• Ana Sayfa
  • Kadın
  • Masum değiliz hiçbirimiz: Beyan, ifşa, rıza ve hakikat
Masum değiliz hiçbirimiz: Beyan, ifşa, rıza ve hakikat
Nil Mutluer 3 Temmuz 2025

Masum değiliz hiçbirimiz: Beyan, ifşa, rıza ve hakikat

Bir ay önce bir genç intihar etti. 3 Haziran’da. …

Kendisinin içinde olduğu sol yapıya cinsel taciz suçlamasıyla ihbar edildi. Bu yapı cinsel suçlarla mücadele süreçlerini başlattı. Ancak, ifadelerin alınmasını beklemeyen beyan sahibi, genci görüşmeye çağırdı. Görüşmede “suçunu itiraf et” iddialarıyla fiziksel şiddet uygulanan gencin videosu çekildi. Video sosyal medyaya servis edildi.

Ve bir genç videonun yayınladığının günün akşamı, ihbardan iki gün sonra, intihar etti.

Adı Yusuf’tu…

Feminist olarak bu acı kayba dair bir konuşma sorumluluğu hissettim. Bireysel olarak ahlaki ve toplumsal olarak dönüşmenin aciliyetini yeniden hissettiren bir sorumluluk, özellikle günümüzün neoliberal, teknofaşist ve erkek egemen dünyasında “kazanmak” uğruna insanların yaşamını hiçe sayan anlayışı tartışmak üzerine bir sorumluluk. Zira, yaşananlar kadınlara, LGBTİQ+’lara ve çocuklara yönelik şiddet ile mücadele için yaşamsal önemi olan “kadının beyanı ilkesi” ve “ifşa” mekanizmalarının oldukça yanlış, hoyratça, hakikat ve adaleti hiçe sayan kullanımlarının son örneğini teşkil ediyor. Bazı feministlerin “bunun feminist beyan ve ifşa ile ilgisi yok” dediğini okudum. Doğru olabilir. Ancak, algının gerçeği gölgelediği bu dönemde, bu yanlış örnekler çoğalırken, maalesef özellikle “sosyal medyada” linçlenme korkusundan geç kalınmış bir tartışmayı yürütmeyi ertelemenin ahlaki, vicdani yükünü artık taşıyamaz hale geldiğim için bu satırları kaleme alıyorum.

Cinsel taciz, istismar, şiddet gibi kavramların ne olduğunun konuşulması ve bunların onarıcı adalet ile çözülmesi yaşamdan yana bir dönüşüm için şart. Hukuk elbete bu işin içinde. Ancak, hukuğun ister istemez kendi sınırları var. Öncelikle karmaşık güç ilişkileri, duygular, duygulanım, eylemler ve tecrübe gibi faktörlerle şekillenen toplumsal ilişkileri, beyan, ispat ve ceza gibi süreçlerle anlamaya çalışmak ister istemez kendi içinde kısıtlılığını barındırıyor. Ayrıca, sosyal medyanın siyah-beyaz ikilikler, yani “ya benim tarafımdasın ya da, ötekisin” anlayışı içinde adaleti tarafların, olayın gerçekliği açısından tartışmadan “politika adına apolitikleşen” bir dünya ruhu halinde hukuka giden süreçler de linç kampanyaları haline gelebiliyor. Tabi, Yusuf’un olayında gördüğümüz gibi, olayın kurumsal prosedürleri tamamlanamadan ve hukuk sürecine bile ulaşamadan sonuçlanabiliyor. İşte o yüzden onarıcı adalet mekanizmalarını ve hukuğu yaşamdan yana, topluma kazandıran bir yerden kurmak lazım. Feminizm adına bunun aksini iddia edenlerin yüzyılları aşan feminist literatürü de naif bir yaklaşım ile “yanlış”, gerçekçi bir yaklaşımla “kötü niyetli” ve “çıkarcı” bir yerden okudukları da bence aşikar.

Erving Goffman’ın 1963’lerde tartışmaya açtığı damgalama ve dışlanma süreçleri bugün sosyal medya ile hakikat olarak bize sunuluyor ve adalet önemsiz bir detay olarak algılanıyor. Zira, o biricik politika adına apolitikleşen ve politik mekanizmaların bir hınç aracına dönüştüğü günümüzde taraf olmak ve güç ilişkilerinde kazanmak, hakikat ve adaletten önemli. Ancak, suçlu veya masum, bir insanın öldüğü yerde kimse kazanımdan bahsedemez.

Meselenin detaylarına girmeden evvel bir noktayı baştan ifade etmek istiyorum. Sosyal medyaya baktığımda, feminizm adına yapılan eylemlerin lince giden yolunu savunan yorumlar görüyorum. Bu savunmalar da, aksini iddia edenler “sol erkek sevici” veya bir şekilde “fobik” ve bunun gibi ithamlarla yaftalanıyor. Bu yazıya bu şekilde yapılan yorumlara cevap vermeyeceğim. Zira, bu meseleyi kamusal alanda yazmak istememin amacı, siyah-beyaz zıtlıklar içinde hakikat, adalet ve yaşamdan yana bir dünyayı nasıl kurabilirizi birlikte düşünmeye itmek. Yani içerikle ilgili detayları tartışmak, birbirimizi anlamaya çalışmak, bunu yaparken “yenmek” ve “üste çıkmak” yerine “birlikte dönüştürmek” kanımca esas kazanım.

Beyan, ifşa ve onarıcı adalet nedir?

 Türkiye’de feminist hareket son yıllarda önemli kazanımlar elde etti, ancak aynı zamanda güçlü tepkilerle de karşılaştı. Bu çerçevede en çok tartışılan araçlardan ikisi, “kadının beyanı esastır” ilkesi ve ifşa pratikleri. “Kadının beyanı esastır” ilkesi, cinsiyet temelli şiddetle mücadelede kadınların sözünü merkeze alarak, yargının sistematik eşitsizliklerini dengelemeyi amaçlar. Ancak bu müdahalenin kamuoyunda “kadınlar sorgulanamaz” veya “erkekler doğrudan suçludur” gibi indirgemeci biçimlerde algılanması, tartışmalı bir zemine yol açıyor. Bu yüzden, feminist mücadelenin hedefi sadece mağduru korumak değil, bu korumayı topluma meşru ve anlaşılır biçimde anlatmak. İfşa ise, çoğunlukla hukuki yolların yetersiz kaldığı durumlarda, mağdurların yaşadıklarını kamusal alanda görünür kılma çabasıdır. Ancak delilsiz suçlamalar ya da sosyal linç riski, bu yöntemin sınırlarını da tartışmalı hale getirir. Feminist hareketin bu araçları tartışılmaz doğrular olarak değil, etik ve stratejik sınırlarıyla birlikte ele alması, adalet talebini daha güçlü ve kapsayıcı kılacaktır.

Bu noktada onarıcı adalet, yalnızca failin cezalandırılmasına değil, mağdurun yaşadığı zararın tanınmasına, toplumsal farkındalık yaratılmasına ve iyileşmeye odaklanır. Feminist hareketin “beyan” ve “ifşa” gibi araçları, onarıcı adalet perspektifiyle birlikte düşünüldüğünde, yalnızca bireysel intikam değil, kolektif dönüşüm ve yeniden yapılandırma amacı taşıdığı daha iyi anlaşılır. Yani, mağdurun travması giderilirken, failin de dönüştürülmesi önemlidir. Feminizm bu araçların sadece haklılık üzerinden değil, toplumsal dönüşüm yaratma kapasiteleriyle de değerlendirilmesi gerektiğini savunur. Ayrıca, beyan ve ifşa gibi süreçlerde her durum kendine özgü hassasiyetleri barındırır. Her beyan ve ifşayı genellemelerle değerlendirmek de hakikati ve dolayısıyla adaleti öldürür.

Şimdiye kadar bu mekanizmalar başarıyla işlemiş midir, yoksa, bazen kazanımlar adına, son adım olması gereken ifşalar öne çekilmiş midir? Bu etraflıca tartışılması gereken önemli bir konudur.  Zira, bu tartışmalar içtenlikle toplumla birlikte yapılmadıkça maalesef feminist hareketin kazanımları yok sayılırken, harekete yönelik “geri tepmeler” (backlash) ve kadın düşmanlığı yükselmekte ve bu da kadın, çocuk ve LGBTİQ+’lar olmak üzere bir çok kesime yönelik ayrımcılık ve şiddetin yeniden normalleşmesini gündeme getirmektedir. Oysa, onarıcı adaletin de öngördüğü gibi amaç, toplumsal dönüşümü toplumla birlikte yürütmektir. Ancak, bu da tabandan tartışmalar yürütülmedikçe üstten gelen bir baskı olarak algılanmaktadır. Bu tartışmaların ilk örneklerinden birini EŞİK (Eşitlik için Kadın Platformu) Yusuf’un intiharı sonrası gerçekleştirdi ve bunu YouTube hesabına 17 Haziran 2025’de yükledi.

Bunun devamının sağlanması kadar, onarıcı ve sahici adalet de toplumsal dönüşüm için gereklidir. Zira, özellikle sosyal medyanın hoyratça kullanılması, insana ve topluma ait olan damgalayarak ötekileştirme ve “cemaat yaratma” süreçlerini de geniş kitlelere ulaştırmıştır. Bu yaygınlık, öyle bir algı ve beklenti yarattı ki cinsiyetler arası ilişkilerin kendine özgü dinamikleri ve gerilimleri göz ardı edildi. Öyle ki, “beyan”ı esas almak, olayın detaylarını konuşmadan,  anlamadan, beyan sahibinden yana taraf almamız gerektiği şeklinde anlaşılır oldu. Yani, tanık olmadığımız, detaylarını bilmediğimiz ve belki de tam olarak bilemeyeceğimiz olaylarda insanları baştan karar verici pozisyonuna iterek, o pozisyonu kabul etmeyenleri dışlar hale gelmiştir. Bu süreçler, feminizm, sol, sağ, din, milliyetçilik gibi ideoloji ve düşünceler  adına yapıldığında da, olayı sorgulayanlar doğrudan dışlanmıştır. Bu onarıcı adaleti zedeleyen en önemli noktalardan biridir.

Karşılıklı rıza üretiminin sınırları ve şiddet

Yazının başında bahsettiğim olayı da yukarıda bahsettiğim onarıcı adalet anlayışıyla ele almak istiyorum. Olay ile ilgili beyan sahibi kadın (@militanmavisi7) veya ona yakın çevrelerin paylaştığı video, mesajlar ve sosyal medya paylaşımları silinmiş durumda. Bundan dolayı olay ile ilgili iddiaları başta Enes Polat (@enes_spolat) ve Seray (@nasi1yani) olmak üzere bazı hesaplarda yapılan paylaşımlar ile yaşamını yitiren erkeğin arkadaş ve yakınları ile görüştüğüm kadarıyla aktarıyorum. Kadının açık ve net beyanının olmadığı bu durumda, elimizdeki veriler bunlar. Olayın detayları bilinmediği için bir çok varsayımda bulunuluyor. Bu da hakikatin anlaşılmasını iyice içinden çıkılmaz bir hale sokuyor. Buradaki amacım birinin suçlu veya masum olduğunu iddia etmek değil. Olayı, eldeki verilerle olduğu gibi anlamaya çalışırken bazı kavramları doğru algılayıp algılamadığımızı da sorgulamak aynı zamanda.

Sosyal medyadaki paylaşımlardan anlaşıldığı üzere yaşamını yitiren erkek ile beyan sahibi kadının tanışıklığı Şubat sonu- Mart başına dayanıyor. İlişkileri içinde bir akşam yakınlaşıyorlar. Kadın istemediğini söylüyor. O da kadının istemediği bir şey yapmış olma ihtimalinden dolayı özür diliyor. Bu olayın detaylarını erkeğin eski bir kadın arkadaşı, Seray (@nasi1yani), şu şekilde aktarıyor:

“… Duygusal olan ilişkimize 3 yıl önce son versek de iletişimi ve görüşmeyi hiçbir zaman koparmayıp her iyi ve kötü anımızda birbirimize destek olduk. Bundan 2 veyahut 3 ay önce hayatına aldığı ‘hala kim olduğunu bilmediğim’ kız arkadaş ile görüşüp konuşmaya başlıyorlar. Karşılıklı bir duygusal süreç başlıyor. Bu süreç biraz devam ediyor. Bir gün evde vakit geçirirlerken aralarında belli yakınlaşmalar oluyor. O an içerisinde karşılıklı ilerleyen yakınlaşmalar kız arkadaşımızın rahatsız olması ile son buluyor. Ve orada biten yakınlık üzerine Yusuf, kız arkadaşımızı kötü hissettirdiğini düşünüyor ve defalarca özür diliyor. Fakat bu yakınlaşma hiçbir şekilde zorla olmamış, o noktaya karşılıklı istekler beraberinde gelmiştir fakat karşı taraf eminsiz davranarak kafa karıştırmıştır ve durum da orada sonlanmıştır. Yusuf her zaman çok naif biriydi ve kadınlar kadar kadın haklarını savunan ve haykıran bir insandi. Kendini böyle bir anda gördüğünde kendine kızıyor ve ne oldugunu anlayamıyor. Görüşme bittikten sonra iletişimleri devam ediyor, kız arkadaşımız onunla görüşmek istiyor ve aynı şekilde Yusuf da istiyor. Bu süreçte Yusuf bu kız arkadaşımızın siyasi ve sert bir eleştirisini görüp kendince rahatsız oluyor ve ister istemez bir mesafe koyuyor. Daha sonrasında kız arkadaşımız Yusuf’un onunla görüşmek istemediğini hatta ve hatta kullanıldığını düşünüyor ve bunları dile getiriyor. Yusuf tekrar özür diliyor ve iletişimsizliğinin sebebinin gün içindeki işleri olduğunu aynı zamanda yaptığı eleştiriye takılmış olduğunu ve bundan dolayı görüşmeye ve konuşmaya vakit bulamadığını söylüyor. Bir süre geçiyor ve görüşelim son kez bir konuşalım teklifi geliyor. Sanırsam o günlerde Yusuf’un bir işi var ve buluşma gecikiyor. Üzerine bu 3 ay içerisinde bir kere bile konu başlığı olmayan taciz iftiraları çıkıyor. Son mesajlarda kız arkadaşımız -Yusuf’un bana chatlesmeleri okuduğu ve hatırımda kaldığı kadarıyla- “sana yalan söyledim hiçbir şey gerçek değildi beni taciz ettin” gibi söylemlerde bulunarak Yusuf’u örgütüne şikayet edeceğini söylüyor. Yusuf ise bu durumda sert bir tepki vermiyor, kendini haklı çıkarmaya çalışsa nasıl gözükeceğini düşünerek duruma boyun eğiyor ve kız arkadaşımızı incitmemek adına sadece özür dileyebiliyor ve eğer isterse örgütünden yetkili kişilerin numaralarını atabileceğini söylüyor. Sonrasında zaten olanlar oluyor, konuşmaya ve dinlemeye diye çağırıldığı yerde linç ediliyor, dinlemeye fırsat verilmiyor. Bir de kendisini savunması bekleniyor. Hepimiz için hassas konular fakat bu dönemde önce bir fikre karar verirken kendi vicdanınızda tartmadan konuşmamalıyız…”

Erkeğin aile yakınları ve arkadaşları diğer ifadelerinde beyan sahibi kadının aynı zamanda erkeğin kız kardeşine de yani bir başka kadına da tehdit mesajları yolladığını söylüyorlar. Beyan sahibinin beyanının ne olduğu ise belirsiz. Yani, tacizden neyin kastedildiği tam anlaşılmıyor. Mesajlarının birçoğu silinmiş. Beyan sahibine verilen cevaplardan, onun yazışmalardaki bazı mesajları keserek yayınladığı anlaşılıyor. Zira, ona verilen bazı cevaplar, mesajları keserek paylaştığı yönünde olmuş. Kadının olay hakkında açık ve net bir beyanın olmadığı bir durumda, erkeğin yakınlarının ve şahitlerinin anlatımları bu yönde.

Bu noktada, bazı sorular ortaya çıkıyor? Cinsel ilişkide rızanın sınırları nasıl belirlenir? Kavramları bilinçli mi kullanıyoruz? Ve kadın kimliğimiz bizim erkek egemen şiddet üretmeyeceğimiz anlamına gelir mi?

Alev Özkazanç’ın cinsel taciz, saldırı ve rıza üretimi gibi kavramları farklı örneklerle tartıştığı Cinsellik, Şiddet ve Hukuk kitabındaki önemli vurgusu bağlam, kültür ve toplumsallığın rızanın üretiminde “erkek-kadın”ın  “fail-mağdur” ikileminden öte bir tartışma ve analiz alanına ihtiyaç duyduğunu hatırlatıyor. Zira, farklı cinsel yönelimlerdeki kadın ve erkeğin güç ilişkilerindeki pozisyonu, statüsü, sınıfı, etnisitesi, kişiyi bu kategorilerden başka bir yere konumlayabilir. Ayrıca, toplumsal güç ilişkileri, insana ait duygu ve duygulanımlar da kişileri güç ilişkileri içerisinde farklı eylem ve durumlarda, farklı konumlayabilir.  Yani, “egemen-edilgen”i, “erkek- kadın” ikilemi içinde üretmek hakikati yansıtmadığı gibi, kadını da hep pasif konumda pozisyonlayan erkek egemen dili ve tavrı yeniden üretmekten başka bir işe yaramaz. Bu noktada, kadın her daim, edilgen, pasif ve mağdur bir konuma sokulmuş olur ki, hayat ve hakikat bundan çok daha çetrefilli ilişkiler yumağını barındırıyor. Yukarıda bahsedilen şahitliklerden, yaşamını yitiren erkek ile beyan sahibi kadın arasındaki ilişkide rızanın ortak üretildiği, kadının istemediği, yani hayır dediği noktada da (cinsel) yakınlaşmanın durduğunu anlıyoruz. Bunun aksi açıkça beyan edilmediği noktada da elimizdeki tek veri bu.

Öte yandan, yukarıdaki durumda net olamayan bir konu daha var. Taciz iddialarının ilk dile getirildiği zaman, erkeğin kadına cevap vermediğini düşündüğü an. Acaba, tacizden kasdedilen, erkeğin kendisini görmezden geldiği (ghosting) hissine kapılmış olması mı? Sonrasında, kadının, erkeğin kız kardeşine yazdığı tehdit bir duyulma talebi olabilir mi? Feminist hareket içinde de toplumda da yeterince konuşmadığımız en önemli noktalardan biri bu. İnsanların duyguları karmaşık hisleri de barındırır. Yok sayılmaktan duyulan rahatsızlık, intikam arzusu bu duygular arasında. Onarıcı adaletin önemli noktalarından biri de bu. Özellikle karma örgütlerde süreçlerin işletilmesi bu nedenle önemli. Yaşanan acı olayda, mekanizma işleyebilseydi, tüm bunlar konuşulabilirdi. Elbet, konuşmaktan da kastım, yukarıda da bahsettiğim gibi baştan taraf olmak yerine, süreci anlamak, bunun için çaba göstermek.

Son olarak, şiddet olduğu iddia edilen ilişkide mağdur edildiğini iddia eden kişinin erkek egemen şiddeti yeniden, yeniden üretmesi, her ne yaşamış olursa olsun, adaleti tesis edebilecek doğru bir yöntem olmadığı gibi, haklı da görülemez. Zira, kimlik siyasetlerinin, damgalama yöntemiyle alan ve gücünün sınırını belirleme eğiliminde olduğu bu dönemde, “beyan” adına şiddet uygulamak hak savunmak değil, bir hakkı gasp etmek sonucunu doğurur. Fail olduğu iddia edilen kişiye ve yakınlarına yönelik saldırılar erkek egemen şiddeti yeniden üretmekten başka bir anlama gelmez. En fazla, günümüzün erkek egemen ruh halini biraz daha tahkim eder. Maruz kaldığı şiddet videosu açıkça ortaya koyuyor ki, 3 Haziran günü erkek egemen dille bir şiddete maruz kalmış yaşamını yitiren erkek. Bazıları sol örgütlerin özellikle 1980’lerden gelen iç hesaplaşmarının devamı olarak yorumlasa da bu olayı, kanımca olay Türkiye’nin herhangi bir yerinde göreceğimiz linç türlerinden hiç de farklı değil. Ve esasında, Türkiye’deki sosyal ve hukuksal çürümenin de nelere yol açtığını gösteren son örneklerden. Sosyal medyanın insanları sosyal lince tabi tutan hali de sadece ayrımcılığı körükler halde. Bu linç kültürü kapalı kimlik grupları yaratırken, bireyleri de hoyratça savuruyor; insan olduklarını unuttururcasına…

Toplumsal ilişkilerin olduğu alanda, rıza üretimi, cinsel taciz, görmezden gelme, sistematik baskı uygulayarak görmezden gelme (mobbing) gibi insana ait bir çok duygunun iç içe katmalı bir şekilde girdiği meseleler var. Bizim de erkek-kadın veya farklı cinsel yönelimler arasındaki insanlar açısından bunları konuşmaya, duygularımızla kendimi anlamaya çok ihtiyacımız var. İşte tam da o yüzden, toplumsal dönüşümü hedefleyen onarıcı adalet mekanizmalarının nasıl işleyebileceği üzerine farkındalık geliştirmek ve bu farkındalığı en az beyan ilkesi ve ifşa yöntemleri kadar yaygınlaştırmak çok önemli. Bu hepimizin sorumluluğu olmalı.  Zira, bu hayatta hepimiz fail de olabiliriz, mağdur da… Dolayısıyla onarıcı yaklaşımla, hakikat temelli bir adalet hepimizin ihtiyacı, böyle bir adaleti hepimiz hak ediyoruz.

* ilketv.com.tr’de yayımlanan yazılar, yazarların görüşlerini yansıtmaktadır. Yazılar İlke TV’nin kurumsal bakışıyla örtüşmeyebilir. Yazıların tüm hukuki sorumluluğu yazarlarına aittir.