Meclis Komisyonu faaliyetlerinin değerlendirilmesi
Faik Bulut 17 Eylül 2025

Meclis Komisyonu faaliyetlerinin değerlendirilmesi

1 Ekim 2024 tarihinde MHP Genel Başkanı Bahçeli’nin DEM Parti milletvekilleriyle el sıkışarak PKK lideri Abdullah Öcalan’ın DEM Parti Grup toplantısında konuşması gerektiğini beyan etmesinin üzerinden 11 ay geçti.

Bu arada bir TBMM Komisyonu kuruldu, birçok partiden 51 milletvekili komisyon çalışmalarına katılarak “Silah bırakma sonrası dağdaki hareket mensuplarının Türkiye’ye dönüşü” hakkında siyasi, yasal ve pratik meseleleri konuşmaya başladı. Komisyonun şimdiye kadar ne yapıp ettiğine dair bilgi edinmek amacıyla DEVA Partisi Genel Başkan Yardımcısı ve milletvekili Mehmet Emin Ekmen ile Ağustos sonu Ankara’da görüştük.

Ekmen’in komisyonda yaptığı 12 Ağustos 2025 tarihli konuşmasının yazılı metni ile Serbestiyet gazetesi ve Perspektif sitesinde yayınlanan iki makalesini okumuştum. Bize anlatılanlarla söz konusu metinlerin benzeştiğini görünce de bu yazılardan alıntılar yaparak toplamına ilişkin değerlendirmemi sizlerle paylaşmaya karar verdim. Bu arada Sayın M. Emin Ekmen ile görüşüp bu husustaki onayını da almış oldum.

“Beklentiler, İhtiyaçlar ve gerçekçilik!”

6 Eylül 2025 tarihli Serbestiyet gazetesinde çıkan yazısından alıntılar:

“İmralı’nın, iktidarın ve muhalefetin farklı açılardan ihtiyaçlarını karşılayan bu Komisyon, ‘Eve Dönüş Yasası’ amacıyla kurulmuş olsa da muhalefet için, iktidar ile iletişim ve müzakere zemini sağlayarak; hukuk, özgürlük ve demokratik iyileştirmeler için iktidar üzerinde bir baskı aracına dönüştürme imkânı da veriyor…

Millî Dayanışma, Kardeşlik ve Demokrasi Komisyonu’nun, süreç için dönüm noktası olduğu kadar, parlamenter demokrasimiz için de özel bir tecrübe oluşturacağı anlaşılıyor. Geride kalan yedi toplantıdan sonra Komisyon’un güçlü bir siyasi zemin üzerinde, yapıcı bir müzakere ve iletişim platformuna dönüştüğü söylenebilir.

Komisyon; MİT, İmralı ve Kandil üçgeninde ele alınan bir meselenin, siyaset kurumuna taşınması açısından da önemli bir işlev görüyor…

DEM Parti ve İmralı heyetlerinin tek yönlü yürüttüğü bilgilendirme ziyaretlerine siyasi iktidar ve devlet kurumları da dâhil olarak süreç, göreceli daha açık ve şeffaf bir siyasi demokratik zemine kavuşmuş oldu.

Devletin ve İmralı’nın Komisyon’dan beklentisi neredeyse yalnızca ‘Eve Dönüş Yasası’ iken, toplumun talepleri bundan çok daha fazlasıdır.

Son dönemlerde yaşanan otoriterleşme, yargı süreçlerindeki sorunlar ve hukuk devletindeki gerilemeler; toplumun farklı kesimlerinin seslerini duyurmak, iktidar üzerinde baskı oluşturmak ve somut sonuçlar almak için Komisyon’a yönelmesine yol açmıştır.

İstanbul’daki yargı soruşturmalarını gündemde tutmayı sürdüren Cumhuriyet Halk Partisi, aile dayanışma ağları; işe geri dönmeyi bekleyen KHK’lılar; basit gerekçelerle yargılanan veya FETÖ’den mahkûm olmuş aileler; kursiyer teğmenler ve 15 Temmuz darbesine fiilen karışmamış askeri öğrenciler; TCK 158 için çalışma yürüten gruplar; Covid yasasında eşitlik bekleyenler ve infaz yasasında düzenleme talep eden diğer gruplar Komisyon üzerinde siyasi baskı oluşturma çabası içerisindedir…

Türkiye’nin temel ihtiyacı, herkes için daha fazla demokrasi, özgürlük ve adalettir. Komisyon, sağduyu ve rasyonalite temelinde işletilirse, yalnızca sürecin gerektirdiği yasal düzenlemeyi sağlamakla kalmayacak; toplumsal barış ve ortak gelecek için de güçlü bir fırsat yaratacaktır.

Komisyon’un şu ana kadar yaşadığı tek negatif tecrübe, Barış Annelerinin Kürtçe konuşma talebindeki ısrarına olumlu cevap verilmemiş olmasıdır. İç Tüzüğe tabi olmayan bir toplantıda Barış Annelerinin kendini daha rahat ifade edebileceği bir dilde konuşabilmeleri şüphesiz insani ve hukuki bir haktır…

Komisyon’un son toplantısı, yakın dönem siyasetin hafızasını temsil eden önemli bir buluşmaya sahne oldu. Türkiye’nin yakın tarihine tanıklık etmiş eski 10 TBMM Başkanı, Komisyon tarafından tek tek dinlendi. 20’nci dönemden 29’uncu döneme kadar görev yapmış Hikmet Çetin’den Mustafa Şentop’a uzanan bu isimler sadece dönemlerinin değil, Türkiye’nin geçirdiği siyasal dönüşümlerin de birer tanığı.

Komisyon’un bu isimleri dinlemesi, siyasi kültür ve toplumsal barış açısından da büyük önem taşıyor… Bu toplantı hem geçmişi anlamak hem de geleceği inşa etmek adına oldukça kıymetli iken devlet tecrübesinin meseleye ne denli ciddi ve yapıcı yaklaştığını da gözler önüne serdi. Başkanların bir kısmı usule ilişkin önerilerde bulunmakla yetinirken Hikmet Çetin (CHP), Ömer İzgi (MHP), Bülent Arınç (AKP) esasa dair değerlendirmeler ve radikal önerilerde bulunmaktan kaçınmadılar.

Komisyon’un odak noktası ve çalışma süresi beklenilen bütün dinlemeleri yapmasına imkân vermeyecektir. Bu çalışmanın geçmişte kurulan ve önemli toplumsal meseleleri ele alan çeşitli araştırma komisyonlarının birikimleriyle desteklenmesi büyük önem taşımaktadır…

Komisyon şu ana kadar Şehit aileleri, Gaziler, Diyarbakır Anneleri, Cumartesi Anneleri ve Barış Anneleri İnisiyatifi gibi toplumun farklı kesimlerinden gelen temsilcileri dinledi. Cumartesi Anneleri ile Barış Anneleri ya da şehit ve gazi aileleriyle bir polemik oluşmaması için soru sorulmaması ve konuşmalar hakkında yorumda bulunulmaması ilkesi, sonrasında genişleyerek tüm oturumlarda uygulanan bir prensibe dönüştü.

Kimsenin sözünün kesilmeden söylediklerinin tutanağa geçirilmesi ve anlatıların müzakereye açılmaması üyeler ile konuşmacılar arasında bir tartışma zemini oluşmasını engellemesi açısından doğru bir karar olarak değerlendirilmektedir…

İfadelerin Meclis tutanaklarına geçmesi, toplumsal hafızanın oluşması ve farklı bakış açılarının kayda geçirilmesi açısından büyük önem taşıyor.

Toplumun farklı kesimlerinin Komisyon gündemini etkileme çabasında öne çıkan mevzular; haksız gözaltı ve tutuklamalar, hasta tutuklular, KHK’lılar, FETÖ yargılamaları, 15 Temmuz darbe sanığı askeri öğrenciler, çeşitli adli suçlulardaki infaz düzenlemesi bekleyen mahkûm yakınları oldu…

Komisyon zemini, demokratikleşmeye dair temel meselelerin ifadesi açısından bir fırsat olsa da 100 yıllık sorunları, görev süresi sınırlı (31 Aralık 2025) ve sürece dair sorumluluğu olan bir komisyonun çözmesini beklemenin gerçekçi olmayacağı aşikârdır.

Anayasaya dair hiçbir görüşmenin yapılmayacağı ortadayken bu Komisyon’un gerçek bir demokratikleşme komisyonuna dönüşmesi beklenemez. Üstelik Anayasal değişikliklere dair daraltıcı yaklaşım, iktidar tarafından değil muhalefet tarafından Komisyon’a bir şart olarak ileri sürülmüş ve bu, iktidar cenahında da kabul görmüştür.

Komisyon’dan beklenen ne ya da ne olacak?

Peki, bu Komisyon’dan ne beklemeliyiz?

Taraflar kendine mahsus bir modelle bu süreci yürütüyor. Komisyon’un görev süresi sınırlı, toplumun beklentisi ise oldukça yüksek. Eğer Komisyon’un çalışmaları veya etkisi yalnızca ‘Eve Dönüş Yasası’ ile sınırlanırsa derin bir hayal kırıklığı yaşanabilir. Böyle bir hayal kırıklığı, sürece olan güveni de olumsuz etkileyecektir. Bu çalışmaları toplumsal barışa giden yolun ilk basamağı haline getirmek mümkündür. Bunun için iktidarın ve muhalefetin sorumluluk alması ve toplumun farklı kesimlerinden gelen taleplerin dikkate alınması şarttır.

Hasta tutuklu ve hükümlülerle ilgili, bu kişilerin hastane ve ev arasında hareket edebilecekleri bir modelle tahliye edilmeleri, CHP ile ilgili soruşturmaların gözaltı ve tutuklama furyasına dönüştürülmeden yürütülmesi, iddianamelerin gecikmeden yazılması, FETÖ yargılamalarında AİHM ve Anayasa Mahkemesi’nin ihlal tespit ettiği temel kriterlere riayet edilmesi, hakkında soruşturma olmayan veyahut kesinleşmiş takipsizlik veya beraat kararı alan KHK’lıların görevlerine dönmesinin başlaması gibi basit adımlar toplumu rahatlatacak ve sürece güveni arttıracaktır.

Böylelikle bir örgüte veya toplumun bir kesimine yönelik bir süreçten ziyade, iç cepheyi tahrip eden uygulamalardan vazgeçilerek herkesin daha fazla hukuk, demokrasi ve özgürlüğe kavuşacağı yönünde kuvvetli bir kanaat oluşturulabilir. Bu kanaat, sadece sürecin nihai hedefi olan Terörsüz Türkiye’ye değil, aynı zamanda sürecin gereği olan yasal ve yapısal reformlara desteğe de dönüşebilir.

İşleyiş biçimi ve gösterdiği esneklik umut verici olsa da Komisyon’dan, ‘Eve Dönüş Yasası’, yargıdaki dönemsel rahatlamalar ve nihai raporda yer alacak siyasal ve felsefi perspektiflerin ötesinde adımlar beklemek gerçekçi değildir. Yüksek beklentiler kaçınılmaz olarak hayal kırıklığı yaratır. Komisyon, Türkiye’nin yüzyıllık karmaşık meselelerini 31 Aralık 2025’e kadar kökten çözecek güçte değildir ve kapsamlı beklentiler gerçeği yansıtmayacaktır.

Bu sürecin temel ihtiyacı, kuşkusuz ki örgütün tasfiyesi ve üyelerinin hukuki durumuna ilişkin yasal düzenlemelerdir. Toplumun da ihtiyacı; normalleşmenin sağlanması, demokratikleşmenin derinleştirilmesi, özgürlük alanlarının genişletilmesi ve hukuk devletinin uygulamada ve mevzuatta güvence altına alınmasıdır.

Olası bir Eve Dönüş Yasası’nın örgütün dağ kadroları, cezaevindeki tutuklu ve hükümlüler ve ülkeyi terk etmiş olanlar için nasıl düzenlemeler getireceği, hukuki statü dışında, ekonomik, sosyal, siyasal yaşama katılım açısından belli modeller içerip içermeyeceği de muhtemelen Ekim ayı başındaki mevzuat tartışmaları esnasında açığa çıkacaktır.”

“1 Ekim Süreci Hakkında Durum Değerlendirmesi”

M. Emin Ekmen’in 10 Eylül 29925 tarihinde Perspektif sitesindeki yazısından kimi alıntıları da sizlerle paylaşmalıyım:

Sürecin Karakteristiği: Benzersizlik

“Sürecin en belirgin özelliği, benzersiz ve atipik bir yapıya sahip olmasıdır. Birçok kaynaktan elde edilen bilgilere göre Türkiye Cumhuriyeti Devleti 1993’ten bu yana en az 13 kez görüşmeler yoluyla örgütü silahsızlandırmayı denedi ancak tüm girişimler başarısızlıkla sonuçlandı.

Bu süreç, yaşanılan 13 girişimden hiçbirine benzememektedir. Gazetecilerin, Barzani veya Talabanilerin aracı olduğu, Kandil’e mektupların gönderildiği ya da Oslo örneğinde olduğu gibi üçüncü taraf arabuluculuğunun söz konusu olmadığı bir girişim…

Benzersiz Modelin Yarattığı Stres

Bu benzersizlik hali, sürecin üzerinde iki önemli stres yaratıyor: İlki, önceki 13 başarısız deneme nedeniyle taraflar arasında ve kamuoyunda derin bir güvensizlik mevcut. Güvensizlik hissi yavaş yavaş azalıyor olsa da henüz yeterli güven ortamına ulaşılmış değildir. İkinci stres odağı ise, taraflarda özellikle Kürt kamuoyunda var olan dünya örneklerine dair geniş bilgi birikiminin yarattığı strestir.

Türkiye’nin bir parçası olduğu Moro veya Güney Afrika İRA-İrlanda süreçleri hakkında genel kültürümüz oldukça gelişkin. Bu donanım, mükemmeliyetçi bir arayış ve beklenti yaratıyor: ‘Şu ülkede kadınların katılımı böyle sağlanmış, başka bir yerde hakikat ve adalet komisyonu şöyle çalışmış, bir diğerinde silahsızlandırma süreci şu şekilde gelişmiş’ gibi pek çok bilgi, mezkûr modelin içinde yer bulamadığı için bu farkındalık sürece dair memnuniyetsizliğe dönüşmekte.

Çatışma çözümü akademisi ve tecrübesinde mükemmel model olmadığı gibi, kendini tekrarlayan bir model de yoktur. Başarılı ya da başarısız her deneyim taraflara ve izleyicilere mutlaka bir şey öğretir… Özellikle sivil toplumun rolünün fesih ve silahsızlanma sonrası artacağı öngörülebilir.

Barış İhtimalini Büyütmek

Önceki çözüm sürecinde Akil İnsanlar Heyeti’nde görev almıştım. Ardından doktora tezimi bu alan üzerine yazdım ve bu kapsamda süreçlerde örgütleri, devletleri temsil eden ya da arabuluculuk yapmış yaklaşık 20 kişiyle mülakatlar gerçekleştirdim. O dönem birçok kez şöyle düşündüm: ‘Türkiye’de yeni bir süreç başlarsa; ajandası, mimarisi, zaman yönetimi ve hedefleri net olmayan bir sürece asla girilmemeli.’

Ancak 1 Ekim 2024 akşamı ekranlarda Devlet Bahçeli’nin DEM sıralarına yönelip el sıkmasının hikmetlerini tartışırken buldum kendimi. Anlaşılan, şairden mülhem: ‘Barışın ihtimalini bile sevenlerdenmişiz.’ Bir umut… Genel Başkanımız Sayın Ali Babacan da ‘%5 bile başarılı olma şansı varsa destekleriz!’ diyerek bu umuda işaret etmişti.

Toplumun farklı kesimlerine sirayet eden güvensizlik ortamına, dünya örneklerinden ayrışan özgün yapısına ve mükemmeliyetçi beklentilere rağmen, mevcut süreç desteklenmeye değer…

Başarmak Mümkün

Bu kez öncekilere kıyasla başarı daha yakın gözüküyor. Bölgesel denklem gibi iç siyaset de önemli ölçüde elverişli bir zemin sunuyor. İsrail’in güvenliğinin tahkimi, İran’ın etkinliğinin azaltılması ve kalkınma yolunun güvenliğinin sağlanması hedefi bölgedeki tüm silahlı örgütlerin -PKK, Haşdi Şabi, DEAŞ ve diğerleri- silahsızlandırılmasını zorunlu kılıyor. Bu da bölgesel ve uluslararası dengelerin uygunluğuna işaret ediyor. Suriye’deki gelişmelerde de bu uygunluğun izleri görülüyor…

Bahçeli ve Muhalefet

İç siyasette Bahçeli’nin rolünün, CHP’nin desteğinin, muhalefetin bir bütün olarak tutumunun değeri ortada… Sn. Bahçeli’nin açıklamaları ile AK Parti’nin önünü açtığı düşünülürken; Devlet Bey, sürecin yönetiminde aktif rol aldı…

Bir başka benzetmeyle ifade etmek gerekirse; milliyetçi muhafazakâr toplumu ve bürokratik kodları temsil eden Devlet Bahçeli ile kuruluş kodlarını temsil eden CHP’nin sürecin içinde yer alması, sürecin en güçlü yanlarından biri olarak öne çıkıyor.

Liderler İçin Son Fırsat

Bir diğer önemli avantaj ise; sürecin üç lider için de son bir fırsat olması durumudur. Erdoğan, Bahçeli ve Öcalan tarihe not düşmek istiyorlarsa bu süreci başarıyla tamamlamak zorundalar. Başarısızlık halinde sağlıklarının bir sonraki süreci yürütmeye imkân verip vermeyeceği bilinmez. Başarısız her sürecin en az on yıl süren büyük bir şiddet parantezini getirdiği göz önüne alındığında bu kez sürecin başarıyla tamamlanması herkes için bir zorunluluk.

Belki de bu kez başarılı olma zorunluğu nedeniyledir ki; İmralı zaman zaman minimalist bir noktaya geri çekilmekte ve bu durum birçok kişi veya kurumu açığa düşürebilmektedir. Aynı şekilde Bahçeli’nin hamleleri, rahmetli Sırrı Süreyya’nın ifadesiyle yer yer çıtayı adeta göğe çakmaktadır. Bu iki şaşırtıcı esneklik, belirsizlik yaratmakta, öngörüde bulunmayı zorlaştırmaktadır.

100 Yıllık Sorunların Çözümü Mümkün mü?

100 yıllık sorunların bu Komisyon’da çözüleceğini beklemek gerçekçi değil, Komisyon’un görev süresi de buna imkân vermeyecektir. Ancak toplumsal gündemin komisyon tartışmalarına taşınması sürece olan güveni arttıran bir etki yaratacaktır.

Komisyon’un kuruluş gerekçesi temelde iki noktaya dayanıyor: Birincisi, İmralı’nın süreci toplumsallaştırmak ve siyasallaştırmak amacıyla önerdiği bir mekanizma olması. İkinci gerekçe ise iktidarın muhalefeti sürece dâhil ederek, ‘Eve Dönüş Yasası’nın siyasal riskini paylaşmak istemesi.

Eve dönüş yasasında ise, usul olarak kapsamlı bir yasa teklifi metninden ziyade bir ‘çerçeve metin’ tavsiyesi öne çıkıyor.

Esas Beklenti: Demokratikleşme

Eve Dönüş Yasası’nın ardından herkesin aklındaki esas soruya geliyoruz: Geniş anlamda Türkiye’nin demokratikleşmesi, dar anlamda ise Kürt meselesine dair temel sorunların çözümüne dair bir irade var mı? Eve dönüş aşaması başarıyla tamamlanırsa, önümüzde üç temel tartışma başlığı olacaktır: Ana dilde eğitim, anayasal vatandaşlık, yerel yönetimlerin güçlendirilmesi.

Vatandaşlık, Ana Dil ve Yerel Yönetimler

Kürt meselesinin çözümü bağlamında Anayasal taleplerde üç kritik başlık öne çıkıyor: Madde 66 vatandaşlık tanımı, Madde 42 ana dilde eğitim yasağı ve yerel yönetimlerin güçlendirilmesi. Görünen o ki Cumhur İttifakı bu üç konuda adım atma konusunda hazırlıklı. Ancak bu adımların ‘Eve Dönüş’ sürecinin parçası değil, sonrasında atılmasını istiyorlar.

Bahçeli’nin konuşmalarında ve yazılarında, çatışma çözümüne ve devletin yeniden yapılanmasına dair oldukça ileri düzeyde fikirler yer alıyor. Bahçeli’nin bu noktaya nasıl geldiği konusunda elimizde somut veriler yok, bu konu hâlâ yorum ve spekülasyonlara açık. Ancak açık olan şu: Bahçeli ve MHP’li aktörler ‘Madem bu yola girdik, gereğini yapalım!’ çizgisindeler.

AK Parti’nin Temkinliliği

2004 yılında çıkarılan ‘Topluma Kazandırma Yasası’ sürecinde, Öcalan’ın avukatları -Mehdi Öztüzün de dâhil olmak üzere- dönemin Adalet Bakanı Cemil Çiçek’le görüştüğünde Çiçek, ‘Yasaya katılım olursa sonuna kadar esnek davranırız’ demişti. Bu da bugünkü sürecin ilk ciddi denemesi olarak karşımıza çıkıyor. Ardından 2009’da Oslo Süreci, 2011’de Demokratik Açılım, 2013’te Çözüm Süreci ve nihayet bugünkü aşamaya gelindi.

Ancak dikkat çeken bir şey var: Kimse ‘Biz nerede yanlış yaptık?’ sorusunu sormuyor. Özellikle Erdoğan’ın bu beş ayrı denemedeki başarısızlıkta kendine pay biçmediği gibi, karşı tarafa ciddi fatura çıkarma, kırgınlık, öfke ve güvensizliğin ciddi emareleri var. Bu yüzden de Erdoğan cenahında süreç, oldukça kontrollü bir biçimde ilerliyor.

Lütuf Düzeni

DEM Partisi tabanı, örgüt çevreleri ve de Kürt seçmende çok sık karşımıza çıkan bir soru var: ‘Hiçbir pazarlık ve teminat alınmadan yapılacak fesih ve silahsızlanma sonrası demokratikleşme olacağının teminatı nedir?’ Açıkça ifade etmek gerekir ki, silahın, şiddetin ve terörün sona ermesi, gençlerin hayatta kalıyor olması en büyük kazanım olacaktır.

İktidar bir adım atmazsa dahi meşru talepler siyasi ve demokratik zeminde her zaman ifade edilebilecektir. Demokratik çevrelerin bu mücadeleye dair tecrübesi gibi özgüveni de ortadadır.

Sürecin iletişimi açısından ‘lütuf düzeni’ metaforunu bir kere daha ifade etmek isterim: Türkiye, uzun süredir hukuk devleti olmaktan uzaklaşarak ‘lütuf düzenine’ geçmiş durumda. Hukuk devletinde bir bardak suyu, ‘Bu benim hakkım’ diyerek talep edersiniz. Mevcut durumda bu talebiniz reddedileceği gibi hakkını istemenin bedelini de ödemek durumundasınız. Oysa lütuf düzeninde aynı talep, ‘Yöneticilerin vicdanına, onların hakkaniyet duygusuna, engin tecrübelerine,’ hitaben yapılırsa, beklemediğiniz derecede mükellef bir sofra ile donatılabilirsiniz.

Bugünkü sürecin iletişimi de böyle kurgulanmış durumda: ‘Siz hiçbir şey talep etmeyin, eve dönüşü tamamlayın; sonrası bize ait.’ Peki, bu yaklaşımda aldatılma ihtimali var mı? Evet, var…

İmralı’nın Vaadi

Sürecin ilk günlerinde İmralı ziyareti sonrası Ömer Öcalan’ın kamuoyuna açıkladığı cümleyi aşan bir gelişme yaşanmadı ve yaşanması da pek mümkün görünmüyor. O açıklamada verilen mesaj oldukça netti: ‘Bana imkân ve fırsat tanınırsa, bu sorunu silah ve şiddet zemininden çıkarıp, demokrasi, hukuk ve siyaset zeminine taşıyabilirim. Buna muktedirim.’

Söz konusu ifadede bir Anayasa paketi ya da yasal düzenlemeden ziyade, yöntem değişikliği vurgulanıyordu. Sürecin de şu anda tam olarak bu metodolojik değişim üzerinden ilerlediği görülüyor. Neticede demokratikleşme ve reform gündemi, silahsızlanma sonrası çok daha kuvvetli olarak kendini siyasi gündeme aktörlere dayatacaktır.

Erdoğan’ın Beş Ayaklı Reform Paketi

Bu bağlamda Bahçeli gibi Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın da bazı vurguları kıymetlidir. Erdoğan AK Parti’nin Büyük Kongresi’nde ‘beş ayaklı reform paketinden’ söz etti: 1-Ekonomik dönüşüm, 2-Yeşil ve dijital dönüşüm, 3-Sosyal haklar, 4-Temel haklar, 5-İdari ve siyasi düzenlemeler.

Bu başlıklar içinde özellikle sosyal haklar, temel haklar ile idari ve siyasi düzenlemeler doğrudan Kürt meselesiyle bağlantılı duruyor. Ayrıca, Efkan Âlâ başkanlığında bir heyetin yaklaşık bir buçuk yıldır bu alanda çalıştığını biliyoruz. Ciddi hazırlıklar yapılmış durumda; artık bu hazırlıkların kamuoyu ile paylaşılması gerekiyor.

Erdoğan’ın süreç boyunca yaptığı en kapsamlı konuşma, kuşkusuz Kızılcahamam’daki konuşmasıydı. Orada devletin son 50 yılına dair önemli bir yüzleşme içeriği vardı. ‘Beyaz Toroslar’dan köy yakmalara, dil yasaklarından faili meçhullere kadar pek çok karanlık başlığa değinildi. Örgütün silah bırakmasını nihai bir çözüm olarak değil, sadece bir başlangıç olarak gördüğünü; asıl hedefin ‘kalıcı barış’ olduğu ifadesi ile vurguladı.

Sürecin AK Parti içindeki hukuk devletinin temel gereklerinin farkında olan, demokratikleşme yanlısı kesimlerin de elini güçlendirdiği ifade edilebilir.

Suriye’de Çözüm İçin Vilayet Bazlı Âdem-i Merkeziyet

Son olarak ayrı bir yazı ve değerlendirme konusu olmayı hak ediyor olsa da Suriye hakkında birkaç tespitte bulunmak gerekiyor. Kamuoylarına yönelik yapılan retorik dozu yüksek konuşmalardaki gerilimden bağımsız olarak Suriye meselesinde çözümün, vilayet bazlı âdem-i merkeziyetçi yapılar üzerinden varılacak anlaşmalarla sağlanacağı öngörülebilir.

Ankara’nın YPG’den iki net talebi var: Birincisi İsrail ile ilişkilerde dikkatli olmak, ikincisi mevcut askeri varlığını tümen veya ordu gibi müstakil bir yapıdan ziyade daha geniş bir katılımla entegre etmek…”

Kişisel gözlem ve notlarım:

Sayın M. Emin Ekmen’in yukarıdaki belirlemeleri büyük ölçüde önemli ve yol göstericidir. Sahadaki gözlemlere ve üyesi olduğu TBMM Komisyonu faaliyetlerindeki çıkarsamalara dayanmaktadır, geneline katılmaktayım. Ancak, MHP liderinin Kürt meselesine ilişkin değerlendirmesinin doğruluğu, isabeti, gerçek/esas niyeti ve samimiyeti hususunda Sayın Ekmen ile aynı fikirde değilim.

Keza çözüm konusunda Erdoğan’a gereğinden fazla atfedilen rolün gerçekçi olduğuna ikna olmuş değilim. Bu tespitin sahadaki hakikat ve dengelere uygunluğu noktasında da kendisiyle farklı düşünüyorum. Bana göre Erdoğan, nihayetinde iktidarda kalmayı esas alan ve anketlerin sonucuna göre sıkça karar verip tavır değiştiren bir politikacıdır.

Sn. Ekmen’in AKP’nin “lütuf düzeni”ne büyük önem atfetmesi gerçeğini dile getirmesi MHP ve AKP zihniyetinin istikrarsızlığının yaygın olduğu bir dönemde, talep etmek yerine lütuf beklemek fikrinin altını çizmesi önemli olsa gerek. AKP kurmaylarının aniden tutum değiştirerek birbirlerini bile kolayca harcayıp yüzüstü bıraktıkları bir ortamda “lütuf düzeni”ne bel bağlamak bana da gerçekçi gelmiyor.

Kısaca, iç ve bilhassa dış dinamikler nedeniyle mevcut sürecin başlamasında iki önemli faktör rol oynamıştır: Mecburiyet ve samimiyet! Yani AKP veya devlet, Öcalan ile görüşmeye mecbur kalmış, Öcalan da aynı mecburiyet sonucu masaya oturmuştur. Samimiyet noktasında İmralı’dan DEM Parti’ye ve hatta Kürt kamuoyuna kadar uzanan çizgide büyük oranda istikrar var. Bahçeli ve bilhassa Erdoğan cephesinde ise samimiyet henüz kendisini kanıtlamamıştır.

Ben ise gelişmelere bakarak bilimsel şüpheci ve endişeli iyimser tavrımı sürdürüyorum.

* ilketv.com.tr’de yayımlanan yazılar, yazarların görüşlerini yansıtmaktadır. Yazılar İlke TV’nin kurumsal bakışıyla örtüşmeyebilir. Yazıların tüm hukuki sorumluluğu yazarlarına aittir.