Geçtiğimiz ay, yakın zamanda doktorasını tamamlamış bir beyefendi bana doktora araştırmamda hangi konuda çalıştığımı sordu. Ben de nüfus ve üreme üzerine çalıştığımı söyledim. Kendisine hangi konuda çalıştığını sorduğumda ise ‘daha önemli konular’ üzerine çalıştığını söyledi. ‘Yani, savaş, barış, demokrasi’ diye de ekledi. Şimdi gidip neden öyle dediğini sorsak bir anda ağzından çıkıvermiş, öyle kastetmemiş, ya da şakalaşmış olduğunu söyleyebilir. Ama benim için o anda, devlet ve toplum kadın bedenine ve çocuklara her politikasında saldırırken, kelimelere – toplumsal cinsiyet kelimesine – bile savaş açmışken; savaş ve barış politikasını da üreme politikaları ve aile söylemi üzerinden kuruyorken; savaş, barış ve demokrasi üzerine çalışan insanların bu meseleleri ‘daha önemsiz’ gördüğünü, hatta belki de bu konuda söz üretmeyi kadınlara bıraktıkları bahanesiyle halının altına ittiğini ve konuşmadıklarını gözler önüne serdi.
***
Bu haftaysa meclisteki adı ile Milli Dayanışma, Kardeşlik ve Demokrasi komisyonu aileleri, hatta direkt ‘anneleri’ dinledi. Meclisteki barış süreci için toplanan bu komisyonun ilk dinlediği kesimlerin ‘anneler’ ve ‘aileler’ olması benim için çok manidar ve ‘daha önemli konular’ çalışan beyefendiler için de bence çok önemli olmalı. Zira aslında kadın-erkek temsiliyetinin bile eşit olmadığı bir komisyon olmasına rağmen, belli ki uzlaşı ilk olarak anneleri ve aileleri dinlemekte sağlanmış.
***
Komisyon 19 Ağustos’ta -yani temsilcilerin dinlendiği ilk oturumda- önce Aile Bakanı Mahinur Göktaş’ı; sonrasında ise TSK’da görev yapan ve savaş sürecinde gazi ya da şehit olmuş kişilerin ailelerini ve taleplerini dinledi. İlk sözün ‘üreme oranları bu şekilde düşmeye devam ederse askere gönderecek genç bulamayacağız’ kaygısını dile getiren, aile bakanına verilmesi dikkat çekici… Sonraki konuşmalarda ise şehit ve gazi temsilcileri anadilde eğitim hakkı gibi basit talepleri bile aslında reddettiklerini söylerken süreçteki en önemli motivasyonun da annelerin çocuksuz kalmaması, çocukların babasız kalmaması üzerinden olduğunu düzenli olarak vurguluyorlar konuşmalarında. [1]
***
Bir sonraki gün ise, komisyon, Barış Anneleri ve Cumartesi Annelerini dinledi. Tutanak Cumartesi Anneleri ve kayıp yakınları temsilcilerinden İkbal Eren’in kardeşi Hayrettin Eren’in gözaltında kaybedilme sürecini aktarmasıyla başlıyor. İkbal Eren, Hayrettin Eren’in gözaltında kaybedildiğini devletin kabul etmediğini, bu nedenle Türkiye mahkemelerinde iç hukuk yollarını tüketmelerine dahi izin verilmediğini anlatıyor. Bu yüzden AİHM’ye başvurmalarının ve haklarını aramalarının da tamamen engellendiğini belirtiyor. Konuşmasını “Hayrettin Eren ve tüm kayıplar aslında faili meçhul değiller” diyerek sonlandırırken, aslında faillerin belli olduğunu ve artık sorumluluk alınması için vaktin geldiğini ve taleplerinin de aslında özünde sadece bu olduğunu – sorumluluk alınması olduğunu- vurguluyor [2].
Ardından söz alan Barış Anneleri ise Kürtçe söz almak isteseler de kendilerini istedikleri dilde ifade edebilme talepleri komisyon başkanı tarafından reddediliyor. Bunun üzerine Barış Annesi, Nezahat Teke sözüne Türkçe devam ederken aslında neden Kürtçe konuşmak istediğini ve hatta konuşması gerektiğini netleştiriyor: ‘Çektiğim bütün acılar Kürtçeydi, göz yaşlarım Kürtçeydi’ … ‘Biz çok öldük ve en çok ölenler en çok barış isteyenlerdir’ diyor.
***
İki oturumun tutanaklarına karşılaştırmalı bakarak sürecin gidişatına ve samimiyetine dair anlayabileceğimiz çok şey var. Her şeyden önce süreçteki güç dengeleri ve aile politikaları üzerinden kurulan söylem, her vatandaşı temsil etmesi gereken bir bakanın bir tarafın doğrudan temsilcisi olarak konuşması ile zaten apaçık ortaya konuluyor. Dinlenen ilk tarafların aileler, hatta direkt anneler, olması ise bence süreçteki aile ve annelik üzerinden kurulan söylemin farkında olmamız ve bunu düşünürken de etnik kimlik üzerinden kurulan hiyerarşinin; devletin bir annenin kendini acısını çektiği dilde ifade edebilmesine dair korkusuna işaret ediyor. Zira orada dili çevirebilecek bir sürü insan varken bir anne kendisini istediği şekilde ifade edemiyorsa, etmesine izin verilmiyorsa bunun bence iki açıklaması olabilir. Birinci ihtimal, bu gerçek ve düpedüz bir korkudur — gerçeğin en çıplak haliyle dile getirilmesine dair bir korku. Ya da ikinci ihtimal, devletin baskı ve ayrıştırma üzerinden sürdürdüğü siyasetini barış masasına da taşıyarak devam ettirme çabasıdır. Nitekim 19 Ağustos’ta TSK’da görev yapan çocuklarını savaşta kaybetmiş ailelere kendilerini istedikleri şekilde ifade hakkı verildi.
Devlet ve iktidar, bir yandan aile yılı gibi uygulamalar altında erkek egemen nüfus politikaları ile kadın bedenine ve kapsayıcı ailelere saldırıyor. Kadınların birer kuluçka makinesi, hatta açıkça asker üretme makinası olarak görüldüğü bir politika yürütülüyor. Bu bağlamda, barış için kurulmuş bir komisyonda, her kesimden annenin kendisini acısını çektiği dilde ifade etmesine bile ortam tanınmaması, sadece etnik ayrımcılığı ortaya koymakla kalmıyor. Aynı zamanda, devletin anneleri ve aileleri öncelediğini iddia ettiği politikalarının her anne ve her aileyi kapsamadığını, bu politikaların açıkça herkesi temsil etmediğini gösteriyor.
***
Kısaca demem o ki, savaş, barış ve demokrasi için ilk dinlenmesi gerekenleri meclis komisyonu, anneler, aileler ve çocuklar, yani bu süreci iliklerine kadar yaşamış olanlar olarak belirlemiş. Ancak her anne, kadın ve çocuk da aynı hak ve hukuk erişimine sahip değil ve meclis komisyonu da bunu saklamıyor. Tutanaklar hangi kesimin öncelendiğini net bir şekilde ortaya koyuyor. Görülüyor ki bazı çocukların devlet elinde kaybedilmesi cezasız bırakılabiliyor, bazı annelere kendini acılarını yaşadıkları dilde ifade etme hakkı verilmeyebiliyor; bazı annelerin çocuğunu arama hakkı ise engellenebiliyor.
***
Ne kadar erkek siyaset bunu gözümüzün önünden çekmeye çalışsa da savaş, barış ve demokrasi için kurulan söylem ve üretilen politika aile, annelik, nüfus ve üreme politikalarıyla yakından ilişkili. Bu bazen bazı ailelerin kendilerini istedikleri dilde ifade edebilmesi ve bazılarının söz haklarının ellerinden alınması şeklinde kendini gösterebilirken; bazen de aile politikaları adı altında kadınlığın anneliğe ve doğurganlığa sıkıştırılması, LGBTI+’ların yok sayılması, kürtaj hakkına saldırılması ve bunların birer maşa olarak kullanılması şeklinde ortaya çıkabilir. Hatta bazen, sadece TÜİK nüfus oranları açıklandığında herkesin bir anda Urfa hakkında konuşması kadar basit bile olabilir.
***
[1] Komisyon tutanakları bence direkt olduğu gibi okunmalı zira daha ilk oturumlardan bu komisyonun ne hakkında ne için ve kimin için olduğunu gözler önüne seriyorlar: https://www.tbmm.gov.tr/Milli-Dayanisma-Kardeslik-Demokrasi-Komisyonu/Toplanti-Tutanaklari
[2] Tamamı için: https://www.ihd.org.tr/cumartesi-anneleri-insanlarinin-milli-dayanisma-kardeslik-ve-demokrasi-komisyonuna-sundugu-bilgi-goru%CC%88s-oneri-ve-talepleri/