Bir cinayetten bir kadının özgürlüğüne uzanan Paralel Hayatlar
Başak Canda 18 Kasım 2025

Bir cinayetten bir kadının özgürlüğüne uzanan Paralel Hayatlar

İnsanlar bazen duygularıyla hareket ettiklerini düşünür ve belki de bu duygular, kendilerine verdikleri cezalardır. Yani duygusal davranışları, kendi içlerinde kendilerini mahkûm etme hâline dönüşebilir. Peki duygular düşünceden bağımsız olabilir mi? Sanmıyorum. O hâlde insan buna neden ihtiyaç duyar? “Kendiniz olmaktan yorulduğunuzda, kendinizi kaybedeceğiniz bir yere ihtiyaç duyarsınız.” sözünün kime ait olduğunu bilmiyorum ama bu ifade bizi duygusal zekâya götürür. Çünkü duygusal zekâ, kişinin hem kendi hem de başkalarının duygularını anlamasını sağlar. Ayrıca düşüncelerin duygulara, doğru ya da yanlış anlamlar yüklemesi, duyguların gerçekliğini kavramayı zorlaştırır.

Yönetmenliğini ve senaristliğini Maite Alberdi’nin yaptığı Paralel Hayatlar (El lugar de la otra) filmi, bunun bir derece üstüne çıkar ve o duygunun nasıl yaşandığını tam anlamıyla bize sunar. 1955’te Şili’de, Francisca Lewin’in canlandırdığı ünlü yazar María Carolina Geel, sevgilisinin kendisinden ayrılmak istemesi üzerine, Santiago’daki Hotel Crillón’un yemek salonunda herkesin içinde onu tabancayla vurarak öldürür ve bu olay tüm ülkeyi sarsar. Filmin ayakları bu gerçek cinayetle sağlamlaştırılmış olsa da anlattığı kesinlikle bir cinayet değil. Cinayetin gizeminde bir hayatın sorgulanması, varoluşun kadın duygularında nasıl yer tuttuğu ya da bir kadının bakış açısından ayrıntılandırarak Geel’in gerçek hikâyesiyle paralellikler kurmasından doğuyor.

Davayı yürüten hâkimin ekibinde yer alan genç ve sağduyulu hukuk asistanı Elisa Zulueta’nın canlandırdığı Mercedes karakteri, yazarın kişiliği ve hikâyesinden etkilenir. O sadece Geel’in dairesini teftiş etmek üzere gönderilmiştir oysa. Ancak yazarın etrafındaki gizem Mercedes’i karşı konulmaz bir şekilde büyüler. Bu gizemli kadının hayatına daldıkça, kendi yolculuğunu, kimliğini ve ataerkil bir toplumda kadınların statüsünü sorgulamaya başlar. Büyülenme ve saplantı arasındaki çizgi giderek belirsizleşir ve Mercedes’i derinden sarsar. Mercedes artık varoluş sorgulamalarında diğerinin yerini alır, yaşamda da onun gibi olmaya çalışır. Onun hikâyesi, muhafazakârlığın hâlâ etkisini sürdürdüğü bir toplumda kadınların rollerini keşfederken bizi sosyal ve kişisel ikilemlere götürür. Duygularının izleyicisi midir Mercedes, düşüncelerinin yönlendirdiği duyguların izcisi midir? Film boyunca bunu da yaşıyoruz karakterin sancılı kişilik karmaşasında.

İçe dönük anlatımın yoğunluğunda 1950’ler Şili’sini düşündüğümüzde toplumsal cinsiyet rollerinin bu şekilde ele alınması filmi benzerlerinden farklı kılıyor. Maite Alberdi’nin bu inceliği, basit bir cinayet davasını katı bir toplumsal bağlamda kimliklerin sorgulanmasına dönüştürmesi bir başarı. Birbirinden çok farklı, neredeyse yolları hiç kesişmeyen bu iki kadın; cesur katil ve çekingen hukuk asistanı arasındaki beklenmedik duygudan doğan ilişki, kalıcı bir izlenim bırakması gereken etkileyici bir dinamik yaratıyor. Kocası ve çocukları hatta toplum tarafından sadece bir hizmetçi olarak görülen Mercedes, kaçışın özgün yolundaki mutluluğa ermeyi ve bu hazzın ne olduğunu görmemizi sağlıyor. Alberdi’nin sahnelerinden birinde, otel çıkışında bir kadın hapse gönderilirken, aynı sahnede bir kadının günlük hayatının sıkışmışlığından kurtuluşunu, evden uzaklaşarak ve diğerinin yaşamına yerleşmeden önceki karşılaşmalarını teğet geçişlerle izleriz. Böylece yönetmenin odağında cinayet davası değil, bu kadının dokunaklı portresi olduğunu anlarız. Alberdi, filmi sosyal mesajlı içeriğe boğmak yerine, tek bir kadından hareketle Latin Amerika’daki kadınların sosyal yaşamdaki hikâyelerine odaklanıyor. Sadece Latin Amerika değil, dünyada benzer yaşamlar süren kadınların da.

Film ya da anlatılarda sembollerin yerleştirilmesi ve o gizemin izini sürmek beni hep etkilemiştir. Filmde nesnelerin de sembolik yanına işaret eden sahneler var. Kadınların hizmetçi statüsüne indirgenmesinin simgesi olan ve sevgilisi tarafından yazar Geel’e hediye edilen elektrikli süpürgenin çöpe atılması gibi. Yine filmin kahramanı Mercedes için sıkışık ve gürültülü evinden birkaç saatliğine kaçma imkânı veren gösterişli daireye sığınırken yüzündeki ifadelerde okunan mutluluk gibi. Çünkü Geel bir manastırda tutukluyken, Mercedes bu sofistike daireye girer ve tüm bu lükse hayran kalır. Tasarımcı kıyafetlerini ve kokularını dener, işe giderken bunları kullanır, kitaplarını okur, geniş yatağında uyur ve her gece kocasına ofiste tutulduğunu söyleyerek burada takılır. Bu daire, Mercedes’in hayatındaki ev içi, politik ve varoluşsal kusurlardan kaçtığı bir sığınak hâline gelir. En azından bu duvarların arasında, her zaman hayalini kurduğu, bağımsız ve güçlü kadın olabilir. Ne var ki Geel’in ihtişamlı dairesinde onun iç dünyasına dokunulmamıştır, yaşamın diğer ucundan gelen Mercedes de bunu vermek için karakter oyuncu seçilmemiş zaten.

Yaşamımızdaki sıkışmışlıklarımıza karşı hayal dünyasının sınırlarını zorlamanın ve farklı hayatları öğrenmenin güzelliğini sanat ve edebiyatın farklı disiplinlerinde de görürüz. İnsan-mekân-eşya ilişkileri ve bu ilişkiler üzerinden birçok duyguyu bir arada yaşadığımız öyküler vardır. Raymond Carver’in Lütfen Sessiz Olur Musun, Lütfen kitabındaki “Komşular” öyküsü böyle bir anlatıma sahip. Filmi izlerken öykünün içinden geçiyormuşum ve her şey yanıbaşımda yaşanıyormuş gibi bir hisse kapıldım. Öykü bize başka birinin evinde (komşularının), o kişi orada değilken yaşamanın getirdiği tuhaf beden dışı hissi mükemmel bir şekilde yansıtır. Başkasının hayatını yaşamanın geçici heyecanı ve buna eşlik eden, kendi hayatınızdan biraz daha büyük ve parlak olma hissi.

“Bill, Stone’ların dairesine girerken derin bir nefes aldı. İçerinin havası şimdiden ağırlaşmıştı ve belli belirsiz tatlıydı. Televizyonun üzerindeki güneş biçimli saat sekiz buçuğu gösteriyordu. Harriet’ın saatle birlikte eve gelişini, Arlene’e göstermek için holü geçişini hatırladı; pirinç gövdeyi kollarının arasına almış, sanki bir bebekmiş gibi pelür kağıdın arasından onunla konuşuyordu.”

Öyküdeki muhasebeci Bill ve ufak tefek sekreterlik işleriyle uğraşan Arlene, mutlu bir çift olsalar da kendi hayatlarından memnun değildirler. Yerlerinde saydığı hissini kendi aralarında konuşurlarken komşuları Harriet ve Jim Stone’un hayatıyla kıyaslayarak anlatırlar. Onlara göre komşuları daha dolu ve parlak bir hayat yaşar; yemeğe çıkar, evde eğlenir ya da Jim’in işiyle bağlantılı ülke içi seyahat ederler. Aslında bunlar çok lüks şeyler de değildir. Sadece yaşamdan keyif almanın yollarını bulmakla açıklanabilir. Komşularının on günlük akraba ziyareti için onlardan dailerine göz kulak olmalarını istemeleri, Miller çifti için fırsata dönüşür ve komşularının dairesine yerleşirler. Onlar bu değişikliğin keyfini sürerken biz de onların mutluluğundaki farklılaşmanın izini süreriz. Öykü bize yaşamımızdaki küçük değişikliklerin bile insan psikolojisini nasıl etkilediğini gösterir. Onların yerinde olmayı yeğlemekle başlar öykü ve böyle hissetmenin farkını anlatır, oysa yaşam yine aynı akışındadır.

Öykü ile film arasındaki benzerlik farklı insanların farklı evlerde yaşadıkları geçici değişimlerdir. Mercedes bu değişimi daha derinden yaşar ve adeta yazarın kendisi olur. Duygu ve düşünceleri onu bir kaçışa taşıdığı gibi depresif bir ruh hâline de sokar. Kendisi ve yazar arasında gidip gelir. Öyküde ise mutlu olmaya öykünen ve ev sahibi gibi olmaya çalışan bir aile, filmde ise bizzat derinliği her hâliyle yaşayan bir karakter vardır.

Hem Köstebek Ajanı hem de Ebedi Hafıza ile Oscar adaylığı kazanan Şilili ünlü belgesel yapımcısı Maite Alberdi’nin kurgusu, Carver’in öyküsüne paralel, asla kışkırtıcı bir şekilde gerçeğe müdahale etmiyor. Çünkü karakteri Mercedes kendini gerçekleştirme eğrisini kırıp geçemiyor. Gerçek bir noktada kurgunun önüne geçmiş oluyor. Filmin sonundaki bilgilerden de anladığımız üzere Geel’e verilen tartışmalı derecede düşük üç yıllık hapis cezası, cezası tamamlanmadan önce cumhurbaşkanı affına uğraması ve hapisteyken itirafçı bir otobiyografi yazıp yayınlaması, yönetmenin yenildiği gerçekler olabilir. Bir kadının kurtuluşunun bir adamın öldürülmesiyle mümkün olamayacağı gerçeğini göstermek gibi bir düşünceyi paralel bir yaşam örgüsüyle anlatmak istemiştir belki de… Ya da kimine göre bir fantazi olarak yaşanılan, diğerlerine göre gerçeğin kendisidir.

 

 

* ilketv.com.tr’de yayımlanan yazılar, yazarların görüşlerini yansıtmaktadır. Yazılar İlke TV’nin kurumsal bakışıyla örtüşmeyebilir. Yazıların tüm hukuki sorumluluğu yazarlarına aittir.