Zamana ve mekana dair
Lokman Ergün 15 Kasım 2025

Zamana ve mekana dair

Zaman, unutmanın adıdır.  Dağlara çarpıp duran bir rüzgâr gibi, esip durur ömrümüzde. Rüzgâr unutulur, aşınan kayadır hatırladığımız.

Mekân, hafızanın anayurdudur. Dağın yamacı, ırmağın kenarı, evin kapısı, duvarın yıkıntısıdır hayatlarımıza akseden. Belleğimize kazınan o resimlerde bağ kurarız geçmişimizle.

Bir evin odası kalmış aklımda, bir taşınma telaşesi. Eşya taşıyoruz merdivenlerden, mobilyalar, saksılar, koliler. Bir kutuyu açıp, kitaplarımı yerleştiriyorum dolaba. İskender, Ferit Edgü’nün Hakkari’de Bir Mevsim’ini alıyor eline, Hamza yanı başında. “Abi, ne anlatıyor bu?” diyor, “bizi anlatıyor” diyorum, öylesine. Sarışın bir gülüş beliriyor Hamza’nın yüzünde. Birlikte gülüşüyoruz. 21 yaşında ikisi de.

Akarsuların, başı bulutlu dağların, yemyeşil yaylaların kucağındaki yakılmış bir köyden göç etmişler buraya. Aynı avluyu kullanıyoruz bir süredir. Köye dair anılar, komik hikayeler anlatıyorlar. İskender daha teatral, Hamza mesafeli. Her anı, her hikâye bir mekânla özdeşleşiyor onlar anlatırken. Çocukken yüzdükleri dereyi anlatıyorlar, sevinçleri o derenin suyuyla akmış. Bir çığın altında kaybettikleri yakınlarını yâd ediyorlar, o dağın yamacına işlenmiş hüzünleri. Hafızaları geldikleri coğrafyanın uzantısı gibi, uzaklaştıkça unutmaktan korkuyorlar.

Ve unutmamak için olacak, birkaç ay sonra gittiler. “Gitti” diyorlardı Kürtler, dağlarına geri dönen çocuklarını anlatırken. Gidilen mekânı çok iyi bilmenin tevekkülüyle. Ayrıldım bir zaman sonra o evden, kitapları, mobilyaları, saksıları taşıyıp, kutulara yerleştiremediğim ne varsa, İskender’in hikayeleri ve Hamza’nın gülüşüyle birlikte mekânın sonsuz hafızasına emanet ederek.

98 Temmuz’unda, Van-Hakkâri karayolunda, yıkık bir duvarın üzerinde teşhir edildi Hamza’nın ve arkadaşlarının parçalanmış bedenleri. Yoksul babasının bir ömür boyu çobanlık yaptığı yaylalarda, son teknoloji milyonlarca dolarlık helikopterlerle öldürüldü. Bu yetmemiş ki öldürenlere, cansız bedenlerini çırıl çıplak soyarak, günde binlerce aracın, on binlerce insanın geçtiği bir karayolunda sergilediler. Temmuz sıcağında, Zap vadisinde kanlı bir sunak oluşturdular. Sonra, hala bilinmeyen bir yerde, bir kepçenin kazdığı çukura gömdüler.

O yıkık duvarın kalıntıları duruyor aynı yerde. 98 Temmuz’unda, o kanlı sergiden iki gün sonra geçtim o yoldan. Duvarda hala kan izleri duruyorken. Sonradan öğrendim, kan kızıllığına bulandığını Hamza’nın sarışın gülüşünün. Ve bir mekân daha anayurdu oldu, Hamza’yı hatırlayışımın.

İskender bir fotoğraf göndermiş, arkasında gri duvarların yükseldiği bir avluda çekilen. Yüzünde Hamza’nın gülüşünü anımsatan bir tebessüm. Fotoğraf elime geçtiğinde 13 yıl olmuştu o duvarlarla tanışıklığı. Şimdi bir on yıl daha geçmiş o gri duvarların önünde. Bu kez mekân, umudun ve yaşamın hapishanesine dönüşmüş İskender’in hikayesinde. O duvarlara asla sığmayacak olan umudun.

Unutturmanın gücüne güveniyor herkes. Konuşamayan genç ölülerin, hikâyelerini anlatamamasına. Yakılmış köylerin rüzgârda savrulup giden küllerine. Dağ başlarında mezarsız bırakılmış güzel gülüşlü çocukların, seslerinin sonsuzlukta yitip gitmesine. Yıkık duvardaki kan izlerini silen yağmura güveniyorlar. Esip yiten, akıp giden şeylere. Zamana, rüzgâra, yağmura, kara. Ben mekâna sığınıyorum, orada duruyor ömrüme akseden her şey.

Zaman insafsızca süpürüp götürse de yaşadıklarımızı, o mekânlar hâlâ duruyor yerli yerinde. Ve durdukça o mekânlar, vurulan, parça parça edilen, ölü bedenlerin teşhir edildiği yıkılmış duvarlar, bombalanan dağlar, yakılan köyler durdukça, zamana inat, hatırlayacağız. Öfke biriktirmek için değil, neyi affettiğimizi bilmek için hatırlayacağız.

* ilketv.com.tr’de yayımlanan yazılar, yazarların görüşlerini yansıtmaktadır. Yazılar İlke TV’nin kurumsal bakışıyla örtüşmeyebilir. Yazıların tüm hukuki sorumluluğu yazarlarına aittir.