Geçmişteki sivil barış hareketlerini araştırırken, II. Dünya Savaşı sırasında Almanya’da “Trümmerfrauen” olarak bilinen ‘Enkaz Kadınları’nın hikayesine rastladım. Yıkıntılar arasında taş, tuğla ve moloz taşıdığı için takdir edilen bu kadınları okurken bir kez daha fark ettim: Bu hikayeleri anlamak ve anlatmak için yalnızca tarih yazımı yetmiyor; feminist barış gazeteciliği gerekiyor.
Neden mi?
Şundan:
Savaşın son günlerinde Berlin’de yaşayan Edith Ringeler, o dönemin açlıkla ve yıkımla dolu günlerini şöyle anlatıyor:
“En kötüsü açlık idi. Şalgam yapraklarından ıspanak yapardık.”
(Das Schlimmste war der Hunger. Aus Rübenblättern hätten wir Spinat gemacht.”)
Yıllar sonra verdiği bir röportajda ise yaşadıklarını şu sözlerle özetlemiş:
“Cehennemi yaşadım ve kimse bize yardım etmedi.”
(“Ich habe die Hölle durchgemacht, und niemand hat uns geholfen.”)
Bu tanıklık, Enkaz Kadınları’nın yalnızca moloz taşımadığını, aynı zamanda açlıkla, yalnızlıkla ve çaresizlikle mücadele ettiğini gösteriyor. Çocukları için yiyecek aramaya çıkmak, kadınların en büyük sorumluluklarından biri olmuş.
Benzer bir deneyimi yaşayan Dora Naß ise bombardımandan sonraki ilk günlerini şöyle hatırlıyor:
“Mahallemiz ağır bombardımanla harap olmuştu, bütün camlar gitmiş, tavan çöküyordu… İlk baktığımda ne yapacağımı bilmedim. Sonra komşularla birlikte tuğlaları topladık, dayanışma başladı.”
Fedakarlık miti ve kadınların hakikati
Savaş sonrasında Enkaz Kadınları anlatısı hızla ulusal bir mite dönüşmüş. Kadınların moloz taşırken çekilen fotoğrafları, Almanya’nın yeniden doğuşunun sembolü haline getirilmiş. Ancak feminist araştırmalar, bu imgenin çoğu zaman gerçeği yansıtmadığını ortaya koyuyor.
Leonie Treber’in “Mythos Trümmerfrauen” başlıklı çalışması, bu anlatının 1960’lardan itibaren resmi hafızada abartılarak yüceltildiğini, kadınların acılarının ise görünmez kılındığını ortaya koyuyor. Nitekim Ringeler’in “Cehennemi yaşadım, kimse yardım etmedi” sözleri, bu mitin parlak yüzeyinin altındaki sert gerçeğin ifadesidir.
Kadınların savaş boyunca yaşadığı tecavüzler, evsizlik, açlık ve travmalar resmi anlatılarda yer bulmadı. Onların kamusal alandaki varlığı, ulusal kimlik inşasının ihtiyacı kadar sürdü; sonrasında düzen onları yeniden ev içine itti.
Peki feminist barış gazetecileri, bu Enkaz Kadınları’nı nasıl görürdü ve nasıl anlatırdı?
Dayanışma ve direnişi asla görmezden gelmezlerdi: Kadınların tüm imkansızlıklara rağmen yaşamı örgütleme gayretinin, toplumun yeniden inşasında belirleyici olduğunu fark ederlerdi.
Kadınların hakikatini görünür kılarlardı: Bu kadınların deneyimlerinin, resmi anlatıda ‘annelik’ ve “fedakarlık” rolleriyle sınırlanarak ulusal bir mite dönüştürüldüğünü ve kamusal alandaki varlıklarının nasıl kısa süreli olduğunun hikayelerini toplarlardı. Savaş sonrası kurulan düzenin, onları yeniden özel alanın sınırlarına ittiğini tüm hakikatiyle anlatırlardı.
Ruanda’da soykırım sonrası kurulan dul köylerinden (bu deneyimi de başka bir zaman anlatmak isterim) Balkan savaşlarının ardından kadınların yeniden inşa süreçlerine katılımına, dünyanın pek çok yerinde benzer hikayeler yaşandı. Kadınların emeği, hem en görünmez işlerin taşıyıcısı oldu hem de toplumsal hayatın yeniden inşasında belirleyici bir rol oynadı.
Enkaz Kadınları’nın öyküsü bütün savaş sonrası toplumların hafızasına ışık tutuyor.
Kadınların deneyimleri, mitleştirilmeden, bütün çıplaklığıyla anlatılmalı.
Tam da bu nedenle feminist barış gazeteciliği, kadınların görünmeyen emeğini, yaşadıkları hakikatleri ve direnişlerini açığa çıkarmak için olmazsa olmaz.
Çünkü “iyileştiren hiçbir şey saklı kalmaz.”
Yukarda okuduğunuz her şeyi bu cümleyi söylemek için anlattım.
Bu cümleyi geçtiğimiz hafta sonu katıldığım gazetecileri bir araya getiren bir toplantıda duydum ilk kez ve mıh gibi aklımda tutuyorum o günden beri.
Atölye BİA/bianet, 5-6 Eylül 2025 tarihlerinde “Celal Başlangıç Barış Gazeteciliği Atölyesi” düzenlemişti. İki gün süren atölyede, gazeteciliğin barış süreçlerindeki rolü tartışıldı. Programın açış konuşmasını yapan Prof. Dr. Sevda Alankuş’, “hak odaklı barış gazeteciliği”ni anlatırken şöyle dedi: “it heals it reveals”. Türkçeye çevirmek için sayısız deneme yaptım ki Alankuş da denediğini ama hiçbirinin içine sinmediğini söyledi. Benim de sinmedi ama en son şunda karar kıldım:
“İyileştiriyorsa saklı kalmaz”
Barış gazeteciliği çoğu zaman yalnızca “çatışma ve şiddet haberlerini farklı sunmak” olarak algılanıyor. Oysa mesele bundan çok daha derin.
bianet’in atölyesinde gazeteci meslektaşlarımı dinlerken kafamda hep döndü durdu bu; Enkaz Kadınları’nın hikayesini okuyunca hah dedim işte bu:
Barış gazeteciliği de yetmez.
İlle de feminist barış gazeteciliği…