Son Oslo görüşmeleri, Nisan 2011’de, İmralı’nın, devlet tarafına verdiği, Anayasal Çözüm, Barış ve Hakikatleri Araştırma Komisyonu oluşturulması şeklinde üç protokolünün ve yol haritasının altına devletin imza atmayacağını beyan etmesiyle sonuca bağlanamadan bitti. Görüşme trafiği süresince elde edilmiş olan eylemsizlik koşullarında gidilen 12 Haziran 2011 seçimlerini iktidar kazanabildi.
Bu arada, Dünya tarihini alt üst edecek ve sonuçları itibarıyla en az Arap halkları kadar bölgedeki Kürtleri ve Türkiye halklarını da radikal bir şekilde etkileyecek olan Arap Baharı başlamıştı. Çoğunlukla ya tek parti ya da saltanat rejimlerinin tasallutu altında yaşayan Arap halkları, kamunun tüm ekonomik ve bürokratik imkanlarının yönetici muktedirler tarafından sadakate göre dağıtıldığı, siyasal alanın ise yönetici aile veya tek parti şeflerinin tekelinde olduğu boğucu baskıcı rejimlere karşı, yıllarca biriktirdikleri öfkelerini yaygın halde sokaklara boşaltmaya başlamışlardı. 14 Ocak 2011’de Tunus diktatörü Zeynel Abidin bin Ali 24 yıllık iktidarını bırakıp ülkeden kaçmak zorunda kalmıştı. İlk başta kimse bu devrimin tüm coğrafyaya yayılacağını tahmin etmiyordu. Ama Tunus halkının bereketi Musır’a ulaşmış ve 10 Şubat’ta ülkenin 30 yıllık tek adamı istifa etmek zorunda kalmıştı. Artık işler ciddiydi. Tüm Arap sokağı ayaktaydı.
AKP 3 Mart 2011’de TBMM’de erken seçim kararı aldırarak tüm dikkatini seçimlere odaklamış, Oslo görüşmelerini sonuca bağlamak yerine sağladığı sükunet ortamıyla yetinmiş ve görüşmeleri sonlandırmıştı. Devlet de seçim süreci rölantisine çekilmişken Arap Baharı’nın dalgaları Suriye sahillerini dövmeye başlamıştı. Diğer taraftan da değişik dozlarda da olsa Libya, Yemen, Bahreyn, Ürdün, Fas, Cezayir, Umman, Irak, Lübnan, Moritanya, hatta Suudi Arabistan bile hareketlenmişti. Yemen’de sivil protestolar halkı sonuca ulaştıramayacak, göstericiler ve hükumet karşılıklı silahlara davranacaktı. Kanlı bir süreç sonunda Ali Abdullah Salih iktidarını devretmeye razı olacaktı. Libya’da ise işler çok daha yoğun silahlı çatışmalara dönecek ve arkasından gelen NATO müdahale ile 42 yıldır iktidarda olan Kaddafi’nin 20 Ekim 2011’de linç edilerek öldürülmesiyle sonlanacaktı.
AKP, 12 Haziran 2011 Seçimleri’nden de birinci olarak çıkmıştı. 2007 Cumhurbaşkanının halkoyuyla seçilmesi ve 2010 köklü Anayasa değişikliği referandumları ile birlikte de düşünüldüğünde 5 kere üst üste sandıktan galip çıkmıştı. Böylelikle hem anayasa değişiklikleriyle müesses nizam karşısında müstahkem mevziler kazanmış hem de halk desteğini çeşitlendirmiş ve özgüveni zirveye taşımıştı. PKK ile neredeyse ete kemiğe bürünmüş barış görüşmelerini rafa kaldırmıştı. Özellikle tüm kültürel ve politik birikimini, idealize edilmiş Osmanlı örnekliği ile inşa etmiş Türk İslamcılığı için Arap Baharı etkisi altındaki Orta Doğu’nun sunduğu imkanlar Erdoğan’a fazlasıyla baştan çıkarıcı geliyordu.
Seçimin yüksek temposu sonuçlanıp sakin kafayla dönüp de geriye baktığında AKP liderliğinin gördüğü şuydu: Arap Dünyası’nın kalbi Mısır, ideolojik akrabası Mursi’nin yönetimine geçmiş; Tunus, AKP örnekliğini açıkça özenerek dile getiren bir başka ideolojik akraba Nahda hareketi öncülüğünde kan dökülmesine fırsat vermeyen bir akıl göstererek devrimini başarıya taşımıştı. Libya, Yemen ve Bahreyn ayağa kalkmış ve iktidarların gidici olduğu şimdiden görünüyordu. Asıl büyük fırsat ve eğer kullanılamazsa büyük tehdit, kendisiyle arasında 911 km sınırı bulunan ve sınırın Güney kısmında neredeyse tamamı Kürt nüfusun yaşadığı ve bu Kürtler’in de neredeyse tamamının Öcalan’a büyük değer verdiği Suriye’de yatıyordu. Arap Baharı etkisiyle Suriye’de oluşabilecek iktidar değişimi, uzun yıllar Arap milliyetçisi Baas zulmünde yaşamış Kürtlere, gasp edilmiş temel vatandaşlık haklarını alabilmek, belki de Irak Kürtlüğü’nün elde ettiği statüye benzer bir statü elde etmek için fırsata dönüşebilirdi, üstelik bu Kürdistan, Irak’takinin aksine örgütüyle yıllarca savaşarak alt edemediği Öcalan Kürdistanı olacaktı. Öyleyse ya Öcalan ikna edilerek Suriye Kürtlüğü Türkiye’nin daha az rahatsız olabileceği kıvama getirilmeli ya da Arap Baharı’nın kaotik ortamından istifadeyele Suriye’ye dönük irredantist bir fırsat kollanmalıydı, ki her iki seçenek de, gücüne güç katarak girdiği tüm seçimleri kazanmış yeni Osmanlıcı bir siyasetçi için müthiş iştah kabartıcıydı.
2011 seçim takviminin başladığı, Oslo görüşmelerinin ise noktalandığı Nisan ayından bu yana şiddetin devreye girdiği Suriye (son) Baharı’nın rüzgarları sert esmeye başlamıştı. Erdoğan açıktan, çok sert bir dille, Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nu son kez Esad ile görüşmeye göndereceğini söyleyerek adeta komşusuna ayar veriyordu. Baas ile son temas 10 Ağustos 2011’de Davutoğlu’nun 6,5 saat süren ziyaretinde gerçekleşti. Kendi anayasasını ve idari pratiklerini tüm siyasi gücüne rağmen yıllardır demokratikleştiremeyen Türkiye, yerine getirilmesi imkansız kısa bir vadede tüm sistemini değiştirmesi için Baas’a ültimatom vermişti. Toplantı, eşit iki devletin toplantısı gibi değil, payitahtın valisine talimat verdiği bir emir tebliği havasında geçmişti. Muhatapları, elbette kısa vadede yerine getirilmesi imkansız olan bu taleplerin, sistemin reforme edimesi için değil kavgaya meşruiyet sağlanması için yapıldığını anlamıştı. Ve ipler bir daha tamir olmamak üzere koptu.
2011 Haziran seçimleri öncesi, muhtemel bir barış inşasının elbette kendi perspektifinden tüm projesini kendisine sunmuş olan Öcalan’ın tekliflerine ne cevap vererek ne de alternatif teklifler getirerek süreci fiilen bitirmiş olan iktidar, Arap Baharı’nın imkanlarını görüyor ve bu tarihi fırsatı kaçırmak istemiyordu. Suriye’deki fırsatlar için Öcalan’a ihtiyaç vardı ama ihtiyaç duyduğu muhatabını masaya oturturken, ona mecbur bir pozisyonda oturmak yerine, savaş meydanında yıpratarak zayıflatılmış ve kendisine mecbur edilmiş bir muhataba dönüştürerek masaya oturtmak istiyordu.
Bu süreç tahmin edileceği gibi fazlasıyla kanlı geçti. TSK, tamamen tesadüfi bir karşılaşmayla Silvan kırsalında PKK güçlerinden baskın yemiş ve 14 Temmuz’da 13 askerini kaybetmişti. Artık çatışmalar resmen başlamıştı.
Bu arada YAŞ toplantısı yaklaşıyor, Ergenekon davalarıyla kolu kanadı kırılan eski tarz paşalar, terfiler ve tayinler konusunda, ordunun geleneksel tavrında ısrarcı olamayacaklarını görüyor ve Genelkurmay Başkanı Işık Koşaner ve Kuvvet Komutanları, Cumhuriyet tarihinde bir ilk olarak, Şura’dan hemen önce toplu istifa etmek zorunda kalıyorlardı.
Fethullahçı yargı mensuplarının kısmen yasadışı dinlemeler ve kısmen de delil üreterek orduyu iktidarın önünde engel olmaktan çıkarması karşılığı kendilerini iktidarın yeni vesayet kurumuna dönüştürmeleri ve yüksek dinleme kabiliyetleriyle iktidar aleyhine dosya biriktiriyor olma ihtimalinin iktidarı alternatif çevrelerle ilişki kurmaya, demokratik meşruiyetini genişletip çeşitlendirmeye sevk ettiğini daha önce ifade etmiştik. Ve eski vasi Kemalistleri tasfiye eden yeni vasi Fethullah örgütünün, Oslo sürecinin varlığını öğrendiği andan itibaren hükumetin yeni çevresi ile arasını açmayı denediğini, sürecin her ilerlediği aşamaya karşılık yargı gücünü kullanarak iktidarın yeni çevresini ağır cezalarla kriminalize etmeye çalıştığını, böylelikle muhatabı nezdinde hükumetin güvenilirlik sorunu yaşamasına sebep olduğunu ve nihayet sürecin akamete uğramasında büyük pay sahibi olduğunu da daha önce ifade etmiştik. Buna mukabil, Kürt sokağı da, daha sonra, çoğunlukla SODES projeleri kapsamında valilikler eliyle Fethullah örgütüne transfer edilen kaynaklarla yürütülen etüt merkezlerini kundaklayacak ve işlemez hale getirmeye çalışacaktı. AKP-Fethullah örgütü itişmesi ilerleyen günlerde, 13 Eylül 2011’de, Oslo ses kayıtlarının basına sızdırılması ve 7 Şubat 2012’de de Oslo görüşmeleriyle ilgili Hakan Fidan’ın mahkemeye çekilmeye çalışılmasıyla üstü örtülemez hale gelecek, ve bu yapı hükumete, kendileri dışında başka bir çevreyle ikame ilişki geliştirirse yargı gücünü kullanmaktan çekinmeyeceğini gösterecekti.
Bir yandan ordu, iktidarın tam emrine girerken diğer yandan da PKK ile çatışmalar iyice tırmanıyordu. 31 Temmuz 2011’de Şemdinli’de, Hakkari’de TSKnın kimyasal silah kullandığı iddialarının da seslendirildiği çok sert çatışmalar yaşanıyordu. Aynı dönemlerde askeri inşaatlarda, baraj, yol ve orman alanında çalışan işçiler ile bazı öğretmenler, memurlar ve muhalif siviller de alıkonulmaya başlanmıştı.
Bu arada, Arap Baharı’nın sunduğu fırsatları es geçmek istemeyen Erdoğan 2011 Eylül’ünün ilk yarısında, Mısır, Tunus ve Libya gezileri yapıyor, Arap sokağının büyük teveccühü ve gösterileriyle karşılanıyor, kendi politik ufkunu inşa edebileceği tarihi fırsatı yakalamış olduğunu görerek özgüven ve moral depoluyordu. Erdoğan, bu sempatinin, hem müslümanlığından taviz vermeyip hem de Batılı ittifak sistemi içinde kalmayı başararak hiç birini kendisinin inşa etmediği, çok partili siyasi hayat, sivil toplum, görece özgür basın, sendika, gelişmiş üniversite, sanayi, sanat vs gibi demokratik kurumları yaşatabiliyor olması algısından kaynaklandığını biliyor ve bir kurtarıcı öğretmen gibi Arap sokağına hitap ediyor, demokrasi ve müslümanlık dersi veriyordu.
Moral depoladığı Kuzey Afrika turunu bitirip ülkeye döndüğünde ülkenin sert gerçekliğiyle yine baş başaydı.
19 Ekim’de Çukurca’da 24 askerin hayatını kaybettiği büyük bir baskın daha yemişti TSK. Sonra en az 250 PKKlinin yaşamını yitirdiği acımasız çatışmalar Irak Kürdistan Bölgesi sahasına da taştı. Ölenler yaralananlar artık birer rakama dönecek kadar sıradanlaşmıştı. Senenin finali, 28 Aralık gecesi Roboski’den geldi. Köylülerin gündelik ihtiyaçlarını temin için devletin bilgisi dahilinde katırlarla yapageldikleri sınır ticareti, bu sefer, yarısı çocuk 34 köylüden oluşan kafilenin F16’larla vurularak hayatlarını kaybetmesiyle tüm Türkiye’yi ayağa kaldıran büyük bir acıya ve infiale sebep olmuştu.
Tahmin edileceği gibi, Roboski tüm toplum kesimleri ve iktidar dahil tüm siyasal kesimler için fazlasıyla travmatikti. Barış ihtiyacı iyice kendini dayatıyordu.
2012 yılı da PKK ile yoğun çatışmalar, baskınlar, alı koymalarla geçiyordu. Bir yandan da farklı vatandaşlıklara sahip selefi savaşçılar gruplar halinde neredeyse sorunsuz Suriye’ye geçiyor, Suriye’den de on binlerce sığınmacı adeta teşvik edilerek Türkiye’ye akıyordu. Suriye ile adı konulmamış savaş yaşanıyordu. 22 Haziran 2012’de Suriye, Akdeniz’de, Türkiye’ye ait bir savaş uçağını bile düşürmeye cüret etmişti. PKK ile çatışmaların ateşinin yükseldiği günlerde, Ağustos ayının 18’inde, Şemdinli’de PKKlilerce yolu kesilen 1’i bağımsız 9 BDP milletvekilinin PKKlilerle kucaklaşma görüntüleri bomba gibi gündeme düştü. Görüntüler, PKK’nin Şemdinli’de 400 km2lik alan hakimiyeti kurduğunu ilan ettiği, tepelere kendi bayraklarını çektiği, Çukurca ve Beytüşşebap’ın kan gölüne döndüğü günlere denk gelmişti. Sokaklardan öldürülmüş PKK’lilerin cenazelerini almak için toplanan halk ile güvenlik güçleri çatışıyordu.
20 Ağustos’ta, Gaziantep’te, bir otomobil patlatılmış ve 10 kişi hayatını kaybetmiş 66 kişi de yaralanmıştı. Tüm gözler PKK’ye çevrilmişti ama olayı PKK üstlenmedi. Anlaşılan o kaotik ortam, Arap Baharı sürecinde Türkiye ile ipleri koparan Suriye devletine de hesaplaşma için imkan veriyordu. Yani adil ve sürdürülebilir bir iç barış yoksa, Türkiye, herkesin kendi hesabını bir şekilde görebileceği ülkeye dönmeye başlamıştı.
PKK İzmir Foça’da askeri bir araca saldırmış ve bir askerin ölümüne sebep olmuştu. Çatışmalar ülkenin Batı’sına da yayılma eğilimi gösteriyordu.
Eylül 2012’ye gelindiğinde cezaevlerinde, “anadilde eğitim, anadilde savunma ve Öcalan’a tecridin kaldırılması talepli süresiz, dönüşümsüz açlık grevleri başladı. Grevin üzerinden 2 ay geçmişti. Grevcilerin durumları ağırlaşırken BDP milletvekillerinin ve belediye başkanlarının bir kısmı da greve başladıklarını açıkladılar. Kürt tarafının geri adım atmayı reddeden tavizsiz tutumu karşısında hükumet bir taraftan anadilde savunma hakkı için gerekli düzenlemeyi hazırlamaya başlıyor bir taraftan da Öcalan’ın kapılarını ailesi için açmak zorunda kalıyordu. 18 Kasım’da İmralı’da aile görüşmesi gerçekleşti ve kardeşi Mehmet Öcalan, Abdullah Öcalan’ın açlık grevlerinin sonlandırılması çağrısını kamuoyu ile paylaştı. Ortam birden rahatlamış, karşılıklı zirveye çıkarılan gerilimin zembereği kimsenin burnu kanamadan boşalmıştı.
Erdoğan’ın 27 Kasım’da Şemdinli’de PKK’lilerle “kucaklaşma” görüntüleri kamuoyuna yansıyan 1’i Bağımsız 9 BDP milletvekilinin dokunulmazlık fezlekelerinin parlamentoya gönderilmesi talimatı vermesiyle gündem bir anda değişti ve
Adalet Bakanlığı’nda yaklaşık 1 aydır bekleyen fezlekeler, TBMM’ye sevk edildi. BDP’liler, açlık grevleri sürecinde halkın neler yapabileceği gördükleri için 1994’teki gibi bir DEP sürecinin yaşanmayacağına inanıyorlardı. Haklı çıktılar. Anlaşılan bir Erdoğan klasiği daha yaşanmakta idi. Açlık grevleri sürecinde Öcalan’ı devreye sokmak zorunda kalan AKP, fezlekeleri TBMM’ye sevk ederek üzerinde oluşan milliyetçi baskıyı kırmayı amaçlıyor ve 2013 Newroz’unda açıklanacak olan süreç üzerinde oluşabilelicek bozucu etkilere karşı önlem almaya çalışıyordu.
Basına sızdırılan bilgiler İmralı’da bir şeylerin pişirilmekte olduğunu gösteriyordu. MİT Müsteşarı Hakan Fidan’ın Aralık ortasında mralı’da iki gün geçirdiği ve Fidan ile Öcalan’ın İmralı’ya bir BDP heyetinin gitmesi konusunda mutabakata vardıkları yazılıyordu. Yalçın Akdoğan, yetkililerin PKK’yi silahsızlanmaya ikna etmek için Abdullah Öcalan’la görüşmekte olduklarını söylüyordu.
Üç kişilik BDP milletvekilinden oluşan ilk heyetin 3 Ocak 2013’te İmralı’ya gittiği duyuruldu. Bu, müzakerelerin resmen başlatıldığının ilanıydı. Aynı hafta, 9 Ocak 2013’te Kürt hareketinin önemli kadrolarından Sakine Cansız ve iki arkadaşı Fidan Doğan ile Leyla Şaylemez Fransa’da düzenlenen saldırıda öldürüldü. Taraflar o günlerde, suikastların sürecin bozulmasını isteyenlerce yapıldığını ifade ediyor ve bir birlerine karşı dikkatli bir dil kullanıyorlardı. Cenazeler ülkeye getirilip olaysız bir şekilde defnedildi. Bilahare, kimi çevrelerce Türk istihbaratıyla ilişkili olduğu, Cemil Bayık tarafından da Fethullah örgütüyle ilişkili olabileceği iddia edilen ve Sakine Cansız’ın bir süredir şöförlüğünü de yapan katil zanlısı Ömer Güney, yargılaması devam ederken, 18 Aralık 2016’da, hastalığı nedeniyle Fransa’da bir hastanede ölecek ve olay aydınlatılamamış olarak kalacaktı.
23 Şubat 2013’te, üç kişilik ikinci BDP heyeti de İmralıya gitti. 2012’nin kanlı ve acımasız hafızası öylesine taze idi ki, katı milliyetçi çevreler hariç kamuoyundan yeni görüşme sürecine dair kayda değer bir itiraz gelmiyordu. Öcalan, kültürel haklara dair bilindik talepleri dışında “federasyon”a karşı geliştirdiği ve BDP’nin tüzük ve programında da yer alan Türkiye’nin 24-25 bölgeye ayrılmasını öngören “demokratik özerklik” projesinde ısrarcı olmayacağı, özgürlüğünü talep etmekten çok maddi şartları sağlanarak müzakereci statüsüyle yetineceği esnek bir süreç yürütmeye razı görüntüsü veriyordu. Bir tarafta, hariciyesiyle, istihbaratıyla, yasamasıyla, üniversitesiyle, Ar-Ge kurumlarıyla, bakanlıklarıyla, ordusuyla, yüksek ateş gücüne sahip silahlı birimleriyle, korucusuyla, adliyesiyle, dev ekonomisiyle devlet, diğer tarafta tüm iletişim imkanları kısıtlı olarak tek karar verici müzakereci statüsüne talip Öcalan. Süreç bu asimetri içinde yürüyecekti.
İlk hamle Öcalan’dan geldi. PKK, 13 Mart 2013’te, tutsak olarak tuttuğu, biri kaymakam diğerleri asker ve polis olan toplam 8 devlet görevlisini, iyi niyet göstergesi olarak ikisi BDP milletvekili, dördü de Türkiye’deki iki önemli insan hakları kurumunun temsilcileri den oluşan heyete Kandil’de teslim etti. Arkasından 21 Mart’ta, yüzbinlerce katılımcının ve onlarca TV kamerasının önünde, silahlı mücadele döneminin bittiği, siyaset döneminin başladığı, eşit ve adil bir kardeşlik inşasıyla Çanakkale, Kurtuluş Savaşı, ilk Meclis, misak-ı milli gibi önemli başarıların elde edilebileceği bir geleceğin bölgeyi beklediğine dair Öcalan’ın meşhur Diyarbakır Newroz mektubu okundu.
Her iki tarafın mutabık kaldığı isimlerden oluşan 63 kişilik Akil İnsanlar heyeti, Nisan ve Mayıs aylarında tüm ülkeyi karış karış gezerek hem barışın gerekliliği ve getirisini anlatıyor hem de çatışmaların mağdurlarının ve özellikle Kürt tarafının barış Türkiyesi’nden ne beklediklerini kayıt altına alıyordu. Devletin elinde talepler ve çözüm önerileri konusunda yeterinden fazla bilgi ve arşiv birikiyordu.
9 Nisan 2013’te,TBMM’de, Toplumsal Barış Yollarının Araştırılması ve Çözüm Süreci’nin Değerelendirilmesi Araştırma Komisyonu kuruldu. Komisyona ne CHP ne de MHP üye verdi. Komisyon, ilk dönem Cumhuriyet dönemi pratiklerinden Dünya örnekliklerine kadar geniş bir deneyim taraması yaparak toplumsal psikoloji ve sosyolojik süreçler perspektifinde kimliksel taleplerin karşılanması ve şiddetsizliğin inşası için nasıl bir hukuki, ekonomik, kültürel, siyasi yaklaşımın geliştirileceğine dair 438 sayfalık raporunu 2013 Kasım’ında TBMM başkanlığına sunacaktı. Daha sonra, 10 Temmuz 2014’te de, çözüm sürecinde görev alanlara bir anlamda yargısal dokunulmazlık sağlayan Terörün Sona Erdirilmesi ve Toplumsal Bütünleşmenin Güçlendirilmesi Kanunu çıkarılacaktı. Mamafih, çözüm süreci bitirilince, Kürt siyasi aktörler çeşitli iddialarla mahkemelere çekildiklerinde, haklarındaki iddiaların bir kısmı bu süreçte yaptıkları temaslar ve konuşmalardan oluşturulacak ve bu yasanın koruyucu şemsiyesinden yararlandırılmadıklarını göreceklerdi.
Akil insanlar heyeti bölgeleri gezerken 25 Nisan 2013’te. Karayılan, 8 Mayıs’tan itibaren silahlı birimleri Türkiye’den çekecekleri duyurusunu yaptı. Bu arada, 11 Mayıs 2013’te Suriye istihbaratı Reyhanlı’da iki araç patlatmış ve 53 kişi ölmüş, 146 kişi yaralanmıştı. Arap Baharı sürecinde ipleri koparan iki ülke birbirleriyle hesaplaşmayı unutmuyorlardı.
Bu süreçte IŞİD de Suriye’de gücünü iyice artırmış 2013 Nisan’ından bu yana el-Kaide’deyle bağlarını zayıflamış, 2014 Şubat’ında itibaren de tamamen bağımsızlaşarak Rakka’yı devletinin başkenti ilan edecekti. 2016 Ağustos-Eylül’üne kadar da Atme, el-Bab, Azez, Cerablus sınırlarını kontrol ederek gümrük kapılarında bayrak dalgalandıracaktı.
Suriye ve Irak sahasında kısa süreliğine etkin bir aktör olan IŞİD, Ortadoğu’nun en ilginç saman alevi örgütlerinden biri olarak parladı.
Irak’ın 2003’te ABD öncülüğündeki koalisyon güçlerince işgal edildiği kaotik vasatta, Afganistan merkezli el- Kaide’den bağımsızlaşacağı bir süreç yaşayarak doğacaktı IŞİD.
Baas’ın Arap milliyetçisi, seküler, mağlup generalleri, Irak işgaline karşı savaşan selefi küresel cihadçı gruplar ve azınlık oldukları için iktidarı bir daha ellerine geçiremeyeceklerini gören ve şii çoğunluğa duyduğu öfke ile sınıfsal/zümresel statü hasretlerinin kendilerini tekfirciliğe savurduğu orta Irak sünniliğinin amorf bir bileşimi olarak doğdu. Zamanla Türkiye, Libya, Çeçenistan, Doğu Türkistan ve Avrupa’nın çeşitli bölgelerinden, kendisiyle, ailesiyle, vatandaşı olduğu devletle veya dünya ile hesaplaşmak isteyen Avrupa vatandaşı Müslüman göçmenlerin çocukları ve bir kısmı dindar bile olmayan gözü kara maceracılardan oluşan “kaybedecek şeyi olmayanlar kulübü”ne döndü. Savaşçı tabanı böyle olmakla birlikte, merkez karargahı bu tabana, kimi zaman ABDnin, kimi zaman Türkiye’nin, kimi zaman Suudi’nin, kimi zaman İsrail’in işine yarıyacak işler yaptırıyor, kimi zaman da onların ayaklarına bastırıyordu; İsrail ve ABD hariç. Adeta serseri bir mayındı ve kiralayanın işini gördürür gördürmez öncelikle kurtulmak istediği kiralık katil gibiydiler. 2019 Ekim’inde, imamları Ebu Bekir el Bağdadi, misyonunu tamamlamış ve herkes için bir yüke dönüşmüş olarak, Türkiye sınırına çok yakın bir bölgede, ABD askerlerince kıstırılacak ve kendini patlatarak intihar edecekti.
Bu IŞİD Haziran 2014’te Türkiye’nin Irak Musul konsolosluğu basacak ve 49 görevliyi rehin alacak, 20 Eylül 2014’te de cezaevindeki bazı mensuplarının tahliyesi pazarlığı yaptığı iddia edilecek ve Konsolosluk rehinelerini teslim edecekti. Ağustos 2014’te de, Irak’ın Şengal’inde Yezidi katliamı yapıp esir pazarlarında Yezidi kadınlarını pazarlayacaktı. Eylül 2014’te ise Kobani’ye saldıracak, PYD kontrolündeki Kobani’den Türkiye’ye yüzbinlerce kişinin sığındığı bir sivil göç dalgasına sebep olacak, ABD öncülüğündeki koalisyon güçleri Eylül ayından itibaren hava harekatı düzenleyerek Kobani’ye destek olacak ama tüm taleplere rağmen Türkiye, Suruç yoluyla karadan yardım koridoru açılmasına izin vermediği için sonuç alınamayacaktı. Halkın bütün beklentisi ve öfkesinin tavan yaptığı o günlerde Erdoğan bir konuşmasında “Kobani düştü düşecek” diyerek o günün atmosferinde, beklentisini ifade ediyor gibi algılanacak ve olaylar çığırından çıkacaktı. Olaylara güvenlik güçlerinin yanısıra Hüdaparlılar da katılacak ve Yasin Börü ve 3 arkadaşının da dahil olduğu çoğu HDPli toplam 37 kişi hayatını kaybedecek yağma ve talan olayları yaşanacaktı.
Olaylar 9 Ekim’de Demirtaş tarafından Öcalan’ın sükunete çağıran mektubunun okunmasıyla yatışacaktı. Olaylar nedeniyle iktidar HDP yöneticiletini suçlayacaktı. Daha sonra HDP tarafından olayların araştırılması için defalarca verilen Meclis komisyonu kurulması önergeleri iktidar bloğunun oylarıyla reddedilecekti. 15 Mayıs 2024’te açıklanacak oln mahkeme kararıyla Kobani olaylarındaki sorumlulukları nedeniyle Demirtaş 42 yıl, Yüksekdağ ise 30 yıl 3 ay ceza alacaklardı.
Türkiye’nin Kobani’ye yardım etmesi talebi Davutoğlu’nun 19 Ekim Akil İnsanlar Heyeti toplantısında da dile getirilecekti. Sonunda, 29 Ekim 2014’te, IKBY’ye bağlı Peşmerge güçlerinin destek amacıyla Türkiye üzerinden Kobani’ye geçişine izin verilecekti ama olan olmuştu. IŞİD tüm bu müdahalelerle Ocak 2015’te Kobani’den tamamen çıkarılacaktı.
20 Temmuz 2015’te Suruç’ta, Rojava’ya yardım götürmek için toplanan gençlere intihar saldırısı yaparak 34 kişiyi öldürecek, 10 Ekim 2015’te de Ankara Gar meydanında düzenlediği intihar saldırılarıyla 103 kişiyi katledecekti.
IŞİD, 13 Kasım 2015’te Paris’te, konser salonu, stadyum, restoranlar ve barlara da saldırı düzenleyerek 130 kişinin ölümüne neden olacaktı. Bu saldırı barış zamanında Fransız topraklarındaki en büyük can kaybı olacaktı.
Daha sonra 21 Ağustos 2016’da Gaziantep’te bir sokak düğününe yapacağı saldırı ile 30 kişinin ölümüne 94 kişinin de yaralanmasına sebep olan IŞİD Türkiye’nin Kuzey Suriye’ye askeri müdahale için arayıp da bulamadığı gerekçeyi verecekti. 24 Ağustos 2016’da, Fırat Kalkanı operasyonu ile Türkiye hem IŞİD’den kurtulacak hem de Rojava/Kuzey Suriye’de Cetablus’u alarak PYD kantonlarının birleşmesi tehlikesinden kurtulmuş olacaktı. TSK’nın Cerablus operasyonu sonrası, IŞİD rehine aldığı 2 TSK Türk askeri yakarak 2’sini de kafalarına kurşun sıkarak infaz edecek ve videolarını da yayınlayacaktı.
Akil İnsanlar Heyeti, raporlarının son rotüşlerini yaparken, 31 Mayıs 2013’te, Erdoğan, ilk defa açıktan ve galiz ifadelerle tüm ülke çapında yaygın protestolara maruz kaldığı Gezi Direnişi’yle baş başaydı. Aslında büyük reformlar yapmış, müesses nizamın muktedirleriyle hesaplaşıp onları saf dışı bırakmış, Kürt barışı gibi çok kadim bir soruna Öcalan’ı çözüm aktörü olarak devreye sokacak kadar cesaretle el atmış, öz güveni tavan yapmış bir siyasi olarak kendisini ve yakın çevresini bazı ekonomik imtiyazlara hak sahibi görüyordu anlaşılan. Ne yasa ne teamül tanıyordu. Ülkenin en kıymetli arsasına, altı AVM üstü otel olacak müthiş bir rant yapısı inşa edecek, muhtemelen Katarlılara pazarlayacaktı. Protestolar çığırından çıkmış, polisin aşırı şiddet kullanmasıyla Taksim, direnişin merkezine dönüşmüştü. Ülke genelinde 8 kişi ölmüş, onlarca kişi gaz fişekleriyle yaralanıp organ kaybına uğramış, yüzlerce kişi çeşitli şekillerde yaralanmış, binlerce kişi gözaltına alınmıştı. Gezi yargılamaları sonunda ise Osman Kavala ağırlaştırılmış müebbed, Hatay milletvekili seçilecek olan Can Atalay ile Tayfun Kahraman, Mine Özerden ve Çiğdem Mater Utku ise 18’er yıl hapis cezaları alacaklardı.
MHPliler Kürt açılımına duydukları öfkeden, Kürt çevreler açılım sürecinde AKP kanadından gelen çelişkili açıklamalarla yine mi aldatılıyoruz kuşkusundan, seküler sol çevreler yaşam tarzı korkusudan, radikal sol çevreler devrim yapacağız nostaljisinden, sağ liberaller ve bir kısım İslami çevreler ise, karanlık karar süreçleriyle kent rantı oluşturup o rantı haksızca dağıtan ve yolsuzluk ve hırsızlık iddiasıyla İslamın adını kirleten AKP’den kurtulma heveslerinden, ülkenin en büyük koalisyonunun parçası olmuşlardı.
Meclis’te temsil edilen siyasi partileri ikna edip sürecin parçası kılmaya çalışmadan, sadece istihbarat örgütü ve İmralı/Kandil ile yürütülen, böyle olduğu için de zaman zaman kamuoyunu teskin etmek için muhatabının yani ortağının bile açıktan ayağına basmaktan çekinmeyen, bu görüntülerin doğrudan muhatabında olmasa bile tüm kamuoyunda güvensizlik ve tutarsızlık algısı yarattığı iki kişilik oyun sınırlarına dayanmış ve kollektif öfkeyle oyun kurucusunu tüm toplum nazarında nefret objesine dönüştürmüştü.
26 Haziran 2013’te sonuç raporlarını sunmak üzere Erdoğan’ın Akil İnsanlar heyeti ile yaptığı toplantı Gezi’nin ağır baskısı altında yapıldı. Türkiye’nin en kadim sorununa cesaretle el atan öz güveni yüksek Erdoğan gitmiş, sinirli, kendine güvenini yitirmiş adeta kroki duruma düşmüş bir boksör gibi toplantıyı yönetti. Tüm bölgeler raporlarını sundular. Erdoğan, PKKnin çekilme sözünü yerine getirmediğinden rahatsızdı; %15’in çekildiğini diğerlerinin ise yerlerinde beklediklerini söylüyordu. PKK’nin şikayetleri ise, sürecin başlarında iyi niyet adımı olarak 8 görevliyi serbest bırakmalarına mukabil, söz verilmiş olmasına rağmen hasta/yaşlı hükümlülerin serbest bırakılmadığı, ateşkes sürecinin kalekol inşaatları ve gerilla geçiş güzergahlarını kesmek amacıyla tasarlanan güvenlik barajı inşaatlarının yapımına devam etmek için fırsata çevrildiği şeklindeydi. Nitekim, devletin verdiği sözleri tutmadığını söyleyerek 9 Eylül 2013’te PKK çekilmeyi durdurduğunu açıklayacaktı. Ayrıca, PKK, 2015 Temmuz ve Ağustos aylarında, sürecin resmen bittiğinin açıklanacağı günlerde, yolları keserek, ağırlıklı olarak baraj ve kalekol inşaatlarında çalışan iş makinaları, TIRlar, beton mikserleri ve diğer sivil araçları yakacaktı.
2013 Temmuz ortalarından itibaren Ceylanpınarı’nın Suriye tarafında yer alan Serekaniye/Ra’s-ul ayn’da yaşanan şiddetli çatışmaları Nusra Cephesi kaybetti ve PYD şehri teslim alıp sınıra kendi bayrağını çekti. Çatışmalar süresince Suriye tarafından gelen mermiler ve havan topları Türkiye’de de can kayıplarına sebep olmuş ve Türkiye ise top atışları ile karşılık vermişti. Gelişmelerden duyduğu rahatsızlığı ve kaygılarını ifade etmek üzere PYD eş başkanı Salih Müslim Türkiye çağrıldı. Müslim’in, Fidan, Davutoğlu ve Necdet Özel’le görüşmeler yapacağı basına düştü. Davutoğlu görüşmelerin Serekaniye ile ilgisi olmadığını söylüyordu. PYD’nin, Türkiye’nin hassasiyetlerini gözetmesi, Suriye’nin meşru muhalefeti ile hareket etmesi ve gündelik işlerin yürütülmesi için organize olmak hariç kalıcı bir yönetim ve statü anlamına gelecek şekilde yönetim oluşturmaması için uyarıldığı anlaşılıyordu. Salih Müslim Türkiye ile yürüttükleri temaslarda Türkiye’nin PYD’yi, SMDK (Suriye Muhalif Devrimci Güçler Koalisyonu) ve ENKS (Suriye Kürt Ulusal Meclisi)’ye katılmaya ikna etmeye çalıştığını ama sonraları SMDK temsilcileriyle yaptığı bir kaç toplantıda, Arap milliyetçiliği yaklaşımlarını esnetmedikleri ve programlarına Kürt sorununu doğrudan yazmayı reddettikleri için, Koalisyon’a katılmadıklarını söyleyecekti. Salih Müslim daha önce de 2012 yılında, Kahire’de, Türkiye’nin Şam Büyükelçisi ile görüşmüştü. Daha sonra, Kabani’de IŞİD saldırıları yaşanırken 2014 Ekim’inin başında da Türkiye’ye gelecek ve Davutoğlu ve Demirtaş’la görüşecekti. PYD’nin, Türkiye’nin beklentisi doğrultusunda hareket etmeyerek gerek SMDK’ye gerekse de Türkiye kontrolündeki ENKS’ye katılmaması, kendi politik gündemine yoğunlaşıp özyönetim temelinde Kantonlar oluşturarak Rojava’da kadınlara merkezi rol veren çok kültürlü yaşam modelini kurmaya odaklanması, Türkiye’yi fazlasıyla rahatsız ediyordu. PYD’nin bağımsız politikasının, Suriye’nin diğer kısımlarına da ilham olabileceği ve hatta Türkiye Kürtleri için de örnek olabileceği korkusuyla, Türkiye, PYD’nin Baas’la iş birliği yaptığını açıktan ifade ederek PYD’yi itibarsızlaştırılıyor ve kriminalize ediliyordu. O yüzden, Suriye sorununa çözüm için düzenlenen Cenevre toplantılarında, Türkiye, masada bir taraf olarak PYD’nin oturtulmasına şiddetle karşı çıkıyor ve illa oturacaksa masanın Baas tarafında oturması gerektiğini söyleyerek uluslararası görüşmelerin hep dışında tutuyordu. Daha sonra, başarısız olan Cenevre görüşmelerini ikame etmek için ihdas edilen Astana süreci toplantılarında da, Türkiye’nin değişmeyen gündemi ve karar metinlerine ekleteceği husus, Rojava’da oluşan ve SDG adı ile, Arap aşiretlerinin de katılımıyla topraksal ve toplumsal olarak genişleyen bu yeni yaşam deneyimini gayrı meşru ilan etmek olacaktı.
Bu arada Ortadoğu’da işler Erdoğan’ın beklediği şekilde gelişmiyordu. 2012’de Mısır’ın demokratik yollarla seçilmiş ilk cumhurbaşkanı ve Erdoğan ile ideolojik akrabalığı olan Mursi, 3 Temmuz’da askeri bir darbeyle devrilip hapse atılmıştı. Mursi, 17 Haziran 2012’de yaklaşık %52 katılımlı seçimi yaklaşık %51 ile kazanmış yani aslında toplam seçmenin %26,5 unun desteğini almıştı. Düşük seçmen desteğine rağmen, iddialara göre, Gezi olaylarında şiddet kullanarak kendince sonuç alan Erdoğan’ın geri adım atmama yönündeki tavsiyesine uyarak, toplumsal talepleri dikkate almadan yeni anayasa çalışmaları yapmaya ve cumhurbaşkanına olağanüstü yetki veren kararnameler çıkararak geniş kitleler üzerinde tepki toplamaya başlamıştı. Ayrıca Gazze’nin Dünya’ya açılan tek çıkış kapısı Refah’ı sonuna kadar açmış ve İsrail, ABD, İngiltere ve başat AB devletlerinin husumetini de üzerine çekmişti. Yükselen toplumsal tepkiyi baskılamak için OHAL ilan etmiş ama bu, muhalif kitlelerle arasındaki iplerin iyice gerilmesine neden olmuştu. Karşılıklı taraftarların çatışmalarında 50 kişi ölmüş, meydanlara toplanan yüzbinlerce muhalif istifası için imza kampanyaları düzenlemiş ve sonunda ekonominin de ağırlaştırdığı yönetilemezlik sorunu destekçi kitlelisini de güçsüz bırakmıştı. Sonuç itibarıyla demokratik süreçleri yönetememiş, kendisinin ve arkadaşlarının hayatlarına ve özgürlüklerine, Arap Dünyası’nın ve ülkesinin de umuduna mal olan bir askeri darbeyle devrilmişti. Darbe, tahmin edileceği gibi hem Batı hem de İsrail’le iyi ilişkileri olan komşularınca da desteklenmişti. Erdoğan ise zihninde kurguladığı ve kendisinin patron olacağı yeni dünyasının en önemli müttefiğini kaybetmişti. Kala kala elde Suriye kalmıştı. Orayı ne yapıp edip istediği şekle getirmeliydi.
21 Ağustos 2013’te Suriye Doğu Guta’da kimyasal saldırı oldu. Saldırı tam da BM kimyasal silah denetçilerinin Suriye’de denetleme yaptığı günlere denk gelmiş, 1400 civarında masum hayatını kaybetmiş ve tüm Dünya ayağa kalkmıştı. Kırmızı çizgi aşılmıştı. Artık ABD’nin ve AB’nin müdahalesi gelmeliydi. Türkiye ve Fransa olası bir askeri müdahaleye destek vereceğini açıkladı. İngiltere hükumeti, parlementosundan onay alamadı. Müdahaleye baştan istekli olan ABD ise Kongre onayına ihtiyaç var diyerek son anda topu taca attı. Türkiye’nin Suriye’ye olası askeri müdahalede müttefik güç olarak Kuzey’den Suriye’nin Kürt bölgesine girme hevesi kursağında kalmıştı.1 Mart 2003’te yaşadığı şoku bu sefer de Suriye meselesinde yaşamıştı. TBMM’de kabul edilmeyen tezkere geçse idi müttefik gücün bir ortağı olarak Irak’ın Kuzeyi’ne, Kürt bölgelerine girmiş olacak, hem daha sonra açıkça karşı çıkıp engel olmaya çalıştığı, yeni Irak anayasasında Kürtler için öngörülen federasyonu engellemiş hem de Kandil üzerinde daha rahat operasyon yapacağı vasatı sağlamış olacaktı. Talih iki seferdir, kendi sınırları dışındaki Kürtleri Erdoğan’ın emellerinden korumuştu.
30 Eylül 2013’te Erdoğan yeni bir demokratikleşme paketi açıkladı. Artık W,Q,X harflerinin kullanımını serbest olacak, okullarda “andımız”kaldırılacak, kamuda üniformalı meslekler hariç başörtüsü serbest olacak, özel okullarda anadilde eğitim mümkün olacak, köy isimlerini değiştirilmesi İçişleri Bakanlığı’nın onayına bırakılacak, toplantı ve gösteri yürüyüşlerinde hükümet komseri uygulamasına son verilecek, partilerde eş başkanlığa izin verilecek, bir il üniversitesinde Roman Dili ve Enstitüsü kurulacaktı.
2013 yılın Kasım ayının ortasına kadar, iktidarın en önde gelen temsilcilerinin ağzından dökülen Türkçe Olimpiyatları güzellemelerinin, “gel artık bitsin bu hasret” yakarmalarının, AKP ile Fethullah örgütü arasında yaşanan müthiş itişmenin üstünü örtmek üzere kullanılan sahte sevgi sözcükleri olduğunu kimse tahmin edemezdi. Büyük bir ihtimalle, iktidarın en tepesindeki bir kaç kişi hariç iktidar partisinin yetkilileri de ne olup bittiğinden haberdar değillerdi.
Ülke bir taraftan çözüm süreci ile, diğer taraftan Suriye’den gelen şiddet haberleri ve mülteciler ile meşgul iken hükumetin dershanelerle ilgili yeni bir kanun tasarısı hazırladığı haberleri basına düşmeye başladı. Dershaneler, Fethullah Örgütü’nün, Anadolu’nun en ücra köşesine kadar ulaşarak en yetenekli çocukları keşfedip onları iyi okullarında okuttuğu daha sonra bir kısmını bürokraside, bir kısmını da Dünya’nın değişik köşelerindeki okullarında istihdam ettiği sistemin en kritik temel taşıydı. Bu kaynak kurursa sistem çok dayanmaz ve kurumaya başlardı. Tahmin edilebileceği üzere Gülen örgütünün gazetesi Zaman çok sert bir kampanya süreci başlattı. Gerilim artıyordu. 28 Kasım 2013 tarihinde Taraf gazetesinde Mehmet Baransu, iktidarın askerler karşısında en güçsüz olduğu dönemde, Ağustos 2004’te yapılan MGK toplantısında alınan karara atfen “Gülen’i bitirme kararı 2004’te MGK’da alındı” haberini yaptı, kararların altında Başbakan Erdoğan ve Dışişleri Bakanı Abdullah Gül’ün imzaları vardı. Yalçın Akdoğan “2004 MGK kararı yok hükmündedir” dese de Gülen medyası ikna olmuyordu. Diğer taraftan da Erdoğan, 2004 MGK belgesini açıklamanın “vatan hainliği” olduğunu söyleyerek gerilimi düşürmüyordu. Dershane krizi nedeniyle AKP’den İlk istifa 30 Kasım’da milletvekili İdris Bal’dan geldi. 15 Aralık’ta da milletvekili Hakan Şükür partisinden istifa etti. İki gün sonra, Türkiye’yi hukuki, idari, siyasi, diplomatik açıdan alt üst edecek olan 17-25 Aralık süreci başladı. Süreç boyunca ortaya saçılan sesli ve görüntülü kayıtları yayan, onlar üzerinden kampanyayı harlayan ve siyasi sonuç oluşsun diye canla başla uğraşanlar Fethullah örgütüne mensup çevrelerdi ve operasyonu da onlara bağlı yargı ve emniyet mensupları yürütüyordu. Artık bu kavga iki taraftan birinin tamamen tasfiyesiyle ancak bitecekti. 17-25 Aralık kavgası yaşanırken, iktidar kanadından ilginç bir açıklama geldi; 24 Aralık’ta Yalçın Akdoğan, Ergenekon davalarını Fethullah örgütünün milli orduya kumpası olarak tanımlıyordu. Bu yaklaşım, Mart ayında tüm Ergenekon hükümlülerinin serbest bırakılmasıyla sonuçlanacaktı.
Başbakan, bakanlar, onların aile fertleri, bürokratlar ve iktidara yakın iş adamlarıyla ilgili sesli görüntülü kayıtlar alınmış, her yerden kayıt dışı para görüntüleri, dudak uçuklatan rüşvet ilişkileri, imar yolsuzlukları ile yaratılan ve devredilen haksız kazançlar, ihale tezgahları, iktidarın kendine bağlı medya oluşturmak için kurduğu havuz sistemi, doğrudan başbakan üzerinden medyada sansür ve denetim sistemi kurulması gibi bir çok yanlış bir hafta boyunca toplumun vicdanına boca edilmişti. Her gün internete düşen yeni ses ve görüntü kayıtları ve istifalar ve gözaltılarla toplum şok içindeydi. Süreç ilerledikçe İran ambargosunu delmek için yapılan altın ticareti ve kamu bankaları üzerinden yapılan para transferleri, Suriye’ye gönderilen silahlar ve nihayetinde Dışişleri Bakanlığı’nın sağır odasındaki Gn. Kur. 2. Bşk Bşk, MİT Müsteşarı ve Bakan’ın Suriye’ye operasyonu konuştukları toplantı kayıtlarının da servis edilmesiyle işin rengi iyice değişmeğe başlamıştı. Toplumun hatırı sayılır kısmı, rüşvet, yolsuzluk, haksız servet transferi, imar talanı vs gibi iddiaların doğruluğuna inanıyor, ama bunların, biriktirilerek birden boca edilmesini, helal süt emmiş bir grup yargı ve emniyet mensubunun, sistemi temizlemek için değil sisteme çökmek için yaptıkları bir operasyon olarak görüyordu. Hele operasyonların Suriye ve İran’a dönük kısımlarının da iyice belirginleşmesiyle, iktidarın ABD merkezli bir operasyona marız kaldığı inancı pekişiyor ve AKP seçmeni partisinin arkasında iyice kenetleniyordu. Nitekim tüm bu alt üst oluşun hemen akabinde yapılan 30 Mart 2014 yerel seçimlerini de AKP neredeyse yara almadan %43 oy alarak 1. olarak bitirdi. Fethullah örgütü ise, daha sonra 2015 Genel Seçimleri’ne Hakan Şükür, Ali Fuat Yılmazer, Yakup Saygılı, İlhan İşbilen, Yurt Atayün ve Nazmi Ardıç gibi çoğu tutuklu polis şeflerinin bağımsız aday olarak sokacak ama hiç bir varlık gösteremeyecekti. Tahmin edileceği üzere, yolsuzlukla suçlanan 4 Bakan, 2015 yılın 20 Ocak’ında TBMM tarafından yapılan Yüce Divan oylamasında aklanacaklardı.
2014 Newroz’u, 17-25 Aralık’ın tozu dumanı içinde ve yaklaşmakta olan 30 Mart Yerel seçimlerinin gölgesinde kutlandı. Neredeyse Kürt sokağı dışında ülke genelinin dikkatini pek çekmemişti. Öcalan’ın mektubu yine Diyarbakır’da okundu. Barış, birliktelik, müzakere için yasal çerçeve ihtiyacı, hasta tutukluların serbest bırakılması, sürecin temiz bir dille yürütülmesi, Rojava kazanımları ve darbe olasılığına dikkat edilmesi konularına değiniyordu.
2014 yılı, 17-25 operasyonlarının baskısı altında yapılacak iki seçimin yaşanacağı yıldı. Erdoğan, senenin ilk seçimini, 30 Mart Yerel Seçimleri’ni yara almadan % 43’le, birinci olarak bitirmişti. 2. seçim, Cumhurbaşkanlığı Seçimi, 10 Ağustos’taydı; bu seçimi tarihi kılan, ilk defa bir cumhurbaşkanının doğrudan halkoyu ile seçilecek olması idi.
3 Genel Seçimi, 3 Yerel Seçimi ve 2 Referandum’u üst üste, gücünü kaybetmeden kazanmış, toplumsal desteğini geleneksel tabanının dışına taşırabilmiş, Fethullah örgütünün desteği ve AB ile geliştirdiği ilişkiler ile müesses nizamın sahiplerini tasfiye etmiş, Arap Baharı’nın önüne çıkardığı tarihi imkanla dış ilişkilerini Batı’nın yanı sıra Müslüman Dünya ile de çeşitlendirmiş, yürüttüğü Barış Süreci ile Kürt sokağının sempatisini kazanmış ve iktidarına ortak olan Fethullah örgütünü tasfiye etmiş bir siyasetçi olarak devletin artık neredeyse ortaksız tek sahibi olmasını Cumhurbaşkanlığı ile taçlandırmak istiyordu. 10 Ağustos’u da yaklaşık % 52 ile birinci tamamladı. Hükumetin başında Davutoğlu, Devletin başında kendisi vardı.
10 Ağustos, Kürt siyasi hareketi açısından da önemli sonuçlar doğurdu. Seçimleri 3. sırada bitiren Demirtaş, kampanya performansıyla, hem geleneksel parti tabanı dışından oy getirmiş hem de daha önceleri %10 seçim barajı korkusuyla parti olarak değil bağımsız adaylarla seçime giren hareket 2015 seçimlerine parti bayrağıyla girecek özgüvene kavuşmuştu. Nitekim HDP, 7 Haziran Genel Seçimleri’ne parti olarak girecek ve %13,1 oy ile 80 milletvekili alarak tarihi bir başarı kazanacaktı.
2014 yılının Çözüm Süreci gündemi, ülke içi rutin görüşme ve gelişmelerden ziyade, PYD’nin inşa etmeye çalıştığı sistem, Rojava genelinde Türkiye’nin istediği doğrultu yerine görece bağımsız hareket etmesi, Suriye muhalefetine eklemlenmemesi, teritoryal hakimiyetine odaklanması, Kobani direnişi, Salih Müslim, IŞİD, ABD’nin Suriye sahasına doğrudan müdahalesi ve Kobani olaylarının ülke içindeki travmatik sonuçları üzerinden konuşuldu.
2015 yılı da 2014 gibi bir seçim yılıydı. Bu sefer Genel Seçimler yapılacaktı. 17-25 Aralık, belki Barış Sireci’nin de etkisiyle AKP’yi çözememişti, ama artık süreç tökezlemeye başlamıştı. Her ne kadar silahlar konuşmuyor ve çatışmasızlık hali devam ediyor olsa da iç siyasetin dili sertleşmeye başlamıştı. Suriye’de işler AKP’nin değil daha çok Kürt hareketinin istediği şekilde gelişiyordu. İlk defa parti kimliğiyle seçimlere girecek olan Kürt siyasi hareketi, resmen muhatap alındığı Barış Süreci’nin de sağladığı prestijle avantajlı görünüyordu. Nitekim barışın egemen olduğu 7 Haziran’da, HDP seçimlerden %13 AKP ise tek başına iktidar sayısını kaybederek %41 alacaktı ama 3 ay sonra çatışmaların başladığı şiddetin çığırından çıktığı, Çözüm Sireci’nin bittiği dönemde girilecek olan 1 Kasım Seçimleri’nde AKP %49,5, HDP ise %10,8 alacaktı. Yani barış ve sükunet HDP’ye, çatışma ve şiddet ise AKP’ye yarıyordu.
2015 Ocak ayı’nın neredeyse tek gündemi Kobani’ydi. 26 Ocak’ta Kobani’nin IŞİD’ten kurtarıldığı resmen ilan edildi. 1 Şubat’ta YSK, 7 Haziran Genel Seçimleri’nin takvimini açıkladı. Siyaset artık tüm dikkatini doğal olarak seçime yoğunlaştıracaktı. Çözüm Süreci, Türkiye’nin geneli açısından seçimin konularından biriydi, önemliydi, ama başka konuları da vardı Türkiye’nin. Suriye meselesi ise, biraz da yeni Başbakan Davutoğlu’nun etkisiyle, Kürt sorunundan bağımsızlaştırılarak yeni-Osmanlı perspektifinden tartışılıyordu.
Türkiye’nin kendi sınırları dışındaki tek kara parçası olan Süleyman Şah Türbesi, Halep ilinin Karakozak Köyü sınırları içinde yaklaşık 10 dönümlük arazide bulunuyordu IŞİD saldırılarından zarar görmemesi için 22 Şubat 2015’te, Şah Fırat Operasyonu ile daha güvenli bir yer olan Suriye sınırları içindeki Eşme’ye nakledilmişti. Operasyon için o günlerde Ankara’da bulunan Kobani Kantonu Başbakanı Enver Müslim’in resmi bir heyetle görüştüğü ve IŞİD’e karşı YPG’nin de operasyonda görev alan TSK mensuplarıyla koordineli tutum aldığı basında dile getiriliyordu.
Şah Fırat Operasyonu’ndan 1 hafta sonra, Erdoğan’ın geldiği siyasi gelenek açısından önemli bir tarih olan 28 Şubat’ta; ki o tarihte Başbakan Erbakan, MGK toplantısında Cumhurbaşkanı, Genelkurmay Başkanı ve Kuvvet Komutanları’nın zoruyla kendini inkar edecek kararlar almaya ve sonunda istifasına kadar gidecek sürece zorlanmıştı; Dolmabahçe Sarayı’nda, Çözüm Süreci’nin başarıyla bir programa bağlandığının açıklanacağı en önemli basın toplantısı yapıldı. Toplantıya hükumet adına, Başbakan Yardımcısı Yalçın Akdoğan, İçişleri Bakanı Efkan Ala, AKP Grup Başkan Vekili Mahir Ünal ve Kamu Güvenliği Müsteşarı Muhammed Dervişoğlu, HDP adına da İmralı Heyeti üyeleri İdris Baluken, Pervin Buldan ve Sırrı Süreyya Önder katıldılar.
Sırrı Süreyya Önder, Öcalan’ın, 10 maddelik, özgür vatandaşlığın yasal ve demokratik güvenceleri, demokratik çözümün boyutları, Çözüm Süreci’nin sosyo ekonomik boyutları, kimliklerin tanınması ve kadın, ekolojik temelli yaklaşım esasıyla yapılacak yeni anayasa ilkeleri üzerinde mutabık kalınmasıyla bahar aylarında PKK’yi silah bırakma kongresi toplamaya davet eden mesajını okudu.
Yalçın Akdoğan görece kısa bir açıklama yaparak, silah bırakma çağrısının önemini, yeni anayasanın gerekliliğini, sürecin tamamlanması konusunda hükumetin kararlılığını ifade etti. 1 Mart’ta da KCK Eş Başkanlığı, Öcalan’ın silah bırakma çağrısının tarihi önemine vurgu yaparak hükümet üzerine düşeni yaparsa kendilerinin de sorumluluklarını yerine getireceklerini açıkladı. 11 Mar’ta Erdoğan, Öcalan’ın silah bırakma çağrısının önemini ve uygulamaya konmasını beklediklerini açıkladı. 17 Mart’ta Erdoğan’ın ayarlarını bozan, Demirtaş’ın “seni başkan yaptırmayacağız” çıkışı geldi. 18 Mart’ta Yalçın Akdoğan, İzleme Heyeti’nin Akil İnsanlar içinden seçilecek 5-6 kişilik grup olacağını, isimler netleşmeden spekülasyon yapılmaması gerektiğini açıkladı. 20 Mart’ta Erdoğan, İzleme Heyeti’nden haberinin olmadığını ve bu olaya olumlu bakmadığını, sürecin İstihbarat Teşkilatı üzerinden yürümesi gerektiğini açıkladı. 22 Mart’ta da, Dolmabahçe toplantısını doğru bulmadığını açıkladı.
Ardından, 21 Mart 2015’te, Öcalan’ın Newroz mesajı geldi. Mesajda, silahlı mücadelenin sürdürülemezliği, barış ve demokratik çözümün gerekliliği, Dolmabahçe’de vurgulanan 10 maddelik ilkeler temelinde yeni sürecin başlatılması ve “parlamento üyeleri ve İzleme Heyeti’nden teşkil edilen bir Hakikat ve Yüzleşme Komisyonu’ndan geçerek bu kongreyi (silah bırakma kongresi) başarıyla realize” ederiz temennisi ile ortak yürütülerek başarıldığı iması verilen Şah Fırat Operasyonu’na atfen “Eşme Ruhu”na vurgu yapıyordu.
21 Mart’ta, Başbakan Yrd Bülent Arınç da konuşuyor ve Erdoğan’ın İzleme Heyeti’ne karşı olmasını basın önünde ifade etmesini doğru bulmadığını, bu yaklaşımın hükumeti yıprattığını ve sürece dair tereddüt oluşturduğunu, İzleme Heyeti konusunda kararlı olduklarını, 63 kişilik Akil Heyet içinden isimleri netleştirmek üzere olduklarını, Erdoğan’ı sevdiklerini ama Erdoğan’ın da hükumetin sorumluluğunun ne olduğunu bilerek konuşması gerektiğini, ülkeyi hükumetin yönettiğini ifade eden çok sert açıklaması geldi.
Arınç’a ilk tepki, durumdan vazife çıkararak hakkındaki yolsuzluk iddialarından kurtulmak için Erdoğan’ın gözüne girmek isteyen Melih Gökçek’ten geldi. “Paralel Yapı’nın talimatıyla Cumhurbaşkanı’na saygısızlık yapan Arınç” istifa etmelidir çağrısı yaptı. Arınç da, 23 Mart’ta, Gökçek hakkında ağır hakaretler ettiği, “Ankara’yı Paralel Yapı’ya parsel parsel sattı” çıkışını yaptı. Nitekim, Gökçek, Arınç’a doğrudan saldırarak Erdoğan’a sadakatini göstermesin bir faydasını da göremeyecek ve yolsuzluk iddiaları ve sevimsiz hırçın tarzıyla siyasi bir yüke dönüşmüş olarak görev süresinin bitmesine 1,5 yıl kala, 28 Ekim 2017’de Erdoğan tarafından zorla istifa ettirilecekti.
Anlaşılan Erdoğan, İzleme Heyeti konusunda ya bilgilendirilmemiş ya ikna edilmemiş ya da Süreç’e üçüncü bir aktörün yani İzleme Heyeti’nin katılmasının, kontrolün tamamen kendi elinden çıkması anlamına geldiğini gördüğü için hükumeti çiğneme pahasına, hükumetin kamuoyu önünde taahhüd ettiği bu kurumun oluşmasına karşı çıkıyordu.
Hızla 7 Haziran Seçimleri’ne doğru gidiliyordu. Siyasetin tüm dikkati seçime odaklanmıştı. İktidar, bir yandan Çözüm Süreci gibi kadim bir soruna el atmış diğer yandan da Süreç’in kendisi açısından siyasi maliyete dönüşmemesi için kamuoyu araştırmalarıyla sokağın nabzını ölçüyor ve elde ettiği girdilerle doğrultusunu yeniden ve yeniden revize ediyordu. Milletvekili listelerinin YSK’ya teslim edileceği günlerde, 11 Nisan 2015’te ilk silah patladı ve ilk ölümler yaşandı.
Ağrı Diyadin ilçesinde, daha önce PKKl’ilerin bulunduğunun herkesçe bilindiği dağlık araziye HDP’liler Fidan Dikme Şenliği kapsamında gezi planlıyor, şenliğin düzenleneciği günün erken saatlerinde, sabaha karşı 03:00’te helikopterle bölgeye asker indiriliyor ve çıkan çatışmalarda 5 PKK’li öldürülüyor, 1’i yaralı kurtuluyor, 4 de asker yaralanıyordu. Gün ağarınca şenlik için bölgeye gelen HDP’liler yaralı askerlerin taşınmasına yardım ediyorlardı. HDP’lilerin PKK’lilerle buluşmasını engellemek için yapılan operasyonun, silahların bırakılacağının ilan edildiği bir vasatta düzenlenmesi, düşündürücüydü. Olay, basında, çatışmanın önce kimin ateşiyle başladığı tartışmalarının gölgesinde ele alınıyor ama neden operasyon yapıldığı konusu küçük bir detay olarak bile gündeme getirilemiyordu. Kısacası 11 Nisan, Barış Süreci’nin bitirildiği ve çatışmalı sürecin başlatıldığının ilan edilmemiş tarihiydi.
Anlaşılan, kamuoyu araştırmları, gelinen aşama ihbarıyla Çözüm Süreci’nin AKP’ye yaramadığını, HDP’yi ise büyüttüğünü gösteriyordu . O yüzden, Erdoğan, hükümeti pervasızca çiğnemeyi göze alarak, hükumet kararı olan İzleme Heyeti’ne açıktan karşı çıkıyor, kendisine rağmen yapılmış gibi davranarak Dolmabahçe Toplantısı’nı tasvip etmediğini söylüyor, seçim sürecine çatışmalı ortamda girerek tüm insanlarda öncelikli ihtiyaç olan istikrar ve güvenlik ihtiyacının sağlayacağı avantajla 11 Nisan’da askeri operasyon başlatıyordu. Nitekim 7 Haziran tablosunun TBMM’de bir hükumet çıkarmaması üzerine ağır bir çatışma atmosferinde girilecek 1 Kasım seçimleri Erdoğan’ın öngörüsünü doğrulayacak ve AKP %49,5 gibi rekor bir oya ulaşırken HDP ise oylarını barajın biraz üstüne çıkarmakta zorlanacaktı.
7 Haziran seçim kampanya döneminde, HDP seçim bürolarına saldırılar oluyordu. KCK, bu saldırılardan AKP’yi sorumlu tutuyordu. En sarsıcı saldırı ise HDP’nin final mitingi olan Diyarbakır Miting’ine yapılanıydı. 3 kişi ölmüş, 300’den fazla kişi ise yaralanmıştı.
7 Haziran sonuçları sürprizlerle doluydu. AKP %40,8 ile 258 milletvekili alarak birinci olmuş ama ilk defa, tek başına hükumet kuracak 276 sayısına ulaşamamıştı. İktidarı şimdiye kadar paylaşmamış bir siyasi parti için kabullenilecek durum değildi. Herkes birinci partiyi mağlup parti olarak görüyordu. HDP, ilk defa kendi logosuyla seçime girmiş ve %13,1 ile 80 milletvekili alarak kendilerinin bile beklemediği bir başarı yakalamıştı.
Seçim sonuçları, AKP’li yıllarda alışık olmadığımız koalisyon turlarıyla başladı. Erdoğan seçimden birinci çıkan partisinin Genel Başkanı Davutoğlu’na koalisyon kurma görevi verdi. MHP koalisyona kesin katılmayacağını açıklayarak baştan kapıları kapadı. HDP ise AKP’li hiç bir hükumete ne içerden ne dışardan destek vereceğini, ama ülkeyi hükümetsiz bırakmayacak formüllere kapalı olmadığını söyledi. Elde CHP kalmıştı. 26 Ağustos’a kadar CHP ile sürdürülen istikşafi/oyalama görüşmeleri sonuçlandırılamıyordu. Erdoğan 1 Kasım’da erken seçim kararı alarak Davutoğlu’na 2 HDP’linin de bakan olduğu seçim hükumeti kurma görevi verdi. Daha sonra 2 HDP’li bakan beraberlerindeki 40 milletvekili ile hendeklerin kazıldığı ve sokağa çıkma yasağının ilan edildiği Cizre’ye sokulmayacak, onlar da görev yaptırılmadıkları ve çözüm masasının dağıtıldığı gerekçesiyle 22 Eylül’de istifa edeceklerdi.
Koalisyon görüşmeleri bir yandan sürerken diğer yandan Rojava’da işler Türkiye’yi rahatsız edecek şekilde değişiyordu. 15 Haziran’da Gıre Spi/Tel Abyad, YPG’nin eline geçiyor ve Kobanî ve Cizre kantonları coğrafi olarak birleşiyordu. Erdoğan bu yeni durumdan duyduğu rahatsızlığı açıkça ifade ediyor, “Suriye’nin Kuzeyinde devlet kurulmasına müsade edemeyiz” diyordu.
Bı sırada İmralı Heyeti Öcalan’la görüşmek için izin başvurusunda bulunmuş ama izin alamamıştı. 14 Temmuz’da Karayılan, Çözüm Süreci ve ateşkesin ara dönemde olduğunu, kurulacak hükümetin durumuna göre tavır alacaklarını söylüyordu. KCK Eş Başkanı Bese Hozat görüşmeler sonuçsuz kalırsa yeni sürecin devrimci halk savaşı süreci olacağını söylüyordu. 20 Temmuz’da Suruç’ta IŞİD eylemiyle 34 HDPli genç katlediliyor, 22 Temmuz’da, PKK’nin önce üstlendiği sonra reddettiği Ceylanpınarı infazında 2 polis memuru evlerinde katlediliyordu. 24 Temmuz’da ise F-16lar havalanıyor ve Irak Kürdistanı’ndaki PKK hedefleri bombalanarak çatışmasızlığın bitirildiği ve “sınırlarımız içersinde tek terörist kalmayıncaya kadar mücadelemize devam” noktasına geri dönülmüş oluyordu.
1 Kasım Genel Seçimleri, Çözüm Süreci’nin bitirildiği bu hercü merç içinde yapılmış, AKP oylarını %49,5’a çıkarmış HDP ise, %10,8’e düşürmüştü. Sonunda geldiğimiz yer, intihar saldırıları, karakol baskınları, sınır ötesi harekatlar, ne olduğu anlaşılamayan, anlatılamayan öz yönetim ve demokratik özerklik ilanlarına karşılık sokağa çıkma yasakları, Cizre, Sur, Nusaybin, Silvan gibi büyük ilçelerde yaşanan hendek barikat savaşları, yerle bir olan şehirler, öldürülen siviller, bodrumlarda yakılan gençler, kayyım atanan belediyeler, dokunulmazlıkları kaldırılıp cezaevlerine atılan milletvekilleri, parti eş genel başkanlarıydı. Ülke öylesine karanlık bir dehlize girmişti ki, bu dehlizin sonu 15 Temmuz’a, kimsenin hukuk güvencesinin kalmadığı fiili anayasasızlık hali olan KHK düzenine, oradan da Başkanlık rejimine çıkacaktı. Ve tüm bunların bileşkesi, sadece ülkede değil tüm bölgede de kan, gözyaşı ve korkunç bir yoksulluk olacaktı.
Fotoğrafın tamamına baktığımızda, Arap Baharı geldiği nokta itibarıyla Erdoğan’a bölgesel liderlik imkanı sağlayamamış, Bahar’ın etkisiyle Suriye’nin Kuzey’inde kurulması muhtemel Kürt siyasal entitesi uluslararası konjonktürün de etkisiyle engellenememiş, çözüm süresince yapılan bazı demokratik reformlar Kürt sokağında Erdoğan’a belli bir sempati getirmiş, bu vesileyle kendisini Kemalist vesayetten kurtaran ve iktidarına zoraki ortak olan Gülenist vesayetten kurtulmayı başarmış, girdiği seçimleri kazanmış ve başkan olmuştu.
Çözüm Süreci boyunca kendini ahlaki/hukuki olarak bağlayacak hiç bir metne imza atmadığı gibi sürecin sorunsuz yürümesi için gerekli hiç bir mekanizmayı da, İzleme Heyeti gibi, kendi hükumetini çiğneme pahasına, kurmamıştı, çünkü sürecin beklediği şeyleri sağlamayacağını sezmişti.
Artık Çözüm Süreci’ne ihtiyacı yoktu. Ta ki, yeni zorunluklar kapıya dayanıncaya kadar.