• Ana Sayfa
  • Manşet
  • Nihat Altan | 1990’lar: Toplumsal çürüme ve bir ulusun hafıza kaybı
Nihat Altan | 1990’lar: Toplumsal çürüme ve bir ulusun hafıza kaybı
Konuk Yazar 24 Aralık 2025

Nihat Altan | 1990’lar: Toplumsal çürüme ve bir ulusun hafıza kaybı

Ortadoğu’nun yeni jeopolitik mimarisi, Türkiye’nin stratejik sıkışması ve çözüm sürecinin tarihsel zorunluluğu – 2

1990’lar, Türkiye Cumhuriyeti’nin en karanlık yıllarıdır; çünkü bu dönem, yalnızca çatışmanın yoğunlaştığı bir süreç değil, devletin kendi iç hukukundan, kendi demokratik iddiasından, kendi vatandaşını koruma yükümlülüğünden sistematik biçimde uzaklaştığı bir zihniyet değişiminin adıdır. Çatışmanın görünmeyen boyutu, asıl olarak devlet aklının içindeki bölünmelerde, bürokrasinin derin katmanlarında ve “olağanüstü hâl” rejiminin yarattığı sınırsız yetki alanlarında gizlidir. 1990’larda devlet, Kürt sorununu “çözülmesi gereken bir toplumsal mesele” olarak değil, “yok edilmesi gereken bir güvenlik problemi” olarak kodladı; işte bu kodlama, bir ülkenin yönetim mantığını kökten çarpıttı, hukuku askıya aldı ve karanlık bir düzenin kurumlaşmasına yol açtı.

Kürt coğrafyasında uygulanan OHAL, yalnızca idari bir statü değildi; hukukun askıya alınmasının kurumsal adıydı. Valilerin, jandarma komutanlarının, korucuların tek bir sözle köy boşaltabildiği; faili meçhullerin soruşturulmadığı; gözaltına alınan insanların kaybolduğu; ev baskınlarının, işkencenin, zorla göç ettirmenin “güvenlik önlemi” gibi sunulduğu bir rejim oluştu. Bu rejimin yarattığı en büyük tahribat, devletin hukuki meşruiyetini bizzat kendi eliyle aşındırmasıydı. Hukuk, devlet için “engel” olarak görülmeye başlandı ve böylece devlet aklının içindeki yasadışı damarlar güçlendi. Bu damar, yalnızca Kürt coğrafyasında değil, Ankara’da, İstanbul’da, devletin merkezinde de büyüdü.

Devlet içindeki “karanlık yapılar; JİTEM, kontrgerilla ağları, illegal operasyon birimleri, siyaset-mafya ilişkilerinden beslenen paramiliter çetelerin ortaya çıktığı dönem tam olarak bu atmosfere dayanır. Bu yapılara zemin hazırlayan şey ise devlet aklının ideolojik-siyasal bir tercihte bulunmasıydı. Hesap verme mekanizmalarının tamamen devre dışı bırakılması bu nedenleydi. Ancak savaşın görünen ve görünmeyen yüzünde faaliyet gösteren bu yapılar, kendilerini “devleti koruyan güçler” olarak sunarken, gerçekte devletin hukuk dışı yöntemlerle kendi vatandaşına karşı şiddet uyguladığı yapısal çürümeyi temsil ediyorlardı. Devlet aklı, “olağanüstü” gerekçelerle sınırlarını genişlettikçe, etik sınırlarını da yok etti. Böylece bir ülkenin geleceğini karartan bir mekanizma doğdu.

Bu mekanizmanın sonuçları yıkıcıydı. 17 bini aşkın faili meçhul cinayet, yüzlerce zorla kaybedilme, binlerce işkence vakası, 3000’e yakın köyün boşaltılması, dört milyonu aşkın insanın yerinden edilmesi, çatışmanın yalnızca askeri değil, toplumsal bir yıkım haline geldiğini gösteriyordu. Kürt coğrafyasında geceleri elektriklerin kesildiği, beyaz Torosların sokaklarda dolaştığı, insanların sabah kalktıklarında bir gazetecinin, bir aydının, bir siyasetçinin cansız bedenini bulduğu bir dönem yaşandı. Bu cinayetleri işleyenlerin büyük bölümü hiçbir zaman yargılanmadı; çünkü onları koruyan şey sadece silahları değil, devletin kendisiydi. Fail meçhuller, aslında “faili bilinen ama korunmuş” cinayetlerdi. Ve bu koruma, devlet aklının içindeki çürümenin resmiydi.
Medya yalanlarla beslendi; linç kültürü normalleşti; milliyetçi öfke kamusal alanı belirledi; siyasetçiler oy için çatışmayı körükledi. Büyükşehirlerin varoşlarına göç eden Kürtler, işsizlik, yoksulluk, dışlanma ve ırkçılık sarmalında görünmez bir hayata hapsedildi. Bir yandan devlet şiddeti, diğer yandan toplumsal ayrımcılık, birleşerek devasa bir travmanın iki katmanını oluşturdu. Bu travma, kuşaktan kuşağa devreden bir acıya dönüştü.

Fakat 90’ların çürümesi sadece şiddet ile sınırlı değildi, aynı zamanda bir rant ekonomisi de üretti; savaş, yalnızca ideolojik bir çatışma değil, ekonomik bir sektör hâline geldi. Rant düzeninden, yolsuzluk ağlarından, silah ve ihale ekonomisinden, dönen büyük kara paralardan beslendi. Bölgedeki güç odakları köy koruculuğunu gelir kapısına çevirdi; devlet görevlileri kaçakçılık hatlarından, uyuşturucu trafiğinden, bölgedeki olağanüstü yetkilerinden devasa çıkarlar elde etti. Elbette ki bu ekonominin kazananları vardı, fakat kaybedenleri ise milyonlardı.

Bu dönemde Kürt toplumunda iki büyük kırılma yaşandı. Birincisi, köy boşaltmalarıyla birlikte Kürtlerin tarihsel hafızasının taşıyıcısı olan kırsal hayat çöktü. Aile bağları, topluluk örgütlenmeleri, yerel ekonomiler parçalandı. Kürtler, büyük şehirlere sadece göç etmediler; kimliklerini taşıyacak zeminlerinden koparıldılar. İkincisi, Kürt toplumunun önemli bir bölümü, devletle kurdukları ilişkiyi tamamen kaybetti. Devlet, onlar için koruyan değil, cezalandıran; temsil eden değil, hükmeden; hizmet götüren değil, hayatlarını altüst eden bir güç hâline geldi. Bu güvensizlik, şiddetin en büyük sosyolojik kaynağıydı. Lakin devletin her uygulaması, dil ve kimlik talebinin daha yüksek bir tonda dile getirilmesine yol açtı. Ve bu tonda artık umut değil, öfke baskındı.
Tam da burada modern devlet ilkesini hatırlayalım; neydi bu ilke? “Devlet, vatandaşını korumak için vardır” Devletin kendi vatandaşına karşı bu ölçekte hukuksuzluk uygulaması, modern devlet teorisinin en temel ilkesini ihlal ediyordu: Devlet bu ilkeyi kaybettiğinde, toplumun devlete duyduğu güven bir daha kolay kolay yerine gelmez.

Devlet aklının en büyük yanılgısı, şiddet uygulayarak toplumu kontrol edebileceğini sanmasıydı. Oysa şiddet, toplumsal hafızayı bastıramıyor, daha da derinleştirip görünür olmasına yol açıyordu. Nitekim 1990’lar boyunca devlet tarafından uygulanan politikalar, Kürt toplumunda devletin meşruiyetini neredeyse tamamen eritti. Bu erime, sadece PKK’ye katılımları artırmadı; aynı zamanda Kürtlerin büyük bölümünde devletle bağ kurabilme ihtimalini zayıflattı. Fakat devlet, çözüm üretmek yerine inkârı büyüttü, baskıyı derinleştirdi, şiddeti kurumsallaştırdı. Böylece sadece Kürt sorununu değil, Türkiye’nin demokratik geleceğini de rehin aldı.
1990’lar, bir ülkenin kendi içindeki karanlıkla yüzleşmeyi reddettiğinde neler yaşayabileceğinin tarihsel örneğidir. Bir devlet, vatandaşının gözünde önce korku, sonra kayıtsızlık, en sonunda ise acıdan başka bir anlam taşımaz hâle gelebilir. 90’lar tam da bu dönüşümün adıdır…

1993: Öldürülen ihtimaller ve tarihin zorla değiştirilen yönü

1993 yılı, Türkiye’de Kürt sorununun geleceğini belirleyen en kırılgan ve en kritik yıldır; çünkü bu yıl, hem devlet hem de toplum açısından tarihin akışını değiştirebilecek ölçüde önemli gelişmelere sahne oldu.

Turgut Özal, Türkiye’de Kürt meselesini yok sayan devlet çizgisinin dışına çıkan ilk liderdi. Özal’ın yaklaşımı, güvenlik paradigmasını dönüştürmeye yönelikti. Bu dönemde PKK de, özellikle 1992-93 arasında, ateşkes ihtimaline daha açık bir pozisyon almıştı. PKK’nin tek taraflı ateşkes ilan ettiği, devletin Öcalan ile bazı temaslar kurduğu, kapı aralığından bir ışığın göründüğü bir atmosfer oluşmuştu.

Ancak Türkiye devlet aklının derin katmanları bu ışığı bir tehdit olarak gördü. Çünkü barış ihtimali, sadece bir çatışmayı bitirmek anlamına gelmiyordu; aynı zamanda kurumsallaşmış büyük bir güvenlik-rant yapısını da tasfiye edecekti. OHAL rejiminden beslenen bürokratik ağlar, koruculuk sistemi üzerinden ekonomik çıkar elde eden güç odakları, silah ve kaçakçılık hatlarından yararlanan karanlık yapılar, ülkenin bazı siyasal aktörleri ve hatta bazı uluslararası güçler için barış, statüko kaybı demekti. Devlet içi klikler, Özal’ın Kürt meselesinde attığı adımları “ulusal güvenlik tehdidi” olarak kodladı. Fakat bu tehdit algısının içinde gerçeklikten çok, güç kaybetme korkusu vardı. Çünkü barış, gücü hukuka geri verecek; hukukun geri dönmesi ise karanlık yapıları dağıtacaktı.

Tam da bu atmosferde, 17 Nisan 1993’te Özal ani bir şekilde öldü. Ölümü hâlâ tartışmalara açık, kuşku yaratan bir olay olarak hafızada duruyor. Özal’ın ölümünü takip eden haftalarda Türkiye hızlı bir şekilde başka bir rotaya savruldu. Ateşkes sonlandırıldı, askerî operasyonlar genişletildi, devlet retoriği sertleşti, siyaset geri çekildi ve 1990’ların karanlık kuşağına geçiş hızlandı. Fakat Özal’ın ölümü, sadece bir liderin ölümü değil; bir ihtimalin de ölümüydü…

Özal’ın ölümünden sonra devletin Kürt politikasını fiilen askerî bürokrasi belirledi. Kürt toplumu bir bütün olarak hedef alındı, Kürt milletvekilleri tutuklandı, köy boşaltmaları hızlandı, faili meçhuller yoğunlaştı. Devlet, eli hukuk tarafından bağlanmadığı için değil; hukuku bilinçli bir tercih olarak devre dışı bıraktığı için karardı. 1993, güvenlikçi aklın sivrilip devletin kurucu ilkesiymiş gibi sunulduğu yıl oldu. 1993 ile 1999 arasındaki dönemde, çatışma hem yoğunlaştı hem de yöntem değiştirdi. Faili meçhuller arttı, JİTEM operasyonları sistematik hale geldi, Hizbullah gibi paramiliter yapılar sahaya sürüldü. Bu yapılar sadece PKK’ye karşı kullanılmadı; Kürt toplumunun sivil aktörlerine, gazetecilerine, aydınlarına, iş insanlarına karşı da kullanıldı. Devlet aklı, “halkı örgütten ayırma” fikrini, bizzat halkı cezalandırma yöntemine dönüştürdü. Ancak tüm bu yapılanlara rağmen uygulanan yöntem, güvenlik açısından da siyaseten de başarısızdı; çünkü şiddet, Kürt toplumunda devlete karşı oluşmuş güvensizliği daha da artırdı.

1993’ün en büyük kaybı, demokratikleşme ihtimalinin boğulmasıydı. Eğer Özal’ın açtığı kapı kapatılmamış olsaydı, Türkiye bugün bambaşka bir ülke olabilirdi. Devlet ile toplum arasındaki bağ bu kadar derin bir şekilde kopmamış olurdu. Kürt sorunu bu kadar militerleşmez, devlet bu kadar çürümez; siyaset bu kadar etkisizleşmez, toplumsal hafıza bu kadar ağır travmalarla dolmazdı. Tarihler bazen yalnızca bir yıl değildir; bir kaderdir. 1993 de böyle bir kader yılının adıdır. O yıl, bir ülke kendi barışını kaybetti, yerine şiddeti ve karanlığı seçti.

Yarın | Günümüz

* ilketv.com.tr’de yayımlanan yazılar, yazarların görüşlerini yansıtmaktadır. Yazılar İlke TV’nin kurumsal bakışıyla örtüşmeyebilir. Yazıların tüm hukuki sorumluluğu yazarlarına aittir.