• Ana Sayfa
  • Manşet
  • AKP dönemindeki başarısız iki ‘Barış Süreci’nin serencamı -1
AKP dönemindeki başarısız iki ‘Barış Süreci’nin serencamı -1
Ahmet Faruk Ünsal 30 Ekim 2024

AKP dönemindeki başarısız iki ‘Barış Süreci’nin serencamı -1

Silahlı mücadelelerin çıkmaza girdiği, tarafların uzun mücadele yıllarına rağmen birbirlerine üstünlük sağlayamadığı, yenişmezlik halinin apaçık netlik kazandığı durumlarda müzakere süreçleri devreye girer. Zaten, taraflar birbirlerini yenebilmiş olsalar konuşmaya ihtiyaç duymaz, sonucu kendi istedikleri gibi elde etmiş olurlardı.

O yüzden barış görüşmeleri, daha ziyade, kendi politik pozisyonunu fazla değiştirmeden esneme, muhatabını ise mevcut politik pozisyonunu değiştirmeye ve esnetmeye ikna etme esası üzerinden yürür. Hem iddiamdan vazgeçmeyeyim hem pozisyonumu koruyayım hem de müzakereden istediğim sonucu alayım yaklaşımı müzakerenin tabiatına aykırıdır. Tam anlamıyla yenemeyen, tüm istediklerini alamaz, yenişmezlik ve sürdürülmezlik hali ortaya çıkmış ve taraflar bunu idrak etmişse, birer adım geri gitmeye razı olunmadan süreç bir adım ileri gitmez.

Barış, mutlaka, tarafların aniden aydınlanma yaşayarak karşısındakine haksızlık yaptığını idrak edip ahlaki olarak adım atma ihtiyacından kaynaklanmaz, hatta neredeyse hiç öyle olmaz; çoğunlukla reel politik bir gerekliliktir. O yüzden genellikle kırılgandır, kurulması için nasıl dikkatli kurumlar inşa etmek gerekirse, korunması için de dikkatli kurumlara ihtiyaç vardır. Barışı inşa edecek ve koruyacak en iyi kurum barışın toplumsallaştırılmasıdır ki onun da sağlam temeli, karşılıklı olarak empati ve adalet duygusunu kuşanarak atılır.

Barış süreçlerinin bir başka özelliği de, her ne kadar tarafların yenişmezlik şartlarında oluşmuş olsa da; yasa dışı durumda olması, kadrolarının bir kısmının cezaevlerinde ve sürgünde olması, bir kısmının devletle kıyaslandığında görece çok daha olumsuz koşullarda silahlı mücadele yürütüyor olması, güvenlik, sağlık, kadro ve tüm lojistik koşullarının devlete kıyasla büyük bir asimetri oluşturması, destekçi kitlelerinin güvenlik güçlerinin sürekli baskısı ve yargı takibatı altında olması gibi nedenlerle, silahlı grubun barıştan kazanacakları ile devletin kazanacakları kıyaslandığında silahlı grubun barışa ihtiyacının çok çok daha fazla olduğu gerçeğidir. Durum böyle olunca, genellikle masadan kalkmak için elinde bahanesiyle oturan tarafın, barıştan görece daha fazla yararlanacak olan direnişçi taraf değil devlet tarafı olduğu düşünülebilir.

Madem barış, yenişmezlik halinin kaçınılmaz durağı ise o halde, Kürt sorunu konusunda en sert, en nezaketsiz ve en tavizsiz yerde duran Bahçeli’nin 1 Ekim tokalaşması ile adeta lansmanını yaptığı barış süreci hangi şartların zorlaması ile gelinen nokta oldu meselesi üzerinde kafa yorabiliriz. Fakat oraya gelmeden önce, AKP döneminde daha önce başlatılıp da sonuç alınamayan 2 süreci, o süreçlere giden iç ve dış şartları ve süreçleri akamete uğratan etkenleri iyi analiz etmeli ve öğretici deneyimler olarak önümüze koymalıyız ki yeni süreci selametle yürütebilelim.

Birinci Barış Görüşmeleri Süreci, Oslo, Eylül 2008- Nisan 2011

24/04/2013 tarihli Akşam Gazetesi röportajında Mustafa Karasu’nun bildirdiğine göre, MİT yetkilileriyle PKK temsilcileri arasında görüşmeler, uluslararası bir kurum moderatörlüğünde (garantörlüğünde değil), Eylül 2008’de Oslo’da başlıyor. Ama hazırlıkları, 2006 yılından beri dolaylı temaslar ve aracılar üzerinden yapılan görüşmelere dayanıyordu. Görüşmeler boyunca İmralı-Kandil mektuplaşmalarına devlet heyeti aracılık yapıyordu.

29 Mart 2009 yerel seçimler öncesinde üç görüşme yapıldı.

Bir yandan heyetler arası görüşmeler devam ederken 29 Mart 2009 yerel seçimler sonrası 13 Nisan 2009‘da KCK tutuklamaları adı altında BDP’li belediye başkanları ve siyasetçilerin tutuklanması PKK heyetinde soğuk duş etkisi yapıyor ve büyük bir güvensizlik oluşturuyordu. 4. ve 5. görüşmeler Mayıs ve Temmuz 2009’da yapıldı. 1 Ağustos’ta Beşir Atalay, Polis Akademisi’nde Çözüm Çalıştayı düzenleyerek iktidarın kararlılığını, samimiyetini göstermeye çalışıyordu. İmralı 22 Ağustos 2009’da devlete yol haritası, yani çözüm planının uygulama adımlarına dair detaylandırmayı sundu. Bundan sonra, devlet heyetine, MİT Müsteşar Yrd. yerine Başbakan Müsteşar Yrd. Hakan Fidan başkanlık etti. Devlet, İmralı heyetine Yol Haritası’nın verilmeyeceğini söyledi. Bu arada, iyi niyet göstergesi olarak İmralı’nın, Kandil’den ve Avrupa’dan gelerek devlete teslim olacak Barış Grupları oluşturulması teklifi PKK tarafından olumlu bulunuyor ve tutuklanmamak kaydıyla ilk heyet 19 Ekim 2009’da Habur’dan giriş yapıyordu. Habur’dan gerilla kıyafetleriyle gelenleri karşılayan 10 binlerce insanın yollara dökülmesiyle bu karşılama çoşkulu bir karnaval havasına dönüşüyor, muhalefetin eleştirilerini göğüsleyemeyen hükumet gelenlerin bir kısmını tutukluyordu. Bu da devam edegelen KCK tutuklamalarıyla birlikte sürece dair ikinci büyük güvensizliği getirdi.

Devlet tarafı, karşılamayı siyasi şova dönüştürdüğü ve kendisini muhalefetin taarruzuna maruz bıraktığı için PKKyi, PKK tarafı da, gelenlerin bir kısmını, söz vermesine rağmen tutukladığı için devleti suçladı. Daha sonra 28 Ekim 2009’da ikinci Barış Grubu, Avrupa’dan uçakla İstanbul’a geldi ama bu sefer gelenler, Habur Grubu’nun yarattığı infial dikkate alınarak çok daha sessizce devlete teslim oldu. Bu arada KCK tutuklamaları da bir yandan devam ediyordu. Tüm bunların üstüne de 11 Aralık 2009’da Anayasa Mahkemesi DTP’yi kapatıp bir çok siyasetçiye yasaklar getirecekti. Oslo süreci boyunca yani 12 Haziran 2011 Genel Seçimleri’ne kadar toplamda 3200 DTP/BDP’li siyasetçi tutuklanacaktı.

Nisan 2011’de, İmralı, devlet tarafına, anayasal çözüm, barış ve hakikatleri araştırma komisyonu oluşturulması şeklinde üç protokol gönderdi. Devlet tarafı ise bu süre içinde ne yol haritalarına ne de protokollere odaklanıyor; aracılar vasıtasıyla da bu protokollerin altına resmi olarak imza atmayacaklarını söylüyordu. Muhatapları nazarında hükümetin temel hedefinin, 12 Haziran 2011 seçimlerini “eylemsizlik” ortamında geçirmek olduğu algısı belirginleşiyordu. Seçim öncesi Oslo’da bir toplantı daha planlanmış ama gerçekleştirilmemişti. Hükümet seçimlerden güçlü çıkınca bir daha Oslo toplantıları yapılmayacak ve 13 askerin hayatını kaybettiği 14 Temmuz 2011 Silvan çatışmasıyla da her şey yerle bir olacaktı.

13 Eylül 2011’de, bir video sitesinde yayınlanan Oslo Görüşmeleri kaydı, DİHA tarafından ilk kez haberleştirilecek ama DİHA sitelerinin hacklendiğini söyleyerek sonradan haberi kaldıracaktı. Görüşmelerin tüm dökümü ise bilahare Taraf Gazetesi’nde yayınlanacaktı. Oslo Süreci 12 Haziran 2011 seçimleriyle bitirildikten 8 ay sonra, 7 Şubat 2012’de, Oslo Görüşmeleri nedeniyle Hakan Fidan ifadeye çağırılacak ve tutuklanmaya çalışılacaktı. Görüşmelerin gazetelerde, ses kaydının ise internette yayınlanmasından yaklaşık 1 yıl sonra, 2012 yılında, BDP Diyarbakır İl Başkanlığı’na yapılan polis baskınında, Oslo kayıtlarının olduğu hard disklerin bulunduğu açıklanarak sızmanın kaynağı olarak PKK tarafı ima edilecek ama gerek BDP gerekse de PKK, bu hard disklerin polis tarafından yerleştirildiğini söyleyerek, sızmanın kendilerinden kaynaklandığını şiddetle reddecekti.

Ana hatlarıyla Oslo Süreci’nde yaşanan önemli olayların kronolojisini verdikten sonra sürecin hangi iç ve dış siyasi konjonktürün kavşak noktalarında oluşup, gelişip sonlandırıldığına dair analiz yapabiliriz.

Kurucu kadrolarının önemli çoğunluğu, yakın zamanda peş peşe 2 partisi kapatılan Milli Görüş geleneğinden gelen AKP, 3 Kasım 2002 seçimlerini sürpriz bir şekilde kazanınca, seçimlerin müesses nizam nazarında kendisine sağlayamadığı siyasi meşruiyet açığını, geleneksel tabanı dışında kalan geniş halk kitlelerinin desteğini alarak kapamaya yöneldi.

AB reformları ve demokratikleşme, içeride bürokratik direnci kırmanın yanısıra sermaye ve liberal çevrelerin ve geniş seçmen tabanının desteğini getirirken dışarıda da AB ve ABDden kaynaklı direnci kırıyordu. İktidarının ilk döneminde AKP, ekonomiyi düzeletmeye başlamış, içeride seçmen desteğini artırmayı, dışarıda da büyük bir umut ve destek oluşturmayı başarmıştı. 17 Aralık 2004’te AB, Türkiye’nin siyasi kriterleri karşıladığını ve ‘Katılım Müzakereleri’nin 2005’te başlatılacağını ilan etmişti. Bu destekle Erdoğan, 12 Ağustos 2005 Diyarbakır konuşması ile de Kürt sokağının gönlünü kazanmıştı.

Sistemin sahipleri kabullenmese de halk hükümeti kabullenmiş, kredi üstüne kredi açıyordu. Bu arada ülke de cumhurbaşkanlığı seçimine doğru gidiyordu. 2007 cumhurbaşkanlığı seçimi öncesinde Danıştay saldırısı, Zirve Kitabevi, rahip cinayetleri, rektörlerin toplu Anıtkabir gösterileri, cumhuriyet mitingleri ve nihayetinde TSK’nın 27 Nisan bildirisi ve Anayasa Mahkemesi’nin TBMM’de yapılan 1. tur cumhurbaşkanlığı seçiminin geçersiz olduğuna dair skandal 367 kararı ile gelinen yer, “eşi başörtülü olan cumhurbaşkanı seçilemez” noktası idi. Tarih tekerrür ediyor ve Milli Görüş partilerinin kapatıldığı günler yeniden yaşanıyordu. O koşullarda hükümet ordunun 27 Nisan restini görmüş, reste rest ile cevap verip erken seçim kararı almış ve %34 ile girdiği 22 Temmuz 2007 erken seçiminden %47 ile çıkmıştı. Yeni parlementonun yaptığı ilk iş bir kaç ay önce seçilmesine silah zoruyla izin verilmeyen Abdullah Gül’ü cumhurbaşkanı seçmek olmuştu.

PKK ile Oslo hazırlıkları bağlamında yapılan ilk görüşmelerin 2006’da başladığı bilindiğine göre, burada AKP’nin, müesses nizam nezdinde elde edemediği meşruiyeti, bir taraftan ekonomi politikalarıyla diğer taraftan liberal kesimlerle ve sermaye çevreleriyle kurduğu temaslarla beyaz Türkler nezdinde inşa etmeyi başardığını görüyoruz. Kürt mahallesinde ise hem siyasi söylemleri hem de el altından PKK ile kurduğu temaslar yoluyla meşruiyet tesis ediyordu. Seçimleri ezici çoğunlukla kazanıp kendi adayını cumhurbaşkanı seçtirdiği ve kendini en güçlü hissettiği süreçte, 14 Mart 2008’de AKP kapatma davası geldi. Bu dava, AKP yöneticileri açısından tam bir soğuk duş etkisi yaptı; anlaşılan, ne üst üste büyük başarıyla seçmenin yarısının desteğiyle kazanılmış seçim, ne kendi cumhurbaşkanını seçtirebilmiş olmak, ne toplumun neredeyse her katmanından destek alabiliyor olmak, ne de AB’den müzakere tarihi almayı başarabilmiş olmak müesses nizam nazarında iktidarda kalmak için yeterliydi. AKP’liler birden, Erbakan partilerinin makus akıbeti ile yüz yüze kalakalmışlardı.

Türkiye siyasi tarihinin en kalıcı hasarının yaşanacağı sürecin doğum tarihi işte o AKP kapatma davasıdır.

Kapatma davasının AKP açısından az hasarla karara bağlandığı 30 Temmuz 2008’den iki hafta kadar önce, 14 Temmuz 2008’de, Türkiye tarihinin müesses nizama meydan okuyan en cüretkar(!) davaları olan Ergenekon davaları süreci başlamıştı. Süreç zamanla Perinçek vs gibi bazı siyasilere, Mustafa Balbay gibi bazı gazetecilere, Sedat Peker gibi yeraltı dünyasından kişilere, İlker Başbuğ, Şener Eruygur, Hurşit Tolon, Veli Küçük gibi kudretli paşalara uzanıp mahkumiyetlerle sonuçlanacaktı.

Yıllarca büyük bir sabırla yargıda, emniyette, içişleri bürokrasisinde kadrolaşan ve tabii ki AKP iktidarında varolan gücünü iyice artırıp kilit pozisyonlara adamakıllı yerleşen, yanı sıra, dış işlerinde ve TSK’da da kadrolaşan, özel yetkili mahkemeler kurduracak kadar iktidarla geliştirdiği simbiyotik ilişkiyle yasama süreçlerine bile müdahale eden, iş dünyasında, basında, siyasette, yurt dışında özel korumaya mazhar olan, hem delil üreterek hem de mahkemelerden usulsüz dinleme kararları çıkararak yargıyı istediği şartları oluşturmak için enstrümana çeviren, yüksek teknoloji kullanarak ortam dinlemeleriyle genel kurmay koridorları dahil mahrem hiç bir alan bırakmayacak kadar her yeri izleyen, tüm dünyada okullar ağıyla diplomatik ilişkilerini çeşitlendiren bu gözü kara yapı, siyasete ayar vermeye hevesli başıbozuk paşalara ve onların etkisindeki kurumlara pazu göstermiş ve AKP’yi Anayasa Mahkemesi’nde idamdan kurtarmıştı.

Boynuna takılmak istenen ilmekten kurtulan AKP bir taraftan bu yapıya kendini borçlu hissediyor. Diğer taraftan da elindeki güçle veya kendisine servis edilen yüksek teknoloji ile gözü kara kadroları marifetiyle emrine amade kıldığı muazzam kamu gücünü kullanarak iktidarın kayıt dışı ortağı haline gelen bu yapının, iktidarın sahibi gibi davranmaya başlamasından rahatsız oluyordu. Ama asıl sorun, asıl korku; Genelkurmay’ı bile dinleyebilenler ya kendilerini de dinlemişler ise ki dinlememeleri için hiçbir sebep yoktu. Ya yaptıkları usulsüz, kanunsuz işlerin ve akçeli işlerin kaydı bu yapının elinde dosyalandı ise o zaman. dosyaları ve kayıtları tutulmuş paşaların mahkemelere çekilmesi gibi bir kaderi kendilerinin de yaşayabilecek olması ihtimaliydi.

AKP, kalbine saplanan bu büyük korkuyla, zehirli sarmaşığa dönen kayıt dışı koalisyon ortağının diyet talebine dönen patronaj ilişkisinden ve tutulmuş dosyalarının muhtemel maliyetlerinden kurtulmak için halk nezdinde elde edeceği gücün koruyuculuğuna sığınmaya, yani demokratik meşruiyetini artırmaya yöneldi. Geleneksel siyasi tabanı olan küçük-orta sermaye çevreleri ve merkez sağ ve liberal çevrelerde elde edebileceği desteğin sınırına ulaştığını görüyor, Kemalist elit çevrelere ve yaşam tarzı hassasiyeti olan çevrelere de nüfuz edemeyeceğini de biliyordu. Aradığı demokratik meşruiyeti bulacağı tek kaynak olarak Kürt mahallesini görüyordu ve oraya yöneldi. Bir başka deyişle, kendisini Kemalist vesayetten kurtaranların dayattığı Gülenist vesayetten kurtulmak için önündeki tek yol olan Kürt sokağına daldı.

AKP’yi ipten alarak elde ettiği şükran duygusuyla kendini kayıt dışı koalisyon ortağı statüsüne çıkaran ve iktidar üzerinde vesayet uygulayan bu yapı; iktidarın bu ilişkiden rahatsızlık duyarak alternatif ittifaklar kurma çabasını öğrendiği andan itibaren, büyük bir kıskançlıkla bu ittifakları bozmaya yöneldi. O yüzden bir taraftan iktidar PKK ile resmi temaslar kurarken diğer taraftan da bu yapı emniyet ve yargıdaki gücünü kullanarak, KCK tutuklamalarıyla süreci baltalıyordu. Sonunda, işi, görüşme kayıtlarını yayınlayarak geleneksel tabanı nezdinde AKP’yi itibarsızlaştıracak noktaya, hatta Fidan’ın koluna kelepçe takmaya vardıracak kadar ileri noktaya götüreceklerdi.

İktidarın temel ihtiyacı, tarihi derinliği olan devasa bir sorunu çözmekten ziyade, sistem içi mevcut güç ilişkilerini birbirine dengeleyerek tek başına iktidarda kalmak ve seçmen desteğini sürdürmek/artırmaktı. O yüzden, AB süreciyle geleneksel seçmen kitlesi dışına açılan iktidar, kapatma davası ile koalisyon ortağına dönüşerek üzerinde vesayet uygulayan ve dinleme kayıtlarıyla da kendisini rehinesi durumuna düşüren Fethullah örgütünün tasallutundan kurtulmak istiyordu. Oslo süreci bu ihtiyacın karşılanması yani demokratik tabanın çeşitlenmesi ve artırılması için düşünülmüş ama istenilen şekilde pürüzsüz yürütülemediği için muhatabında kuşkular üreterek düşe kalka zor yürütülmüş ve sonunda yürüyemez hale gelmişti. 12 Haziran 2011 seçimleri iktidara aradığı desteği sağlamıştı ama seçim öncesi iktidar tarafından kesilen süreç seçim sonrası Silvan’da 14 askerin hayatını kaybettiği çatışmalarla birlikte resmen bitmiş ve taraflar acımasız ezberlerine geri dönmüşlerdi.

Başladığı herhangi bir iş ve işlemini sonuçlandıramamasının siyasi sorumluluğu elbette iktidara aittir ve biz onlara mazeret üretme makamında değiliz. Lakin Türkiye’de iktidarın nasıl kurulduğu ve kullandığına ait reel özgün koşullar dikkate alındığında, tamamına erdirilememiş barış sürecini kendi siyasi çıkarlarına göre tavsatan iktidarın günahı ile süreci taammüden bozan Gülenci yapının günahı, okurun vicdan terazisinde dağıtacağı paya göre olacaktır şüphesiz.

İktidarı bu yapı karşısında bu kadar edilgen kılan ve süreci çıkmaza götüren şey; adalet duygusundan, empatiden ve eşit ilişki kurma nosyonundan uzak olma halinin yanısıra cari hukuk açısından yolsuzluk ve haksız kazançla kirlenmişlik durumudur. Ki bu defekt, sürecin tıkandığı her aşamada ihtiyaç duyulan kararlılığın ortaya konulmasına mani olmuştur.

Ve bu türden tarihi ve derin ihtilafların çözümünde ihtiyaç duyulan en temel kurum olan, karşılıklı imzalarla hukuken birbirini bağlayan protokollerin bir izleme heyeti gözetiminde yürütülmesinin sağlanamamış olması da bu sürecin bir başka hayati eksikliğidir.

Bir sonraki yazımızda, 2013-15 arası yaşanan 2. Çözüm Süreci’nin konjonktürünü, iktidarın hangi ihtiyaçlar nedeniyle sürece yöneldiği ve neden başarsızlığa uğradığını analizini yapmaya çalışacağız

* ilketv.com.tr’de yayımlanan yazılar, yazarların görüşlerini yansıtmaktadır. Yazılar İlke TV’nin kurumsal bakışıyla örtüşmeyebilir. Yazıların tüm hukuki sorumluluğu yazarlarına aittir.