kadınlar bir dinleme ve anlamaya çalışma sürecine çevirmişler. Ve en önemlisi, “zafer” değil “gelecek” için mücadele etmişler.
Onlar için barış, yalnızca silahların susması değil. Barış, her mahallede güvenle yürünebilmesi, her çocuğun eşit hayallere sahip olması, her kimliğe saygı duyulması olmuş. Yani barış, gündelik hayatın ta kendisiymiş.
Bu toplantıda ilk kez Jane’den duyduğum “Wave Goodbye to Dinosaurs” (Dinozorlara El Salla) belgeselinin ismi, bu kadınların mizaha bulaşmış cesaretini özetliyor. Erkek egemen, kemikleşmiş politik dinozorlara veda edebilmek… Yeni bir dili, yeni bir siyaseti, yeni bir geleceği inşa edebilmek.
Jane’in şu cümlesini unutmak istemiyorum:
“Umut yetmez, tünelin ucunda barışı görmek için cesur olmak gerek”
Barış yalnızca silahların değil, dinozorların da sustuğu yerde başlıyor.
Toplantıdan bir anekdotla bitireyim:
Anayasa hukukçusu Prof. Dr. Sevtap Yokuş ve hukukçu Kezban Hatemi’nin şu sözlerini hep aklımda tutmak istiyorum:
Demokratikleşme bu barışın neresinde, ne kadar var diyenlere, biz ne kadar talep edersek o kadar…”