• Ana Sayfa
  • Gündem
  • Ali Bayramoğlu: Devletin başlattığı bu sürecin gittiği yer masadır

Ali Bayramoğlu: Devletin başlattığı bu sürecin gittiği yer masadır

“İkinci önemli unsur masada buluşabilmektir. Şimdi Türkiye’de yaşanan bu süreçte masada buluşmayı gündeme getirmezsek Kürt sorunu çözülmez, PKK sorunu çözülür; o da ne kadar çözülür göreceğiz. Yani bu sürecin gittiği yer masadır ya da dolaylı bir şekilde mutlaka tarafların, muhatapların karşı karşıya oturup konuşmasıdır.”

Ali Bayramoğlu: Devletin başlattığı bu sürecin gittiği yer masadır
Ali Bayramoğlu: Devletin başlattığı bu sürecin gittiği yer masadır
Faruk Eren
  • Yayınlanma: 27 Ekim 2024 12:00
  • Güncellenme: 29 Ekim 2024 18:06

Çözüm sürecinin ‘Akil İnsanlar Heyeti’nde yer alan akademisyen ve gazeteci Ali Bayramoğlu, Bahçeli’nin çıkışıyla başlayan yeni süreci “devletin kimi taleplerine karşılık verilip verilmeyeceği ile ilgili bir süreç olacak diye düşünüyorum” diye değerlendiriyor. Bayramoğlu’na göre devletin esas kaygısı Türkiye’yle ilgili değil, Suriye ve Irak’la ilgili…

Türkiye kritik bir süreçten geçiyor. MHP lideri Devlet Bahçeli bir süre önce DEM Parti grubu ile tokalaştı. Ardından da kimsenin tahmin etmediği bir çıkış yaparak PKK lideri Abdullah Öcalan’ın tecridinin kaldırılmasını ve meclise gelip DEM Parti grubunda konuşmasını önerdi. Bu süreci ve ardından gelişenleri akademisyen ve gazeteci Ali Bayramoğlu ile konuştuk.

Devlet Bahçeli yerine herhangi birimiz tecrit kaldırılsın, Öcalan Meclis’e gelsin konuşsun desek -ki bir süre önce gazeteci Merdan Yanardağ tecridi eleştirdiği için bu oldu- biz herhalde hapse girerdik. Bu süreci nasıl değerlendiriyorsunuz?

Çok haklısınız. Türkiye, siyasal rejim açısından en otoriter, totaliter, faşizan dönemlerinden birini yaşıyor. Anayasa ortada; bir kuvvetler birliği anayasası. Üstelik yasalara da uymadan yönetilen bir Türkiye’de yaşıyoruz. Her türlü itiraz, iktidarın keyfine bağlı olarak bir soruşturma, bir gözaltı, bir tutuklama olarak geri dönebiliyor. Şimdi böyle bir dönemde bunun olması kayda değer. Bunu kimse söyleyebilir miydi? Hayır. Eskiden söyleyebildiğimiz şeyleri telaffuz bile edemiyoruz. Böyle bir dönemde bunları telaffuz edebilecek en son adam telaffuz etti, yani Bahçeli. Belki Bahçeli’nin telaffuz ediyor olması bize birkaç şey birden söylüyor. Bahçeli sadece kendisini temsil etmez; Bahçeli aynı zamanda devleti temsil eder, adı gibi. Bahçeli devletle muhafazakarlar arasındaki en kuvvetli bağdır. Bahçeli’nin itiraz etmeyeceği bu tür bir durum gerçek olabilir. Diğer bir boyutu ise bunu Bahçeli telaffuz ediyorsa burada bir demokratik hassasiyet veya niyet aranmaktan çok ‘kendisine göre’ bir milli fayda, bir siyasi fayda, bir ‘beka sorunu’ içinde bunu ifade ediyor olması gerekir diye bir yorum yapılabilir. Hatta Bahçeli’nin böyle bir şeyi ifade edebilmesi ancak bu koşulda mümkün algısı söz konusu olduğu için toplumda reaksiyon büyük olmaz, ‘satın alma’ kuvvetli olur. Tabii ki tabuları kıran kişi kuralları koyanla aynı olduğu zaman çok büyük sorun olmaz.

Ali Bayramoğlu ve Faruk Eren

Bu konuda en radikal, en keskin, en Kürt hareketi düşmanı –Kürt düşmanı dememek için bunu söylüyorum ama o boyutu da yok değil – bir kişinin bunu söylüyor olması bir temenni ötesinde daha ilk günden itibaren bir projeyi, bir niyeti akla getirdi. O andan itibaren sorular sormaya başladık: neden? Bu sorulara pozitif, negatif, destekleyici ya da karşı çıkan tavırlar alındı. Yani iktidarın iç siyasi faydası olabilir diye itiraz edenler oldu; yani cumhurbaşkanlığı seçimleri, anayasa değişikliği, Erdoğan’ın yeniden seçilmesinin önünün açılması ve bu adımların bu niyetle atıldığı gibi itirazlar dile getirildi. Ben böyle olduğunu pek sanmıyorum, bu kadar büyük bir çıkış için bunlar çok küçük şeyler. Diğer taraftan dile getirilen husus yeni bir ‘güvenlik’ ihtiyacı. Yani yeni bir açılım söz konusu olabillir, ama bu açılım Kürt sorununun kendisini çözmek, yani Kürtlerin talepleri etrafında oluşan sorunu çözmekten çok, Kürt tarafına silah bıraktırma ya da Kürt tarafını daha ‘evcil’, daha ‘ehli’ hale getirecek bir hamle yapmak gibi bir çerçevede de ele alınabilir. Yani bu ikinci ihtimal dış dinamiklerin gerektirdiği yeni bir ‘güvenlik stratejisi’ çerçevesinde Türkiye’nin böyle bir adım atması olarak değerlendirebilir. Her iki ihtimal de doğru olabilir bunu bilmiyoruz, ama ikinci ihtimal daha akla yakın görünüyor. Durup dururken nereden çıktı bu, başka bir tabirle, eniştem beni niye öptü? Durup dururken böyle şeyler olmaz. Hiçbir çözüm süreci dünyanın hiçbir yerinde durup dururken olmamıştır. Örneğin, Güney Afrika’da ambargo mahvetmiştir Güney Afrika Cumhuriyeti’nin ekonomisini. Ya bu şekilde zorlanır devletler, ya da şiddet öyle boyutlara çıkar ki dayanılmaz hale gelir.

Hemen herkes bir ‘provokasyon’ ihtimalinden çekindiklerini dile getiriyor. Bahçeli’nin açıklamaları üzerinden neredeyse 24 saat geçmeden Ankara’da bir saldırı gerçekleşti. Önümüzdeki süreçte bu gibi şeyler beklenebilir mi?

Muhtemel tabii. Hatırlarsanız Oslo sürecinin ortaya çıkması, ondan öncesi her şey ılıman bir şekilde ilerlerken bir anda Silvan’da 13 askerin öldürülmesi, Habur olaylarından sonraki bazı şiddet hareketleri ve benzerleri bu tür çatışma çözümü süreçlerinin ayrılmaz parçaları. Çünkü bu tür çatışma çözüm süreçleri çok aktörlüdür. Tek bir tarafın da çok parçası oluyor; Kandil, Öcalan, DEM veya diğerleri gibi. Devletin de çeşitli parçaları ve dış aktörler de devrede olabiliyor. Bunlar bu süreci yönlendirmek için çeşitli eylemler yapabiliyor. Biz bunların tarihine tanığız. Ceylanpınar’da polislerin öldürülmesi de buna örnek verilebilir. Ankara’daki olay olduğu zaman hepimizin en büyük endişesi buydu; her şey bir istikamete doğru giderken yine ortalığı karıştıran bir adım atıldı endişesi. Tabii bu adımı kimin nasıl attığı da çatışma çözümü tartışmalarının bir parçası.

Bir çıkış da Cumhuriyet Halk Partisi’nden geldi. Özgür Özel hem Selahattin Demirtaş’ı ziyaret etti hem de Bahçeli’nin Öcalan çıkışının ardından meclis kürsüsünden ‘Analar ağlamasın’ diyerek sürece destek vereceklerini ifade etti ve hemen ardından Diyarbakır’a gitti. Siz bunu nasıl değerlendiriyorsunuz?

Bu soruyu iki boyutuyla beraber ele alalım. Bir kere CHP bu konuda kavruktur; yani söyler ama söyleyemez, yapar ama yapamaz, yani Kürtleri sever, Kürtler tutuklanınca hapishaneye ziyarete gider, tutuklamayın der. Fakat hala 2015’te yazdığı Kürt belgesi dışında Kürt meselesiyle ilgili resmi bir evrakı, açık bir tutumu, hatta açık bir tanımı yoktur. Dokunulmazlıkların kaldırılmasına verdiği destekle Türkiye’de asayiş ikliminin oluşmasına büyük katkı veren bir siyasi parti oldu CHP. Ama ondan sonra Kemal Kılıçdaroğlu’nun “muhatap HDP’dir” demesi, bazı baskılar karşısında Kürtlerin yanında durması pozitifti. Milliyetçi dokuyla başlayan böyle bir açılım iklimi CHP’nin de elini rahatlattı. Özgür Özel kalktı, ‘Öcalan ile yetinmeyelim, toplumsal sözleşmemizi de gözden geçirelim, Türkler ve Kürtler bir arada nasıl bir cumhuriyette yaşayabilir’ gibi bir laf söyledi. Daha ilk anda bile bunun pozitif etkisi görülebiliyor.

Sürecin bundan sonraki gidişatına dair ne gibi öngörüleriniz var?

Bu devletin denetiminde bir süreç olacak bir anlayabildiğim kadarıyla; bu bir müzakere, pazarlık, al-ver süreci değil, devletin kimi taleplerine karşılık verilip verilmeyeceği ile ilgili bir süreç olacak diye düşünüyorum. Devletin talebi örgütün lağvedilmesi, silahların bırakılmasıdır. Buna karşılık siyasetin önünün açılması için devletin yapabileceği şey Öcalan’ın bir tür tahliyesi ya da daha iyi koşullarda yaşamasıdır. Şu an için daha devlet stratejisi merkezli bir süreç.

Burada önemli olan hususlardan bir tanesi, onun da altını çizmek lazım, Bahçeli Kürt hareketinin parçalarının çok farkında olan bir devlet temsilcisi olarak konuştu; Edirne, Kandil, Öcalan ve DEM Parti… Bunlardan ikisini dışarı koydu -Edirne dahil- ve Öcalan merkezli bir hamle başlattı. DEM’i de Öcalan’a desteğe davet etti.

Bahçeli’nin bu hamlesi dört parçadan oluştuğunu gördüğümüz Kürt hareketinin içerisinde bir seçme yaparak DEM ve Öcalan üzerinden örgütü sıkıştıracak, örgütün ‘hayır’ diyebileceğini veya ‘Biz ne olacağız? Rojava ne olacak?’ gibi sorular etrafında mesafeli durabileceğini versayarak bir stratejinin izdüşümünü de bize verdi. Şu an itibariyle daha tek taraflı gözüken, esas olarak silah bıraktırmaya dayalı ve bundan sonra siyasetin önünün açılmasını ve Öcalan’ın serbest bırakılmasını öngören bir başlangıç pakedi var.

Bu sürecin gidişatını etkileyen en kritik faktör ne olabilir?

Şu anda Türkiye’nin temel meselesi içeride değil. İç sahada müthiş bir baskıyla Kürt sorununu telaffuz edenler bile hapse atılıyor. Peki Türkiye’nin temel meselesi ne? Rojava. Hala Rojava ve Irak’taki Kürt varlığı Türkiye için çözülmemiş ve çözülmesi gereken bir güvenlik meselesi. Bu güvenlik meselesine iki yoldan gidebilirsin. Ya silahlarla ya da siyasetle. İkinci yol, yani demokratik yöntemlerle temas kurmaktan geçer. Bu da silahsızlanma fikri üzerinden yeni bir denge, yeni bir anlaşma, yeni bir alışverişi ortaya çıkarabilir. Ben şu anki sürecin konjonktürünü böyle görüyorum.

Devletin bir tarafı tehditle, palayla, öbür taraf biraz daha yumuşak şekilde ilerliyor, İYİ Parti elinde idam ipi sallandırıyor, bu da ayrı bir sorun. CHP içerisinde Mansur Yavaş gibi cumhurbaşkanlığı adaylığında ismi geçen, eski MHP kökenli biri ‘Nereden çıktı bu iş?’ diyebiliyor. Devletin içinde de farklı yaklaşımlar mevcut, yani devlet dediğimiz tek şarkıyı tek ağızdan çıkaran bir koro değil; bir sürü bozuk ses çıkabilir. Dolayısıyla hassas bir dönem, bu hassas dönemin kritik noktası ise Rojava; sorunun Rojava’da nasıl çözülebileceği, Türkiye’nin orada bir adım atıp atmayacağı, örgütün orada yol alıp almayacağı…

Kabul edelim ki Kürt hareketi yıllardır varlığını sürdüren bir hareket olarak silah bırakarak Rojava’daki gücünü, konumunu, kontrolünü terk ederek, Bahçeli’nin tek sözüne güvenerek yol alır mı? Yani ilk çözüm sürecini dış faktörler alt üst etti, bunu da dış faktörler ya destekler ya alt üst eder. Bunun için toplum fikrinden çok ‘belirleyici güçler’ fikrine bakmamızın daha doğru olduğunu düşünüyorum.

Katı bir tecritten sonra ilk kez yeğeni ve DEM Parti milletvekili Öcalan’ı ziyaret etti… Uzun bir aradan sonra Öcalan’dan gelen ilk mesajı nasıl okudunuz?

Saldırının olduğu saatlerde Ömer Öcalan İmralı’a görüşmedeydi. Öcalan’ın verdiği mesaj da çok açık, ‘Ben yapabilirim ve yaparım, yeter ki koşullar oluşsun’ diyor. Ziyaretle aynı gün gerçekleşen saldırıyı örgüt, örgütün içinde daha radikal bir grup ya da serbest gezen bir takım uyuyan hücreler yapmışsa bu da bir soruyu akla getirir: Bundan sonra Kürt hareketinin parçaları arasındaki ilişki nasıl olacak? Bu ön plana çıkan bir soru. Öcalan’ın çağrısı nasıl bir karşılık bulacak? Öcalan devletten gelen örgütün koşulsuz lağvedilmesi veya silah bırakma talebini nasıl karşılayacak? Örgütün içinde başka parçalar var mı? Ama bu saldırıdan hareketle şimdi, hemen sorulacak temel soruların bunlar olmadığını düşünüyorum. Saldırıyı veri alıp çok büyütürsek ‘Kim engelliyor?’ kısmına takılırız. Biri var… Ama biz esasa odaklanalım. Selahattin Demirtaş’ın saldırı sonrası gelen açıklaması önemlidir. Ömer Öcalan’ın paylaşımı önemlidir. Bunlar saldırının önüne geçiyor.

Devlet bir açılım yaptı, niyeti nedir sorusu esastır. Güvenlikçi veya politik fayda mı? Bu soru siyasi alana taşınmasına yönelik bir kapı açarsa -ki Öcalan’ın serbest kalması buna dahildir- Türkiye yeni bir umut ışığına kavuşur. Bundan sonra bir süreç başlar, ancak şimdiden bu sürecin ne yöne evrileceğini kestiremeyiz. Bu bir satranç oyunu gibi. Satrancı düşünün, oynandıkça, hamleler yapıldıkça durum değişir. Dolayısıyla devletin çizdiği proje karşılık bulmayabilir.

Şimdi Bahçeli üzerinden devlet bir çağrı yaptı, Öcalan’dan ‘ben hazırım’ mesajı geldi, top cumhurbaşkanında. Bu arada Murat Karayılan’ın Özgür Politika gazetesine -benim ikircikli olarak değerlendirdiğim- bir açıklaması oldu: ’Evet, böyle bir sürece itiraz etmeyiz, Öcalan merkezli olması önemlidir. Ama biz de buradayız, savaş da sürüyor, mücadele de ediyoruz. Yaş tahtaya da basmayız, devletin oyununa da gelmeyiz’ şeklinde hem sürece destek veren hem mesafe alarak duruma bakan ‘iki ucu açık’ bir söyleşiydi bu.

Son tahlilde Öcalan ‘koşullar’a işaret ediyor, Bahçeli ‘umut hakkı’ndan söz ediyor. DEM Parti Grup Başkan Vekili Meral Danış Beştaş’ın Meclis’in Adalet Komisyonu’nda bununla ilgili bir yasa önergesi var, bir aydır masada duruyormuş diye öğrendim. Bu adımı cumhurbaşkanı Erdoğan nasıl atacak? Velev ki pozitif bir adım attı ve tahmin edemeyeceğimiz koşullar oluştu, bundan sonra en önemli mesele başlayacak. İki tarafın önünde de iki büyük mesele olacak. Birinci mesele Kürt hareketinde bir harmoni, bir uyum sağlayabilecekler mi? Devletin verdiği ‘silahları bırakın, siyasetin önü açılıyor’ sözüne güvenebilecekler mi? Öcalan’ın bakış açısının, birinci çözüm sürecinde de ‘Hele bir siyasi alana çıkalım, ondan sonra mücadelemizi yürütürüz’ olduğunu biliyoruz. Buna karşılık örgütün tavrının ise, ‘Bizim açımızdan başta Suriye olmak üzere bir sürü kazanımımız var, bunun hakkının, hukukunun ve bu alanların pazarlığının korunmasının dikkate alınması gerekmez mi?’ gibi bir sorusu var. Yani Öcalan ile aynı istikamette olmakla birlikte farklı çerçevelerde yaklaşımlar da karşımıza çıkabilir. Dediğimiz gibi o harmoni sorusu önemlidir.

Diğer yandan başka önemli bir konu güven meselesi. Velev ki her şey yolunda gitti, şiddeti bitiriyoruz, siyasetin önünü açıyoruz dediler. Siyasetin önünü açılması ne demek? DEM Parti’nin veya Öcalan’ın tam demokratik koşullarda Kürt meselesini dile getirip bunun mücadelesini yürütebilmesi demektir. Bunu yapabilir mi bu siyasi iktidar? Bu da bir başka sınav. Tüm bunlarla birlikte ben çok pozitif bir süreç görüyorum, çatışma çözümü her biçimiyle önemlidir, tek formatı yoktur. Devlet merkezli olması beni hiç rahatsız etmiyor. Çünkü bu yol alıp biçim değiştirebilir. Zaten merhaleler bellidir. Belli ki konuşmuşlar Öcalan ile. Bunlar durup dururken olmamıştır herhalde. Öcalan ile konuşulmadan bu laflar edilmez ya da Öcalan bunları bilmeden bu lafları etmez diye düşünüyorum. ‘Koşullar oluşursa’ lafı belki konuşmaya devam etmekte olduklarını gösteriyor. Öcalan’ın istediği oluşum olmamış olabilir. Diğer taraftan Amberin Zaman’ın bir ara iddia ettiği devletin Öcalan’ı Kandil ile görüştürdüğü, aralarında bir gerilim olduğu gibi bir mesele olabilir. Belki hala Öcalan’ın Kandil ile bir teması sürüyordur. Bunları bilmiyoruz, bunlar kapalı kapılar ardında… Ancak birinci fasıla bu. Karşımızda duran ikinci engel Kürt hareketinin iç uyumu. Üçüncü engel Türk devletinin siyasetin, demokratik siyasetin hakkını verip veremeyeceği ile ilgili.

Öcalan’ın ev hapsine çıkması veya serbest bırakılması gündemde. Fakat HDP’nin eski eş başkanları içeride, onun dışında seçilmiş milletvekili Can Atalay ve yüzlerce siyasi tutuklu var. Onların bırakılmasına yönelik bir hamle olabilir mi?

Bu çok önemli. Paradoks şurada: demokrasi olmadan çözüm olur mu, çözüm hamlesi olmadan demokrasi olur mu? Yani yumurta mı tavuktan, tavuk mu yumurtadan? Bu bir etkileşim meselesi. Bu adımı attıktan itibaren karşı taraf sana ‘evet’ diyorsa açık topluma gitmen lazım. Açık topluma gitmek demek hapishanedeki tutuklulara gitmek demek, açık topluma gitmek demek otoriter kabusun kırılması demek. Bunu bu iktidar yapabilir mi? Onları göreceğiz. Ama dediğim gibi cin artık şişeden çıksın. Bu çok önemli. Eğer birinci çözüm sürecinde Öcalan’ın mektupları Diyarbakır’da okunmasaydı, bugün Bahçeli’nin ‘Öcalan mecliste konuşsun’ lafı bu kadar rahat karşılanmayabilirdi. Bunlar hep merhalelerdir, kritik aşamalardır. Şimdi böylesi bir kritik aşamadayız. ‘Sorun çözülüyor’ diyerek fazla sevinmenin bir anlamı yok, çok çetrefilli bir sorunla karşı karşıyayız. Bu Türkiye’nin sorunu, sadece Kürtlerin sorunu değil.

Çözüm süreci olarak adlandırdığımız ilk süreçten, en azından iktidarın pozisyonu açısından, farklılıklar var. Birincisi ve en şaşırtıcı olan daha önce idam ipi atan Bahçeli’nin bir çağrı yapması. Bir de çözüm süreci AK Parti’nin ve Erdoğan’ın çok güçlü olduğu bir dönemdeydi. Şu anda ise AK Parti kamuoyu yoklamalarına göre tarihin en düşük noktasında. Hatta CHP zaman zaman birinci parti olarak gözüküyor. Toplum nasıl ikna edilecek? AK Parti bir yandan inanılmaz zehirli bir dil kullandı, toplumu kutuplaştırdı, DEM Parti ile görüşeni bile ‘terörist’ ilan etti. Böyle bir süreçte toplum adeta zehirlendi. Daha önce akil adamlar heyetiyle ve Erdoğan’ın söylemleriyle bir ikna süreci yaratıldı. Şimdi bu nasıl yapılabilir?

Toplumsal iklimin çabuk oluşup çabuk dağılabileceği kanaatindeyim. Bir kere Bahçeli’nin çıkıp konuşuyor olması önemli bir fark. Birçok sağcının, bir çok muhafazakarın gözünde Bahçeli, ona oy vermeseler bile, bir beka temsilcisi. Tarihi bir ‘milletler savaşı’ olarak gören ve Türk savaşçısının arkasında duran bir aktör olarak görülen bir isim. İkinci faktörse şu; ben akil adamlık yaptığım dönemde Marmara Bölgesi’nde çok sıkıntı çektik biz, büyük tepkilerle karşılaştık. Fakat bir süre sonra yapılan anketler, araştırmalar bize toplumda çözüm sürecine yönelik pozitif bir iklim oluştuğunu gösterdi. Yani milliyetçi duygu ve tepkileri ya da sizin zehirli ortam dediğiniz şeyi bir veri almamak lazım. Bahçeli panzehir, o açıdan bakmak lazım. Yani onların konuşması, onların bu elbiseyi giymesi iklimi değiştirebilir.

Burada çok önemli başka bir şey var: Çözüm sürecini niçin yapıyoruz? Bir; bu bir hak. Özgürlük ve demokrasi için yapıyoruz. Birlikte yaşamak için yapıyoruz. Bu benim baktığım yer. Devletin baktığı yer böyle bir tanımla karşımıza çıkmıyor. Orada siyasi fayda var ve milli fayda var. Tahmin ediyorum ki şu anda Bahçeli çözüm ya da çatışmanın bitmesiyle ülkenin çıkarları, Türkiye’nin çıkarları arasında bir paralellik kuruyor. Bu da bir panzehir olabilir. Dolayısıyla toplumun burada ikna edilmesinin çok belirleyici olacağını da toplumun reaksiyonunun çok büyük olacağını da zannetmiyorum bu istikamette bir ilerleme olursa. En fazla ne olur? Oy kaybederler.  Zamanında çözüm sürecinde AK Parti bir miktar oy kaybetti. Ama şu anda tutturdukları yol bu oy kaybına da yol açar bir görüntü vermiyor.

Sonuç olarak şunu söyleyeyim, bu formatta bir çatışma çözümü sürecinde, toplum belirleyici değişken olmayabilir. Burada belirleyici etken siyasi aktörler olacaktır ve onlar toplum iklimimi şekillendirecektir diye tahmin ediyorum.

Türkiye’de ilk çözüm süreci dediğimiz dönemden o süreçte akil insanlar heyetinde yer almış bir özne olarak nasıl bir deneyim aktarımı yapabilirsiniz?

İsterseniz önce bizdeki birinci çözüm süreciyle şimdiki arasındaki ilişkiye ve farklara değinerek başlayalım. Hepimizin bildiği gibi etnik, dinsel temel çatışmalar aynı zamanda bir çözüme işaret eder. Bir çatışma varsa bir talep vardır. Bir örgüt kurulmuş, eline silah almışsa bir talebi vardır. O zaman da şunu varsaymak lazım, çatışma bile çözüme işaret ediyorsa her çatışma hikayesine paralel bir de çözüm arayışı hikayesi vardır. Türkiye’yi bu açıdan dikkate aldığımızda Özal döneminden başlatabiliriz. Hatta o dönem Özal’ın ‘federasyon bile düşünülebilir’ dediği bir noktaya bile gelindi. Daha sonra 28 Şubat oldu. Daha sonra malum Oslo yaşandı. Habur yaşandı. Bütün bunlar Türkiye’nin çözüm sürecinin bir parçasıdır, çeşitli etaplarda gerçekleşen denemelerdir. Bunun iki safhası olduğunu düşünüyorum. Birinci örtülü safha, ikincisi açık safhadır. Örtülü safha çözüm sürecine kadar olan dönemdir, yani devletle, devletin çeşitli birimleriyle, örgüt veya örgütün temsilcileri arasında yapılan, kamunun bilmediği, üstü kapalı görüşmeler, alış-verişler, Davutoğlu’nun dediği gibi bir tür istikşafi görüşmelerdir. Bunlar tabii sistemler üstünde etkiler yapıyorlar bence. Yani her iki tarafta da örgüt tarafında da Öcalan’da da devlette de görüşmenin kendi içinde ürettiği bir ‘görüşme meşruiyeti’ var. Oslo’nun sonu kötü bitti, silahlar patladı, insanlar öldü, Oslo sürecinin zabıtları gazetelerde yayınlanınca yer yerinden oynadı ama bunlar bir yana bu tür süreçler bir birikim, bir tortu bırakırlar.

İkinci evre bence bu birikimler sonunda mümkün oldu, yani açık evre. Bu 2013-2015 arası evredir, bence çok kıymetli bir evredir. Şimdi herkes bu evrede neyin yanlış yapıldığı, bu evrenin niye tıkandığı sorusu üstünde çok duruyor. Ama aynı zamanda bu evrenin kalıcı etkilerinin de zikredilmesi gerekir. Bir kere şunu söyleyelim, bu bir zorlama sonucunda oldu. 2011’de yaşanan Çukurca saldırısının ardından Türk ordusu cevap verdi ve hatırlayacak olursak 20 ay kadar süren ve ölüm sayısı çok yüksek bir çatışma süreci yaşandı. O noktaya geldi ki ‘Türk Silahlı Kuvvetleri’ne verdiğimiz evlatlarımız boşuna mı ölüyor?’ sorusu toplum tarafından sorulmaya başlandı. Şiddetin etkilerinin siyasi sorunlar olarak öne çıktığı bir dönem yaşandı. Bence çözüm süreci dediğimiz şey gidilmesi bu sıkışmışlığın sonucunda Türkiye’de mümkün olabildi. Tek faktör bu değildir elbette. Diğer bir faktör Erdoğan’ın her konuda olduğu gibi ‘Ben bu sorunu çözerim’ diye bir özgüvenidir, naif muhafazakar bakış açısıdır. Gündemin gerekleri de bir faktördür. Tabii hapishanelerde baş edilemez bir açlık grevi silsilesi, Öcalan’ın gücünün görülmesi, Öcalan’ın mesajıyla bütün açlık grevlerinin sona ermesi gibi birçok faktör bir araya geldi ve yeni bir evreyi, yani çözüm sürecinin açık evresini başlattı.

Çözüm sürecinde ‘açık evrenin’ iki tane çok önemli verisi var bence. Bunlardan bir tanesi meşruiyetin kurulması, tabuların toplumun gözü önünde yıkılmasıdır; yani sorunun diyalogla, bir şeyler verilip alınarak çözülebileceği ve Türkiye’nin bazı taleplerin farkına vararak bunları kabul edebileceği yönünde bir tutumun gelişmesidir. Benim de parçası olduğum akil insanlar grubu bunun için kuruldu. Akil insanlar başka ülkelerdeki gibi bir ‘üçüncü göz’ değildi, akil insanlar barış fikrinin Türk toplumunda demlenmesi, yayılması için toplumda ismi ve etkisi olan insanların oluşturduğu bir heyetti. Birincisi budur ve çok önemlidir. Bakmayın ‘Bir daha barış müzakeresi olmaz’ diyenlere… Hayır, bunlar toplumsal bellekte kuvvetli yerler tutarlar ve müzakere bir meşruiyet seviyesine gelmiştir. Yeter ki siyaset bunu kullanabilsin.

İkinci çok önemli husus: Öcalan ve Öcalan’ın görünürlüğü. İmralı’dan -tırnak içinde söylüyorum- ‘bebek katili’ olarak tanımlanan mahkumun sesinin Diyarbakır’da kamuya duyurulmasıdır. Bugün çözüm sürecini Erdoğan’ın bir iktidar manivelası olarak görmek yerine Kürt meselesinde ve çatışma çözümü sürecinde meşruiyet sağlanması ve Öcalan’ın örgüt lideri olarak tanınarak siyasi bir aktör olarak gücünü göstermesi gibi faktörler esas olandır. Bu iki veri ile bugünkü hamlenin arasında ben bir köprü olduğunu düşünüyorum. Bunlar olmasa belki bu kadar rahat konuşulamazdı.

Çözüm sürecinin bitmesinde en büyük rolü kim ya da ne oynadı?

Her çözüm süreci bir konjonktürün ürünüdür; o zaman Türkiye’de bir sıkışmışlık vardı ve o zaman sorun Türkiye sınırları içindeydi, Rojava diye bir bölge henüz tam oluşmamıştı. Dolayısıyla Türkiye içinde silah bırakmak, silahlı güçleri sınır dışına çıkmasıyla burada bir entegrasyon hamlesi mümkün olabilir gibi düşünülüyordu. Sonra ne oldu? Bence Rojava krizi ortaya çıktı. Bence Rojava’nın oluşması, YPG’nin orada bir alan kontrolü sağlaması Kürtler için bir umut oldu. Birinci Dünya Savaşı’nda kendisine toprak verilmemiş bir halk, devleti olmayan bir halk, daha doğrusu siyasi iradeden mahrum bırakılmış bir halk orada bir imkan buldu ve orada bir yaşam alanı buldu. Bu umut Türklerin korkusu haline geldi. Çünkü Kürt sorunu uluslararası hale geldi, Türkiye’nin müdahalesi zorlaştı ve uluslararası aktörlerin etkisine açık hale geldi. Bence bu bir infilaktır. Bu infilak karşılıklı müthiş bir güvensizlik üretti. Kürt tarafı iktidar bu meseleyi nasıl baltaladı diye anlatır, iktidar nasıl Kürt tarafı bu meseleyi aldatır diye anlatır; ama çözüm sürecinin bitmesinde iki tarafın da birbirine güvenmemesinin payı son derece büyüktür.

Uluslararası alanda çatışmalı süreçlerin çözümü yönünden pek çok deneyim yaşandı. Örneğin, Bask Yurdu ve Özgürlük (ETA) sorunu vardı, İrlanda Cumhuriyet Ordusu (IRA) sorunu vardı. Yakın zamanda Kolombiya Devrimci Silahlı Güçleri’nin (FARC) silah bırakması süreci oldu. Dünyadan bunlar gibi farklı örnekleriyle çatışma çözümü deneyimlerini nasıl harmanlayabiliriz?

Ben bu konuda sadece çözüm süreci içinde akil insanlardan biri ve bir gazeteci olarak bulunmadım. Ayı zamanda 2010’da beri Demokratik İlerleme Enstitüsü (Democratic Progress Institute-DPI) adıyla kurulmuş Londra merkezli, esasen çatışma çözümünü kolaylaştırmayı hedefleyen bir yapının uzmanlar grubunda yer aldım. Bu grupla biz dünyayı dolaştık; İrlanda’ya, Belfast’a, Dublin’e, İskoçya’ya, Filipinler’e, Güney Afrika’ya gittik ve çözüm süreçlerinin nasıl olduğunu izleme, Türkiye’ye bunları yansıtma gibi çabaların içinde yer aldık. Önemli olan hususlardan bir tanesi sizin sorduğunuz soruyla ilgili, her çözüm süreci kendisine has koşullarda oluşsa da belli ortak araçları, teknikleri var. Bunları kullanarak bir alet-edevat çantası oluşturabiliriz ve bu son derece önemli.

Kolombiya’ya gittiğimizde biz çok şaşırdık, çünkü anlaması çok zor bir ülke. Kırsal alana baktığınız zaman seçimlere katılma oranı yüzde 20, ama siyasal beklenti çok yüksek. İşin içinde mafya var, uyuşturucu var, gerillalar var, devletin kurduğu ya da iş adamlarının kurduğu ‘ölüm çeteleri’ var. Tüm bunlarla birlikte ele aldığımızda bu süreçlerin temel kuralları olduğu sonucuna vardık:

Bu kurallardan ilki çatışma çözüm süreçleri ilk önce ‘gizli’ yapılmalıdır. Bu Güney Afrika’da da İrlanda’da da Kolombiya’da da böyle yapıldı. Çünkü etekteki taşların dökülmesi çok aktörle ve tartışmaya açık olmaz. İki tarafta da tam temsil üstünden bir temas gerekir.

İkinci önemli unsur masada buluşabilmektir. Şimdi Türkiye’de yaşanan bu süreçte masada buluşmayı gündeme getirmezsek Kürt sorunu çözülmez, PKK sorunu çözülür, o da ne kadar çözülür göreceğiz. Yani bu sürecin gittiği yer masadır ya da dolaylı bir şekilde mutlaka tarafların, muhatapların karşı karşıya oturup konuşmasıdır.

Üçüncü bir unsur, hiç kimse masaya taviz vermek için oturmaz. Başka ülkelerde de kimse masaya böyle oturmamış. Hep bir karşı tarafı ketempereye getirme hamlesi var. Örneğin Britanya hükümetiyle IRA arasındaki görüşmelerde, Britanya’nın baş müzakerecisi olarak yer alan Jonathan Powell, dönemin başbakanı Tony Blair’in kendisine sürekli ‘Şu IRA’ya bir silah bıraktırsam sonrası kolay’ dediğini bize söylemişti. Ama masaya oturup konuşmaya başladığınız zaman etkileşim başka boyutlara ulaşıyor, sadece silah bırakmaya değil, yeni bir sözleşme yapmaya kapılar açılıyor.

Dördüncü olarak toplumsal desteğin öneminden söz edebiliriz. Toplumlar doğrudan çatışmalara prim vermedikleri gibi barışa da prim vermiyorlar. Tamam çatışma olmasın ama barış için ben ne vereceğim, ben ne kaybedeceğim diye soran da bir sürü insan var. Dolayısıyla bu sürecin sivil toplum örgütleriyle, dini gruplarla, üniversitelerle adım adım işletilmesi lazım.

Bütün bu örneklerden hareketle bu süreçler aynı zamanda bir ‘yüzleşmeyi’ de beraberinde getiriyor. Mesela Güney Amerika’daki ‘hakikat komisyonları’ bu açıdan son derece önemliydi. Mesela beyazlarda hakikat komisyonları şöyle oluyordu; diyelim ki bir devlet görevlisi senin ailenden birini öldürmüş ya da öldürülmesine vesile olan bir olayda yer almışsa ve bunu kamusal olarak itiraf ederse, diyelim ki bir köy meydanındaki bir kahve bile yeterli, cezadan muaf oluyordu. Ama bir koşulla; mağdurun affetmesi koşuluyla. Mağdur hakikati duyacak ve affedecek. Bu tabii çok vahşi insanlık suçları için geçerli olmayabilir ama böyle bir mekanizma çalıştı ve radyolar bunları canlı verdiler. Ve beyaz kesimde bu işkencelerin yaşandığına inananların sayısı, yüzde 20’den yüzde 80lere çıktı. Çözümü isteyenlerin sayısı bu tür mekanizmalarla çok yükseltti. Ha bu Türkiye’de yapılır yapılmaz, daha devletin kendisi kendi içini temizlememişken, hala JİTEM’ler, Mehmet Ağar’lar aklanıyorken bu işlerin çok kolay olmadığını düşünüyorum bizim açımızdan. Ama bunlar bir yüzleşme mekanizmasının ne kadar önemli olduğunu bize öğreten örnekler. Bir çözüm sürecinin hiçbir aşamasında bu yüzleşmenin, toplumsal belleğin bir şekilde devreye girmesi gerekiyor.

Kısacası bu alet çantasında büyük bir bilgi birikimi var, içindeki araçlarsa her ülkenin kültürüne, yaşanmış acılarına göre değişiklik gösterebiliyor. Ama her durumda iktidar karşı tarafı görür, iktidar karşı tarafla konuşur; iktidar karşı tarafın taleplerini dinler ve birlikte bir anlaşmaya varırlar. Ama bu yetmez. Bu olacak, sonra birlikte geriye dönecekler, bir mağduriyet taraması yapacaklar ve bir telafi, bir yara sarma süreci başlayacak. Bu sadece anayasadaki vatandaşlık tanımıyla olacak bir şey değil. Bu bir süreç, burada her şey temel olarak siyasi iktidarda kilitleniyor. Siyasi iktidar karşısında akıllı bir başkaldıran varsa onun zekasıyla da yürüyebilir. Ama iki taraftaki tek iradenin konuşması ve alana egemen olması çatışma çözümlerini mümkün kılar. Toplum kırmızıdan nefret ediyor olabilir, herkese kırmızı giydir, sen de kırmızı giy, altı ay sonra toplum kırmızıyı sevmeye başlar. Yani topluma bu süreci nasıl anlattığımız çok önemli. Bu süreci sadece milli fayda değil, bir demokratik fayda olarak anlatabilirsek; milli fayda ile demokratik fayda arasındaki paralelliği anlatabilirsek yol alabiliriz. Umarım bu fırsat kaçmaz. Yani Bahçeli’ye bakıp mızmızlanmamak lazım. Umut etmek ve çabalamak lazım. Bu çok önemli bir fırsat.