Yönetmen İdil Berk’in ilk uzun metraj filmi “Hediye” için hazırlıklar başladı.
Türkiye’den Hollanda’ya uzanan bir göç hikayesinin arka planında gelişen film, kimliğini geride bırakmış demans hastası Güzin’e ve üç çocuğunun sorumluluk, sevgi, suçluluk ve özgürlük arasında gidip gelen iç çatışmalarına odaklanıyor. Yönetmenin kendi yaşanmışlıklarından beslenen ve kurmaca dünyada şekillenen Hediye, kısa filmden uzun metraja evrilen yaratım süreciyle de dikkat çekiyor.
Filmin yönetmeni İdil Berk, Hediye’nin ortaya çıkışı ve hikayesiyle ilgili İlke TV’ye konuştu.
Kısa metraj olarak düşündüğünüz bir hikayeyi uzun metraja çevirme kararını nasıl verdiniz?
2024 yazında Prag Film Enstitüsü’nde sinematografi eğitimi almaya gitmiştim. Mezuniyet için her öğrencinin bir kısa film çekmesi gerekiyordu. Ben gitmeden önce bitirme projem olarak Hediye’yi seçmiş, hazırlıklarımı da yapmıştım. Orada sadece mekan ve oyuncu seçimleri kalmıştı. Projeler önce hocalara sunulup onay alıyordu. Sunumu yaptığım gün hocaların hikayeden gerçekten etkilendiğini fark ettim. Ardından şu yorum geldi; bu hikayeyi kısa filmde harcama. O an planlarım altüst olduğu için biraz bozulduğumu itiraf edeyim. Ama zaman geçtikçe bu yorumun değerini idrak ettim ve hocalarıma içten minnet duyuyorum. Çünkü aklımda olmayan uzun metraj fikrini zihnime ilk yerleştiren onlar oldu. Böylece güçlü ve etkileyici bir hikayeyi daha ileriye taşımamın kapısı açıldı.
Gerçek yaşantılardan esinlenip kurguya geçerken, kendinizi hangi sınırlar içinde tuttunuz? “Bu artık benim değil, karakterin hikayesi” dediğiniz an ne zamandı?
Senaryonun ilk cümlesini yazdığım anda. Evet, kendi yaşamımdan esinlenerek başladım fakat daha ilk başta hikayeyi zihnimde kurarken bile mekanlar değişti, karakterler başka isimlere ve bambaşka ruhlara büründü. Kendi deneyimim sadece bir kıvılcımdı. O kıvılcım karakterlerin dünyasına geçince artık bana ait olmaktan çıktı. Bir noktadan sonra yaşadığım şey değil, onların ne yapacağı ne hissedeceği belirleyici oldu. “Bu artık benim değil, onların hikayesi” dediğim an tam da orasıydı.
Demans sinemada sık işlenen ama zaman zaman yüzeysel kalan bir tema. Siz bu hastalığı işlerken hangi klişelerden bilinçli olarak kaçındınız?
Ben üretilmiş işlerden etkilenen biri değilim. Ayrıca aynı konu defalarca işlenebilir, hatta işlenmeli de. Çünkü herkesin kendi bakışı ve kendi anlatma biçimi var.
Demansı işlerken özellikle uzak durduğum şey, hastalığı sadece unutkanlık üzerinden tanımlayan yüzeysel yaklaşım oldu. Benim için mesele belleğin silinmesi, bazı yetilerinin yok olması değil, kişinin kimliğinin dönüşümü. Bu hikayede de onu anlatmaya çalıştım. Hastalığı tıbbi bir durum olarak değil, karakterin içsel dünyasını dönüştüren bir süreç olarak ele aldım. Böylece hem karakteri hem de çevresindekilerin duygusal katmanlarını, değişimlerini daha çarpıcı şekilde verebildim bence.
‘Güzin’in hikayesi daha büyük bir yaraya işaret ediyor’

Güzin’in kimliğini, ismini ve dinini değiştirmesi filmin çarpıcı noktalarından biri. Bu temayı bugünün Türkiye-Avrupa göç deneyimiyle nasıl ilişkilendiriyorsunuz?
Net olarak bilmemekle birlikte çoğu göçmen kadının benzer baskılar altında kaldığını düşünüyorum. Göç ettiği coğrafyada tutunabilmek için istemediği halde yapmak zorunda kaldığı kültürel değişimler var bence. Adını, dilini, hatta inancını değiştirmesi kadınlar için bazen bir tercih değil, hayatta kalma stratejisi.
Bu noktada Güzin’in hikayesi; yaşadığı dönüşüm aslında tek bir kadının hikayesinden çok daha büyük bir yaraya işaret ediyor. Türkiye ile Avrupa arasında göç eden pek çok insan, nerede duracağını bilemediği bir eşikte, arafta kalıyor. Doğduğu yerin -ki benim hikayemde kaçtığı yerin- ağırlığı arkalarında, yeni toplumun beklentileri karşılarında. Bu gerilim içinde yapılan her kimlik ayarı dışarıdan bakıldığında uyum gibi görünse de içeride sessiz bir aşınma aslında. Filmde hissettirmeye çalıştığım tam da bu. Göçün sadece coğrafi bir yer değiştirme değil, insanın kimliğini sessizce törpüleyen bir süreç olduğunu göstermekti derdim.
Sizce aile bakım yükü, göçmenlik, yaşlılık gibi konular toplumda yeterince konuşuluyor mu? Filmin bu bakımdan izleyicide nasıl bir etki yaratacağını düşünüyorsunuz?
Günümüzde ailesine gerçekten bakan kaç kişi kaldı pek emin değilim. Yaşlanan, bakıma ihtiyaç duyan ebeveyn konusu neredeyse görünmez, yok sayılan bir konu. Yaşlılık da benzer bir kaderi yaşıyor; üzerine laf söyleyen çok ama çoğu zaman gerçek yüzleşme erteleniyor. Göç meselesi ise artık gündelik hayatın parçası haline geldi. Türkiye’nin bugünkü ekonomik ve siyasi sıkışmışlığında farklı yaş gruplarından insanların ülkeyi terk etmesi artık kimseyi şaşırtmıyor.
Filmimle birlikte izleyicinin tam da bu görmezden gelinen alanla karşılaşmasını arzuluyorum. Hikaye bir ayna gibi işlesin istiyorum; kimisi kendi ailesini, kimisi terk edişlerini, kimisi de yaşlanma korkusunu fark etsin. Belki de uzun zamandır erteledikleri bir soruyu kendilerine sorma cesareti bulurlar. Çok büyük bir iddia taşımadan, sadece insanı kendi gerçekliğine yaklaştıran küçük bir sarsıntı yaratabilirse benim için yeterli olur.
Bu hikayeyi yaratan kişi olarak sizde bıraktığı en güçlü duygu nedir? Hediye’nin sizin sinema yolculuğunuzda nasıl bir yerde durduğunu düşünüyorsunuz?
Hediye benim sinema kariyerimde bir dönüm noktası olacak. Hobi olarak başladığım kısa metraj filmlerin elde ettiği başarılar ile kariyere dönüşmüş olan sinema yolculuğumda keskin bir viraj, adeta bir sıçrama noktası. Bu filmle birlikte anlatım tarzımı, bakış açımı ve cesaretimi de sahneye koyuyorum. Esas şimdi, kendi sinema dilimle izleyici karşısına çıkma zamanı. Bu film hem içsel hem de profesyonel anlamda kendimi sınayacağım, bir sonraki adımlarımı belirleyecek bir mihenk taşı.
‘Dayanışma çok güçlü bir silah’

Her alanda olduğu gibi film sektöründe de kadın olarak var olmanın getirdiği zorlukları biliyoruz. Bundan yola çıkarak, sektöre yeni adım atan kadın yönetmenlere ne söylemek istersiniz, nasıl tavsiyeler verirsiniz?
Hep söylediğim gibi, kararlarını net versinler, kulaklarını gereksiz negatif yorumlara tıkasınlar, çok çalışsınlar ve gerisi zaten gelir. En önemlisi kararlı, disiplinli ve üretken olmak. Sektöre verilecek en güçlü cevap, ortaya konan işlerdir. Buna ek olarak, kendi seslerini ve bakış açılarını korumalarını öneririm. Başkalarının onayına bağımlı olmadan, kendi hikayelerini anlatmak cesaret ister ama bu cesaret en değerli sermayelerinden biri olacak. Hatalar yapmaktan korkmasınlar; her hata bir deneyim, her deneyim bir öğrenme. Ve unutmasınlar, dayanışma da çok güçlü bir silah. Sadece kendi yolunuzu çizmek değil, diğer kadınların da yükselmesine alan açmak, sektörde kalıcı bir etki yaratır.
Son olarak kendi mesleğinizde kadınların daha fazla temsil edildiği bir gelecek için neler yapılması gerektiğini düşünüyoruz?
Her şey bence ailede başlıyor. Ebeveynlerin, özellikle kız çocuklarına vereceği destek ve cesaret, ilk ve en önemli adım. Bunun yanında devlet politikaları da belirleyici; film üretmek isteyen kadınlara yönelik burslar, hibeler ve özel destek programları artırılmalı. Ücretsiz seminerler, atölyeler ve mentorluk programlarıyla bilgiye ve deneyime erişim kolaylaştırılmalı. Bunlara ek olarak sektörde görünür rol modellerin çoğalması, kadınların başarı hikayelerinin görünür kılınması da çok önemli. Çünkü genç kadınlar, benzer bu yolları yürümüş isimleri gördükçe kendi potansiyellerini keşfetme cesareti buluyorlar. Uzun vadede, kadınların sesini güçlendiren, eşit fırsat ve görünürlük sağlayan bir ekosistem yaratmak, sadece bireyler için değil, sinema dünyası için de çok değerli bir kazanım olur.




