Türkiye’de medya üzerindeki ambargonun büyük ve yıkıcı etkiler yarattığı bir dönemde yakın zaman önce yayın hayatına başlayan ve şimdiden büyük bir boşluğu dolduran İLKE TV’den gelen yazı teklifi şimdiden bende büyük bir heyecan yarattı. Bu platformda yazmayı, fikirlerin özgürce paylaşıldığı bir buluşma noktası olarak görmekten büyük mutluluk ve onur duyuyorum. Her hafta bu değerli platformda bir araya gelmek dileğiyle herkese merhabalar!
Kasımda yapılacak olan ABD seçimleri ile ilgili tartışma ve gelişmeler şimdiden dünyada siyaset gündemini belirlemeye başladı. Hem ABD’deki iç dengeler hem de küresel etkilerle iç içe geçen seçim gündemi, jeopolitik ve jeostratejik yansımalarıyla birlikte önümüzdeki dönemde dünya siyasetini büyük oranda belirleyecek gibi görünmektedir.
Bu makalede, başkanlık seçimi ile güncel durumunun analizi, Kamala Harris‘in jeopolitik ve jeostratejik hamlelerini, Trump karşısındaki başarı şansını ve onun liderliğinin dünya siyasetinde yaratacağı muhtemel etkileri inceleyeceğiz. Yine başkanlık yarışının Orta Doğu, Avrupa, Asya Pasifik başta olmak küresel yansımaları makalenin temel odaklarından biri olarak ele alınacaktır.
Son dönemde gündemi sarsan ve tartışmalara yol açan bir gelişme, Joe Biden‘ın hastalığı nedeniyle geri çekilmesi ve yerine Kamala Harris’in başkanlık yarışına dahil edilmesidir. Biden’ın fiziksel koşulları ve sağlık sorunları dolayısıyla zayıf bir rakip olarak görülmesi bu stratejik değişikliği zorunlu kılmıştır. Bu bağlamda Harris’in adaylığı, Amerikan tarihinde ilk siyahi kadın başkan adayı olarak büyük bir dönüm noktası olarak yorumlanabilir. Siyahi bir kadın olarak Harris’in başkanlık koltuğuna oturma şansı, sadece ABD içinde değil, uluslararası alanda da büyük bir etki yaratma potansiyeli taşımaktadır.
Kamala Harris, Jamaikalı Marksist bir baba ve Hindistanlı araştırmacı bir annenin kızı olarak doğmuş ve çocukluğundan itibaren sosyal demokrat bir aktivizm çizgisinde ilerlemiştir. Harris, Amerikan siyasetinde “ilk”leri temsil eden bir figür olarak öne çıkmıştır. Harris, ilk siyahi ve Asya-Amerikan kökenli kadın olarak, Amerika Birleşik Devletleri’nde başkan yardımcılığı makamına yükselmiştir. Kamu hizmeti kariyerine Kaliforniya‘da savcı olarak başlayan Harris, San Francisco Bölge Savcısı ve ardından Kaliforniya Başsavcısı olarak görev yapmıştır. Bu görevlerinde adalet reformu, göçmen hakları ve ekonomik eşitlik konularında güçlü bir duruş sergilemiş ve bu duruş ona senatörlük yolunu açmıştır. Senatör olarak, ceza adaleti reformu, iklim değişikliği ile mücadele ve sağlık hizmetlerinin genişletilmesi gibi kritik konularda sesini yükseltmiştir.
Şimdi, Harris’in başkanlık yarışında Demokratların önde gelen alternatif adayı olarak görülmesi, onun siyasi kariyerindeki bir başka önemli aşamayı temsil etmektedir. Harris’in adaylığı, yalnızca Demokrat Parti için değil, genç seçmenler ve azınlık grupları arasında da önemli bir alternatif olarak öne çıkmaktadır. Ayrıca, Harris’in sosyal adalet mücadelesine olan bağlılığı, onu Demokrat Parti’nin ilerici kanadı için çekici bir aday yapmaktadır. Özellikle Obama çiftinin destek açıklamasıyla birlikte ABD’nin ilk siyahi kadın başkanı olma yolunda emin adımlarla yürüyen Harris, Demokratların başkan adayı olarak rakipsiz kalmış durumda denilebilir. ABD’nin birçok güçlü siyasi, akademik ve finans kapital çevresinin desteğini alan Harris’in şimdiden büyük avantaj elde etmiş durumda.
Harris’in, Biden’ın başkan yardımcısı olarak görev yaparken edindiği deneyim ve liderlik yetenekleri, onu Amerikan siyasetinde bir sonraki lider olarak konumlandırmaktadır. Harris’in başkanlık adaylığı, Amerika’nın siyasi, sosyal ve kültürel yapısında derin etkiler yaratabilecek bir gelişme olarak değerlendirilebilir. Harris’in Donald Trump’a karşı başarılı olabilme şansı ise Amerikan siyasetinin mevcut dinamiklerinin derinlemesine analiz edilmesini gerektirir. Trump, “Önce Amerika” (America First) yaklaşımıyla dış politikada izolasyonist bir çizgi izlemiş ve iç siyasette popülist ve kutuplaştırıcı söylemlerle öne çıkmıştır. Harris’in bu güçlü ve etkili figüre karşı başarılı olabilmesi için belirli stratejik faktörlere dikkat etmesi gerekecektir. Trump, özellikle beyaz işçi sınıfı ve kırsal bölgelerde güçlü bir seçmen tabanı oluşturmuştur. Bu gruplar, ekonomik küreselleşmenin ve teknolojik değişimlerin olumsuz etkilerini derinden hisseden kesimlerdir.
Trump, bu seçmenlere işsizlik, düşük ücretler ve endüstriyel gerileme gibi sorunlara doğrudan hitap eden politikalarla ulaşmıştır. Harris’in, bu seçmen gruplarına hitap edebilmesi için ekonomik eşitsizliği azaltmaya yönelik somut politikalar geliştirmesi kritik olacaktır. Altyapı yatırımları ve yerel ekonomiyi canlandıracak projeler gibi somut öneriler, Harris’in bu tabanı kazanmasında etkili olabilir. Harris’in bir diğer önemli stratejisi, Trump’ın aksine birleştirici bir mesajla seçmenlere ulaşmak olacaktır. Trump’ın kutuplaştırıcı söylemleri, Amerikan toplumunda derin bölünmelere yol açmıştır.
Harris, çeşitliliği ve kapsayıcılığı vurgulayarak, farklı demografik grupların desteğini kazanma üzerine bir seçim stratejisi yürütmeye başladı. Siyahi bir kadın olarak Harris, sadece kendi kimliği üzerinden değil, tüm Amerikan toplumunun temsilcisi olarak birleştirici bir figür olarak öne çıkmaya başladı. Bu yaklaşım, özellikle genç seçmenler, kadınlar ve azınlık grupları arasında gittikçe karşılık bulmaya başladı. Özellikle Trump’ın dış politikadaki çizgisi, ABD’nin uluslararası arenada liderlik rolünü zayıflatmıştır. Harris ise küresel işbirliği ve diplomasiye dayalı bir dış politika vizyonu sunarak, ABD’nin uluslararası ilişkilerdeki konumunu güçlendirecek bir figür olarak öne çıkıyor. Elbette, Harris’in Trump’a karşı başarılı olabilmesi, sadece politikalarını belirlemekle kalmayıp, aynı zamanda bu politikaları nasıl sunduğu ve Amerikan halkıyla nasıl iletişim kurduğuyla da yakından ilgilidir. Harris’in, Trump’ın etkisini kırabilecek ve kendi vizyonunu inşa edebilecek bir strateji geliştirmesi, Amerikan siyasetinde önemli bir dönüm noktası olacaktır.
Siyahi bir kadının başkanlığının sembolik ve küresel etkileri
Harris’in ABD başkanı olarak seçilmesi, sadece ABD’de değil, dünya genelinde önemli yankılar uyandırma potansiyeli taşıyor. Bu durum, özellikle demokrasi ve insan hakları mücadelesi veren ve gelişmekte olan ülkeler için motivasyon kaynağı olacaktır. Siyahi bir kadının ABD başkanı olması, ırksal adalet ve çeşitlilik konularında küresel farkındalık yaratma potansiyeline sahiptir. Bu, dünya genelinde ırkçılık ve ayrımcılıkla mücadelede önemli bir itici güç olabilir. Bu durum, ırksal ve etnik azınlıkların haklarının korunması ve toplumlarda eşitlikçi, çoğulcu ve kapsayıcı politikaların benimsenmesi yönünde olumlu bir etki yaratacaktır. Dış politika alanında ise Harris, kendi jeopolitik ve jeostratejik vizyonunu geliştirebilir. Harris’in liderliği altında, ABD’nin küresel sahnedeki rolünü yeniden tanımlaması ve güçlendirmesi beklenebilir. Özellikle Asya-Pasifik bölgesi, Orta Doğu ve Afrika gibi stratejik önem taşıyan bölgelerde, Harris’in dış politikası, ABD’nin müttefikleriyle ilişkilerini güçlendirmeye ve uluslararası işbirliğini teşvik etmeye odaklanacaktır.
Trump yönetimi döneminde Avrupa ve NATO ile ilişkilerde yaşanan gerginlikler, transatlantik ittifakın dayanıklılığı üzerinde olumsuz etkiler bırakmıştır. Trump’ın NATO’ya yönelik eleştirileri ve Avrupalı müttefiklerle ticaret ve savunma konularındaki anlaşmazlıklar, ittifakın iç uyumunu zedelemişti. Bu bağlamda, Kamala Harris’in başkanlığı döneminde transatlantik ilişkileri onarma ve NATO’yu güçlendirme yönünde kararlı adımlar atması beklenmektedir. Harris’in, NATO’nun kolektif savunma ilkesi olan Madde 5‘e olan bağlılığını yeniden teyit etmesi, ittifakın güvenlik mimarisini güçlendirecek ve Avrupa’daki müttefiklerin ABD’nin güvenilir bir ortak olduğuna dair güvenini tazeleyecektir.
Harris’in, NATO’yu yalnızca askeri bir ittifak olarak değil, aynı zamanda demokratik değerlerin ve çeşitliliğin savunucusu olarak konumlandırması beklenmektedir. Ayrıca, Harris’in liderliği altında, ABD’nin iklim değişikliği ile mücadelede küresel liderlik rolünü üstlenmesi de öngörülmektedir. Harris’in, Paris Anlaşması‘na güçlü bir şekilde bağlı kalma taahhüdü, iklim krizine karşı küresel çabaları iyice canlandıracaktır. Harris yönetimi, yenilenebilir enerji kaynaklarına yatırımı teşvik ederek, fosil yakıtlardan uzaklaşma sürecini hızlandırabilir. Bu stratejik yaklaşımlar, yalnızca ABD’nin değil, aynı zamanda tüm dünya topluluğunun geleceği için kritik önem taşımaktadır.
Orta Doğu denklemi
ABD’nin Orta Doğu’daki varlığı, özellikle Suriye ve Irak‘ta, stratejik açıdan kritik bir öneme sahiptir. Obama Doktrini bağlamında 2011’de Arap Baharı ile başlayan karışıklıklarda pozisyon alan ABD dış politikası, Trump ile bir sendeleme yaşasa da ABD’nin bölgedeki varlığı stratejik açıdan önemini koruyor. Bu bağlamda Harris’in, bölgedeki müttefiklerle daha kalıcı ve sağlam ilişkiler kurmayı hedeflemesi kuvvetle muhtemeldir. Orta Doğu’da istikrarı sağlamak amacıyla, ABD’nin askeri ve diplomatik varlığını dengeli bir şekilde sürdürmesi gerekecektir. İsrail’in güvenliği ve bölgedeki stratejik konumu, ABD dış politikasının temel taşlarından biri olmaya devam edecektir. Mısır, Suudi Arabistan ve Türkiye gibi önemli bölge ülkeleriyle ilişkileri dengeli bir şekilde yönetmek, Harris’in dış politika gündeminin kritik unsurlarından biri olacak gibi görünmektedir. Bu ülkelerle işbirliği, bölgesel istikrarın sağlanması ve ABD’nin enerji güvenliği açısından hayati öneme sahiptir.
Harris yönetiminin, bu ülkelerle olan ilişkilerde insan hakları ve demokratik reformlar gibi konuları da göz önünde bulundurması beklenmektedir. Örneğin, Suudi Arabistan’ın Yemen‘deki askeri müdahaleleri ve insan hakları ihlalleri gibi konularda daha eleştirel bir tutum sergileyebilir.
İran ile ilişkiler de Harris’in Orta Doğu politikasının bir diğer önemli boyutu olacaktır. Nükleer anlaşma (JCPOA) konusunda Harris’in yaklaşımı, Obama yönetiminin izlediği diplomatik çözüm arayışına geri dönüşü işaret edebilir. Ancak, İran‘ın bölgedeki etkisini dengelemek amacıyla, ABD’nin askeri caydırıcılığını koruması ve bölgedeki müttefiklerle işbirliğini güçlendirmesi gerekecektir. Harris’in, İran’ın bölgedeki nüfuzunu sınırlamak için uygulayacağı stratejiler, büyük ölçüde Rusya ve Çin‘in Orta Doğu’daki etkisini azaltma çabalarını da içerecektir. Bu bağlamda, Harris’in, Çin ve Rusya’nın bölgede artan ekonomik ve askeri varlığına karşı daha aktif bir strateji izlemesi, ABD’nin uzun vadeli çıkarlarını koruma amacı taşıyacaktır.
Harris’in Orta Doğu politikası, Obama Doktrini ve Biden yönetimi çizgisini temel alarak şekillenecek, ancak kendi özgün vizyonunu da içerecektir. Harris’in, ABD’nin bölgedeki stratejik çıkarlarını korumak için çok yönlü ve dinamik bir yaklaşım geliştirmesi gerekecektir. Bu, askeri, ekonomik ve diplomatik araçların dengeli bir şekilde kullanılması anlamına gelmektedir. Harris’in, bölgesel istikrarı sağlama, terörizmi önleme ve insan haklarını savunma konularında kararlı bir duruş sergilemesi, Orta Doğu’daki ABD politikasının başarısı için kritik öneme sahip olacaktır. Bu bağlamda Türkiye-Kürt ilişkileri de Orta Doğu stratejisinin önemli bir ayağını oluşturarak önümüzdeki dönemde kritik bir konu olacak gibi görünmektedir.
Çin’in yükselişi ve Harris’in stratejik yaklaşımı
Çin’in ekonomik, askeri ve teknolojik alanlardaki hızlı yükselişi, 21. yüzyılın en belirgin jeopolitik dinamiklerinden biri haline gelmiştir. Bu durum, ABD için küresel hegemonyasını koruma ve uluslararası düzenin yeniden şekillenmesi anlamına gelen bir meydan okuma yaratmaktadır. Kamala Harris’in başkanlık döneminde bu stratejik meydan okumaya nasıl bir yanıt vereceği önemlidir. Çin, son yıllarda ekonomik büyümesini sürdürülebilir kılarak dünya ekonomisinin merkezinde önemli bir aktör haline gelmiştir. Bu ekonomik büyüme, askeri harcamaların ve teknolojik yatırımların artmasına yol açmış, Çin’i küresel bir güç olarak daha belirgin hale getirmiştir. “Kuşak ve Yol Girişimi” gibi projelerle Asya, Afrika ve Avrupa’da altyapı ve yatırım projelerini finanse etmesi, Çin’in ekonomik nüfuzunu artırma stratejisinin bir parçasıdır. Bu bağlamda, ABD’nin Hint-Pasifik bölgesindeki müttefikleri ve küresel ortakları ile olan ilişkilerini güçlendirmesi ve Çin’in etkisine karşı dengeleyici bir strateji geliştirmesi kritik öneme sahiptir.
Harris yönetimi, Çin’le olan ticaret savaşını daha çok müzakere ve işbirliği temelli bir yaklaşıma dönüştürebilir. Ancak Hint-Pasifik bölgesinde, Çin’in askeri genişlemesine karşı ABD’nin varlığını güçlendirmesi gerekecektir. Harris, Japonya, Güney Kore, Avustralya ve Hindistan gibi bölgesel müttefiklerle savunma işbirliklerini derinleştirebilir ve ortak tatbikatlar, askeri teknolojilerde işbirliği gibi konulara öncelik verebilir. Güney Çin Denizi’ndeki deniz yollarının güvenliğini sağlamak ve Çin’in askeri üs inşasına karşı bölgesel koalisyonlar oluşturmak da önemli olacaktır. ASEAN ülkeleriyle daha yakın ilişkiler kurarak, Çin’in bölgedeki ekonomik ve siyasi etkisine karşı denge oluşturulabilir.
Çin’in Uygur Türkleri, Tibetliler ve Hong Kong’daki insan hakları ihlalleri, Harris yönetimi için önemli bir diplomatik baskı aracı olabilir. ABD, insan hakları ve demokratik değerler temelinde küresel bir koalisyon oluşturarak, Çin üzerindeki baskıyı artırabilir ve uluslararası arenada bu ihlalleri daha görünür kılabilir. Harris’in seçilmesi durumunda Çin ile rekabeti yönetme stratejisi, ekonomik, askeri, diplomatik, teknolojik ve değer temelli boyutları içeren çok yönlü bir denklem üzerinde inşa edilecektir. Bu denklemin başarılı bir şekilde yönetilmesi, ABD’nin küresel liderlik rolünü korumasına ve Çin’in bölgesel ve küresel hegemonya arayışına karşı etkili bir denge oluşturmasına bağlıdır.
Harris, bu stratejiyi uygularken, hem ABD’nin iç dinamiklerini güçlendirmeli hem de küresel ittifaklarını sağlamlaştırmalıdır. Bütün bunlardan hareketle Harris’in başkanlık adaylığı, ABD ve dünya siyaseti için dönüştürücü bir potansiyel taşıdığını ifade etmek kuvvetle muhtemeldir. Trump karşısında başarılı olabilmesi için iç politikada birleştirici mesajlar ilerlemeli, ekonomik ve sosyal adalet konularına daha fazla öne çıkmalı ve dış politikada küresel işbirliğine dayalı bir vizyon sunmalıdır. Siyahi bir kadın olarak Harris’in başkan seçilmesi durumunda, dünya genelinde demokrasi, insan hakları, kadın hakları ve ırksal adalet mücadelesine önemli katkılar sağlayabilir . Jeopolitik ve jeostratejik hamlelerinde ise, Orta Doğu, Asya-Pasifik, Avrupa ve iklim değişikliği gibi kritik alanlara odaklanarak, ABD’nin küresel liderlik rolünü pekiştirmesi mümkündür.
Sonuç
ABD’deki mevcut siyasi ve ekonomik verilerin yanı sıra kamuoyu araştırmaları da mevcut Başkan Biden’ın çekilmesiyle birlikte Demokratların seçimleri kazanma ihtimalinin günden güne yükseldiğini göstermektedir. Özellikle adaylığı kesinleşmemiş olsa da Harris’in seçim kampanyasının yükselişe geçmesiyle birlikte kazanma şansının yüksek olduğunu gösteriyor. Ancak başından itibaren Başkan Biden yerine yeni bir aday açıklanmış olsaydı bugün üzerine konuştuğumuz başarı olasılıkları daha ölçülür bir şekilde olurdu. Bu bağlamda söylenecek en doğru şey “ne yaparsan yap, akıllıca yap ve sonunu düşün (Quidquid agis, prudenter agas et respice finem)” sözünün önemini akla getiriyor. O nedenle çıkacak muhtemel sonuçlardan bağımsız olarak dünyadaki tüm aktörlerin, kendi stratejilerini netleştirip farklı hamlelere hazır olmaları hayati öneme sahiptir, çünkü ABD’de kim seçilirse seçilsin ciddi anlamda bir aks değişikliği olacağı muhakkaktır.
Lakin başkanların yanı sıra bu seçimlerde başkan yardımcıları ve yönetici kadronun süreçlerdeki rolü ve tutumları eskiye nazaran daha dikkat çekici olacaktır. Başka bir ifadeyle “erdem ortadadır (In medio stat virtus)” ilkesi doğrultusunda taraflar arasındaki gerginlik değerlendirildiğinde yarışın ana teması her şeyden önce ABD’nin yeniden inşası hususu olacaktır. Dolayısıyla söz konusu çatışmalar yerel milliyetçilikle küresel vatanseverlik arasında cereyan eden ucu açık bir hegemonya kavgasıdır. Ve tabii ki kavga beraberinde bir dönüşüm dalgası getirecektir. Söz konusu dalga ABD’yi içeride etkileyeceği gibi dünyada da sarsıcı efektler ve sonuçlar “armağan” edecektir. Nitekim Trump’ın “beyaz öfkesi” Harris’in backgroundu göz önüne alındığında, yardımcıların kimliği ve geçmişleri daha da önemli hale geliyor. Örneğin, Cumhuriyetçi başkan yardımcısı aday J.D. Vance‘in şahin tutumuna dair değerlendirmeler endişe verici. Eğer alışa geldiği şekilde devam ederse Vance’in başkan yardımcılığından başkanlığa terfi etme olasılığı dünya için ciddi anlamda riskler barındıran bir gelişme olur.
Demokratlarda öne çıkan isimlerden Pensilvanya Valisi Josh Shapiro ise İsrail yanlısı ve Siyonizmin radikal unsurlarıyla da ilişkisi olan biri olarak bilinmekte. O nedenle “alıcı dikkatli olsun (Caveat emptor)” sözü kadar muhatap olacak olanlar da şimdiden temkinli olmalıdır, çünkü bu tür figürleri, ABD yönetim sistemine müdahale eden yeni anlayışın kurumsallaşma olasılığı açısından etkin kişiler olarak tarihe geçecektir. Dolayısıyla “cesur olanları talih destekler (Audentes fortuna iuvat)” sözünü hatırlatacak şekilde, hem bölge ülkeleri hem Kürtler hem de Türkiye’nin kendi ilişki biçimini dengeli bir düzeyde tutmalı, iletişimini güçlendirmesi ve stratejik konulara odaklanması özellikle gerekecektir.
Seçimi kimin kazanacağından bağımsız olarak, hem Orta Doğu’nun tamamında hem de Türkiye-Amerikan ilişkilerinde yeni bir sayfa açılacağı şüphesizdir. Hem küresel dengeler açısından hem de Türkiye’nin girdiği yol ayrımı nedeniyle ABD başta olmak üzere batının tamamıyla zayıf ölçüde bir ilişkilenme durumu söz konusudur. Bu ve buna benzer nedenlerden mütevellit ABD seçimlerini kimin kazanacağı hususu önemli bir konu olarak öne çıkmaktadır, çünkü Trump seçilmesi durumunda ulusal ruhun ağır bastığı bir ekonomi politiği ve küresel stratejiyi izleyeceği aşikârdır.
Demokratların adayı olarak kesin gözle bakılan Harris’in seçilmesi durumunda ise daha ılımlı bir dünya siyaseti ve ekonomik politikalar stratejisi geliştirileceği ön görülmektedir. Dolayısıyla Harris’in seçilmesi dünyaya olduğu kadar Orta Doğu ve özellikle Türkiye’de yeni fırsatlar sunacaktır. ABD ile kalıcı bir partnerlik ilişkisi artık lobi faaliyetleri üzerine yürümeyeceği ki bugüne yaptığı lobicilik çalışmalarının etkisiz kaldığı açıkken hem klasik bağlamların tamamını kapsayan hem de konjonktürel yeni diplomatik ilişkileri ihtiyaç duyulduğu muhakkaktır. Lakin Türkiye’nin salt iç dinamiklerin tahribatı sonucunda içeride bir toplumsal nizam inşa etmemesi ve küresel ölçekte de dünyayı kaygılandıracak adımlar atması ABD-Türkiye ilişkilerini daha derinden etkileyebilir. O nedenle, Türkiye’nin, lobicilikten ziyade diplomatik ilişkileri dayalı somut verilerle ilerlemesi bir zorunluk olarak öne çıkacaktır. Dolayısıyla bugün her ne kadar değerlere dayalı bir demokratik ilerleme söz konusu olmasa da küresel ölçekte bütün münakaşaların ana eksenini oluşturan aslında o değerlere tutunma çabasıdır. Rusya-Çin tehdidinin arttığı bir dönemde, ABD-Türkiye ilişkilerinde yeni bir zemin oluşturulmaması önemli bir kayıp olarak görülse de Türkiye’nin mevcut haliyle güven testi aşacak bir durumda olmadığını söyleyebiliriz.
ABD’nin tartışmalı ve gerilimli geçen seçim sürecinde, herkesin maliyet yaratabilecek söylemlerden kaçınması önemlidir. İcraatlar, sözler değil (Acta non verba) yaklaşımıyla seçimleri kazanacak isimlerin riskleri, avantajları ve olası etkileri göz önünde bulundurularak hareket edilmelidir. Başka bir ifadeyle bu tür meselelerin ilkeler bütünlüğü kapsamında ele alınması en doğru yaklaşım olacaktır, çünkü rasyonel çabalar her zaman büyük fırsatlar sunan özelliklere sahiptir.
Türkiye için ABD ile ilişkilerde en önemli konulardan biri, hiç şüphesiz Kürt meselesidir ve özellikle Suriye bağlamındaki ABD-Kürt ilişkileridir. Harris’in bu konular hakkında ne düşündüğü belirsiz olsa da, Trump’ın Suriye politikasını eleştirdiği bir önceki başkanlık dönemi bilinmektedir. Hem Orta Doğu’nun tamamı hem de Türkiye’nin, Biden döneminde yaşanan sorunların çözümünde ve ABD ile sağlıklı ilişkiler kurulmasında çığır açıcı bir praksis sergilemedikleri ortadadır. Pentagon ve CIA kararlarının belirleyici olacağı bir süreçte ilişkileri kurumsal bir zemine çekme kapasitesi özellikle kritik olacaktır. Dolayısıyla Orta Doğu’nun iç dengelerini etkileyen Suriye savaşı ve bu bağlamda Kürt meselesi başta olmak üzere bölgedeki ilişkilerin tamamını etkileyecektir.
Son olarak ABD’deki küreselciler ile yerelciler arasındaki gerilimin, son yıllarda Amerikan siyaseti üzerinde önemli bir etkiye sahip olduğu bilinmektedir. Bu çatışma, yaklaşan Kasım seçimleri bağlamında daha da belirgin hale geleceğe benzemektedir. Genellikle uluslararası işbirliği, serbest ticaret ve göç gibi konularda daha açık fikirli olan, ABD’nin küresel bir lider olarak rolünü sürdürmesini savunan Küreselciler, Demokrat Parti içinde daha fazla destek bulurken, ekonomik elitler, büyük teknoloji şirketleri ve akademik çevreler tarafından da desteklenir.
Ulusal egemenlik, sınırların korunması ve yerel ekonominin güçlendirilmesi gibi konulara daha fazla önem veren ve içe kapanmacı bir strateji izleyen Yerelciler ise, küreselleşmenin ABD’nin iş gücü, hegemonik iddiası ve kültürü üzerindeki olumsuz etkilerini vurgular ve daha çok Cumhuriyetçi Parti içindeki muhafazakâr seçmen tabanı tarafından desteklenir.
2024 Kasım seçimleri, bu iki güç arasındaki çatışmanın daha da derinleşmesine ve ABD başta olmak üzere küresel ölçekte yeni bir aksı beraberinde getirebilir. Küreselciler, uluslararası ilişkilerdeki istikrar ve iklim değişikliği gibi küresel sorunlara yönelik çözümler üzerinde dururken, Yerelciler daha çok ulusal çıkarlar ve ekonomik güvenliğe odaklanacaktır. Özellikle göç politikaları, ticaret anlaşmaları ve savunma harcamaları gibi konular bu seçimde önemli tartışma başlıkları olacaktır.