Yaz aylarında kıyı işgali haberlerini okumaya alışkınız. Lüks oteller ve siteler tarafından kapatılan kıyılardaki plajlara yurttaşların ücretsiz olarak girmesi neredeyse imkansız hale geldi. Şimdi kış aylarını da kapsayacak şekilde yat limanları ve marinalarla kalıcı bir kıyı işgali sorunu ile karşı karşıyayız.
Türkiye, Akdeniz’in yat garajı oluyor. Muğla 1.480km uzunlukla Türkiye’nin en uzun kıyı şeridine sahip ili. Turizm altyapısıyla da birleşince yat limanı baskısına en çok Muğla maruz kalıyor. Haliyle bu kadar baskıya karşı tepkiler de örgütleniyor. 27 Ekim’de Bodrum’da yapılmak istenen Gökçebel Yat Limanı’na karşı açılan davanın keşfine davacılarla birlikte yöre sakinleri, MUÇEP Bodrum Temsilciği ve Bodrum Yarımadası Kültür ve Çevre Derneği üyeleri katıldılar. Milas’ta ertesi gün Güllük Yat Limanı için verilen ÇED kararına karşı MUÇEP tarafından açılan davanın keşif ve bilirkişi incelemesi vardı. Geçtiğimiz hafta ayrıca Datça Yat Limanı ile ilgili ÇED davasında, Muğla 4.İdare Mahkemesi’nin daha önce bilirkişi raporundaki uzman görüşlerine dayanarak verdiği iptal kararı, Danıştay 4.Dairesi tarafından bozularak davanın reddine karar verildi. Marmaris ve Fethiye’de yöre yurttaşları ve sivil toplum örgütlerinin yat limanı, tekne bağlama, çekek yeri veya marina adı altında gerçekleştirilmek istenen projelere karşı mücadeleleri sürüyor. Muğla genelinde 2020 yılından itibaren sadece ÇED süreci kapsamında 100 civarında yat limanı benzeri kıyı projesi var. İzmir ve Antalya’daki benzer yoğunluğa bakıldığında Türkiye genelinde yüzlerce yeni yat limanı yapıldığını görüyoruz. Bu kadar çok yat limanı projesini fosil yakıt ve su tüketimi ile deniz ve kıyı ekosistemi üzerinde yarattıkları ekolojik tahribatla birlikte kümülatif olarak ele almak durumundayız. Yatlar, yaşanan gelir adaletsizliğinin enstrümanı olmanın ötesinde yakıt ve su gibi aldıkları lojistik hizmetlerle bir ekolojik sömürü ilişkisi yaratıyorlar. Türkiye, Akdenizin Deniz Çevresinin ve Kıyı Alanlarının Korunması Sözleşmesi’ne taraf ve deniz ekosistemine zarar verecek projelere izin verilmemesi gerekiyor. Ama daha önce dar ve küçük koylar, koylardaki akıntı rejimleri nedeniyle izin verilmeyen bölgelerde de yeni projeler hayata geçiriliyor. Bunlara ne kadar yeni projenin ekleneceğine dair bırakalım ekolojik bir analizi, ekonomik olarak dahi kamu otoriteleri tarafından ortaya konulmuş bir projeksiyon yok.
Kıyılardan yararlanma konusunda gelişmiş bir kamusal bilince sahip olduğumuz söylenebilir. Kıyı hareketleri, ekoloji hareketleri içinde geçen yıl ses getiren eylemler yaptılar. Anayasa’ya göre kıyılarımız; “Devletin hüküm ve tasarrufu altındadır.” Özel şirketlere karşı mücadelede bu vurgu önemli bir işlev görüyor. Ama “Kıyılar halkındır” demek, henüz toplumsal bir talebi ifade ediyor. Anayasamız ’da devamla, kıyılarla sahil şeritlerinin, kullanılış amaçlarına göre derinliği ve kişilerin bu yerlerden yararlanma imkan ve şartlarının kanunla düzenleneceği belirtiliyor. Yani kamusal kullanıma ilişkin bir mutlak bir hukuksal düzenlememiz yok. Bu nedenle kamusal varlıklarımız olan kıyılar, Özelleştirme İdaresi Başkanlığı, Ulaştırma ve Altyapı Bakanlığı ve Hazine eliyle özel şirketlere tahsis edilebiliyor.
Ekolojik kriz, kimseye mekânsal ayrıcalık tanımıyor. Kıyı destinasyonları, gözde tatil yöreleri olarak şimdiye kadar toplumsal ve siyasal çatışmaların uzağında dinleme mekanları olarak bilinirdi. Üst orta sınıflar, şimdilik ellerindeki ekonomik imkanlarla köşe bucak kaçabiliyorlar. Sermaye, kriz koşullarında korunaklı ve ayrıcalıklı lokasyonlar yaratmak isterken aynı yerlere doğa üzerindeki yıkıcı etkisini de beraberinde taşıyor. Akdeniz kıyıları, iklim krizinden en çok etkilenen yöreler haline gelirken artan kuraklık, susuzluk ve orman yangınları kıyı ekosistemleri üzerinde yıkıcı etkiler doğuruyor. Müsilaj gibi devasa ekolojik sorunlar ve kentsel altyapı problemleriyle bu etkiler katlanıyor. Bu nedenle kıyı bölgelerinde yaşayan köylüler ve işçiler başta olmak üzere yöre yurttaşları ile doğal ve kamusal alanları ele geçiren şirketler arasında giderek sınıfsal karakter kazanan mücadeleler ortaya çıkıyor. Bir yanda milyon dolarlık evler, diğer yanda betona boğulmuş kıyılar, yok olan denizler, susuzluk ve kuraklık.
Kıyılar, şehir ve bölge planlama ilkelerine göre yönetilmek yerine, plansızlığın, fırsatçılığın, gelir adaletsizliğinin ve ekolojik tahribatın semptomlarının görünür olduğu mekanlar haline geliyor. Marinalar, televizyon dizilerinin vazgeçilmez gözde mekanları olarak pazarlanabilir. Hiç de allanıp pullanacak yerler değiller. Kent estetiği açısından yorum yapma hakkımızı saklı tutarak, gördüğümüz şekliyle yapılan işe “değnekçilik” desek yeridir. Kıyılarımızı yok ederken dünyanın oligarklarına değnekçilik yapıyoruz.




