Türkiye’de toplumun siyasi, ekonomik ve sosyal olarak ciddi anlamda değişimine neden olan 12 Eylül Askeri Darbesi 45 yıl önce gerçekleşti. Türkiye’nin demokrasi tarihine kara bir leke olarak geçen 12 Eylül’ün açtığı yaralar, gerçek bir yüzleşme yaşanmadığı için, üzerinden 45 yıl geçse de hala taze.
1970’lerin sonuna gelindiğinde artık iyice artan siyasi şiddet, ekonomik kriz ve toplumsal kutuplaşma ortamında gerçekleşen bu darbe, milyonlarca insanın hayatını derinden etkiledi.
12 Eylül Darbesi, Anayasa’yı askıya aldı, siyasi parti, dernek ve sendikaları kapattı, insan haklarını ihlal etti ve bu yanıyla Türkiye’nin siyasi yapısını uzun yıllar şekillendirecek uygulamalara imza attı.
12 Eylül öncesi sokak muhalefeti
ABD ile SSCB arasında yaşanan Soğuk Savaş’ın, Çin gibi yeni bir aktörün dahil olmasıyla boyutlandığı bir konjonktürde Dünya’yı etkisi alan 68 gençlik hareketi, Türkiye’de de yansımalarını bulmuştu. İstanbul ve Ankara’da belirginleşen devrimci öğrenci gençlik protestoları, 1960’ların ortalarına doğru başlayan işçi grevleri ve sonrasında gerçekleşen 15-16 Haziran Büyük İşçi Direnişi, 1970’ler boyunca sokağın hareketleneceğini işaretleriydi.
12 Mart 1971 Muhtırası ile dizginlenmeye çalışılan sokak muhalefeti 1974 affı sonrası tekrar hareketlense de, 1975 sonrası karşısında kontrgerilla destekli ülkücüleri bulacaktı. Bu süreçle birlikte de Türkiye’nin siyasi jargonuna yeni bir kavram girdi: Sağ-sol çatışması.
1978-1980 arasında yaklaşık 5 bin kişi bu çatışmalarda öldürüldü. Aralarında Kahramanmaraş ve Çorum’da Alevilere yönelik katliamlar, 16 Mart 1978 İstanbul Üniversitesi Beyazıt Katliamı gibi saldırılar, Türkiye’nin farklı yerlerinde kurulan ‘komando kampları’ adlı ‘üslerde’ eğitim görmüş ülkücüler tarafından gerçekleştirilmişti.
Sokak muhalefeti, ‘sağ-sol çatışması’ olarak lanse edilen saldırılar nedeniyle 1976,77 ve 78 1 Mayıs kutlamalarında görülen kitleselliğinden, yönünü bu çatışmalara çevirse de, Türkiye’nin içinde bulunduğu ekonomik kriz, İzmir’deki Tariş Grevi örneğinde olduğu gibi, grevlerle cisimleşecek yeni bir işçi hareketinin işaretini veriyordu. Ancak 12 Eylül Darbesi nedeniyle bu hareket asla gerçekleşmedi.
24 Ocak 1980 Kararları ve Türkiye ekonomisinin dönüşümü
24 Ocak 1980’de açıklanan ve 12 Eylül Darbesi ile arasında direkt bir ilinti olan Türkiye’nin ekonomik yapısını önemli ölçüde değiştirecek kararlar, ülkenin siyasi yaşamına, 1980’ler ve 1990’lar boyunca damga vuracak bir ismi tanıtıyordu: Turgut Özal.
Söz konusu ekonomik istikrar kararlarında İmzası olan Özal, darbeden sonra da emekli amiral Bülend Ulusu tarafından kurulan hükûmette ekonomiden sorumlu başbakan yardımcılığı görevini üstlendi.
Süleyman Demirel’in Başbakan olduğu azınlık Milliyetçi Cephe Hükümeti (43. hükümet), 24 Ocak 1980’de yeni bir ‘ekonomik istikrar’ programını kamuoyuna duyurdu.
1979’da Demirel’in talimatıyla Başbakanlık müsteşarlığında göreve getirilen Turgut Özal, istikrar kararlarını Uluslararası Para Fonu (IMF) ve Ekonomik İşbirliği ve Kalkınma Örgütü’nün (OECD) destekleriyle kısa sürede hazırladı.
Programın hazırlanışında yer alan ve Özal’ın iktidarda olduğu 1983-1989 yıllarında Başbakan Yardımcılığı yapan Kaya Erdem, IMF’in 500 milyon dolar (yaklaşık 17,8 milyar Türk Lirası) dış kaynak aktardığını, OECD’nin de fon taahhüdünde bulunduğunu sonraki süreçte teyit etti.
The Journal of Academic Social Science dergisinde yayınlanan Birkan Erkek imzalı “24 Ocak Kararları ve 12 Eylül Darbesindeki Rolü” başlıklı makalede, Özal’ın IMF ve Dünya Bankası gibi kurum ve kuruluşların tavsiyelerine yer verdiği belirtiliyor.
‘İstikrar Kararları’, ekonomik istikrarsızlığın giderilmesi, üretimin azalması ve karaborsacılığın oluşmasındaki nedenlerin ortadan kaldırılması, kamu harcamalarının sınırlandırılması, ücretlerin düşürülmesi, serbest döviz kuruna geçilmesi amacıyla hazırlandı.
Kararlar arasında Türk Lirası’nda yüzde 32,7’lik devalüasyon yapılarak günlük kur uygulaması benimsenmesi, devletin ekonomideki payında kısıtlamaya gidilmesi, dış ticaretin serbestleştirilmesi vardı.
Böylece Türkiye, 1980 öncesi dönemde uygulanan ‘ithal ikameci’ büyüme stratejisini terk etmiş oldu.
Bu yanıyla 12 Eylül, sadece askeri bir kliğin iktidarı ele geçirmesi değil, “sivil siyasette de” uzantıları olan ve toplumu siyasi, sosyal ve ekonomik anlamda “dönüştürmeye” odaklı bir darbe olarak değerlendirilebilir.
Siyasi kriz ve seçilemeyen Cumhurbaşkanı
1970’lerde Türkiye, sık sık değişen koalisyon hükümetleriyle yönetiliyordu. Adalet Partisi (AP) ve Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) gibi ana akım partiler arasında uzlaşmazlık, hükümetlerin kısa ömürlü olmasına yol açtı.
Bu siyasi istikrarsızlık 12 Eylül darbecilerinin, yönetime el koyma gerekçeleri arasındaydı.
1973 ve 1977 seçimlerinden sonra kurulan koalisyonlar, istikrar sağlayamadı.
Süleyman Demirel ve Bülent Ecevit liderliğindeki hükümetler, siyasi kutuplaşma nedeniyle etkin kararlar almakta zorlandı.
Bu istikrarsızlık Cumhurbaşkanlığı seçimine de yansıdı.
Dönemin Cumhurbaşkanı Fahri Korutürk’ün görev süresi sona ererken, o dönemde Meclis bünyesinde yapılan Cumhurbaşkanı seçimine yönelik tartışmalar çok önceden başladı.
22 Mart 1980’de başlaması gereken turlar, aday olmaması nedeniyle 25 Mart tarihine ertelendi, aday çıkmayınca Mardin Bağımsız Milletvekili Nurettin Yılmaz aday oldu, turların başlamasını sağlayarak ilk iki turdan sonra da çekildi.
Başta CHP ve AP olmak üzere, pek çok partinin bir aday etrafında uzlaşma sağlayamadıkları seçimde, turların devamı boyunca pek çok aday çıktı.
5.5 ay süren 118 birleşimde Cumhurbaşkanı seçimi için yapılan 115 turda sonuç alınamadı ve ülke 5 ay 6 gün Cumhurbaşkansız kaldı.
Meclis’te gerçekleşen turlarda CHP adayı Muhsin Batur ile AP’nin adayı Saadettin Bilgiç arasında çekişme yaşandı. Daha sonra bu çekişme, Batur ile Faik Türün arasında oldu.
Sonunda 99. turda Muhsin Batur senatörlükten ve adaylıktan çekildi. Tek aday AP adayı Faik Türün’ün ise Meclis ve Senato birleşik toplantısı yapılamadığından seçim şansı olmadı.
Kenan Evren, 12 Eylül 1980 Darbesi ile Devlet Başkanı olduktan sonra, 7 Kasım 1982 günü yapılan halk oylamasıyla onaylanan Anayasa hükmü uyarınca Cumhurbaşkanı seçildi.
Bölgesel konjonktürün darbeye etkisi neydi?
Dünya’da 1973’t başlayan petrol krizinin yarattığı küresel ekonomik açmaz etkisini sürdürürken, Türkiye’nin çeperindeki coğrafyada iki önemli gelişme oldu. Dönemin Soğuk Savaş koşullarında ABD-NATO aleyhine olarak değerlendirilen bu gelişmelerden biri Afganistan’da yaşandı. 30 Nisan 1978’de SSCB destekli hükümet darbesinin ardından, 24 Aralık 1979’da SSCB Afganistan’da 1989’a kadar sürecek bir işgal başlattı.
Diğer gelişme ise, o dönem Ortadoğu’da ABD’nin en önemli müttefiki olan İran’da yaşandı. İran’da yüzyıllardır süren Şah dönemi sona erdi ve ABD karşıtı Molla rejimi dönemi başladı.
Bu iki önemli gelişme sonrası Orta Doğu’da, kendisine karşı konumlanma potansiyeli taşıyan üçüncü bir değişime tahammülü olmayan ABD, 1974 Kıbrıs Harekatı nedeniyle başlattığı silah ambargosunu kaldırdı ve bu süreç sonrası TSK dünyanın önemli askeri güçleri arasına girerek NATO’nun bölgedeki fiili kara ordusu halini aldı.
Bu adımlar, Türkiye’de gerçekleşen birçok darbede rolü olan ABD’nin , 12 Eylül’de nasıl bir pozisyon aldığına dair bölgesel konjonktür bağlamında bir fikir verebilir.
Bu kapsamda BBC Türkçe, 2011 yılında Bilgi Edinme Yasası kapsamında yapılan bir başvuru üzerine gizliliği kaldırılan ABD Dışişleri Bakanlığı belgelerine ulaştı ve ilk kez kamuoyuna açıklanan bu belgeleri üç bölümlük haber dizisi halinde yayımladı.
BBC Türkçe’nin ulaştığı belgeler arasında 12 Eylül 1980 ile 5 Kasım 1980 tarihleri arasında ABD’nin Ankara, İstanbul ve İzmir’deki diplomatik temsilciliklerinden Washington’daki Dışişleri Bakanlığı ile diğer ülkelerdeki temsilciliklerine gönderilmiş 10 adet yazışma yer aldı.
Yazışmaların ilkinin tarihi 12 Eylül 1980 günü. Darbeden kısa bir süre sonra yazıldığı anlaşılan ve dönemin Ankara Büyükelçisi Spain imzasını taşıyan bu yazışma, “Gizli” ibaresine sahip. Dışişleri Bakanlığı’nın bu belgeyi paylaşmadan önce bazı kısımlarını çıkardığı görülüyor.
“Ordunun yönetime el koymasının ardından ABD-Türkiye ilişkileri” başlıklı yazışmada Spain, darbenin hemen ertesinde şu değerlendirmeleri yapıyor:
“Mevcut askeri liderlerin tamamını iyi tanıyoruz ve özellikle de NATO üyeliği başta olmak üzere Türkiye’nin güvenlik ya da dış politikasında değişim yaşanacağı yönünde bir endişe taşımamıza da gerek yok.”
Ağır bilanço: İdamlar, yasaklamalar, açlık grevleri
12 Eylül 1980 Darbesi’nin toplumdaki siyasi ve ekonomik dönüşümü, uzun yıllara etki ederek yayıldı. Bu etkinin 2025 Türkiye koşulları düşünüldüğünde olumsuz olduğu ve bu anlamda darbenin uzun erimli amacına ulaştığı söylenebilir.
Darbenin ‘rakamlarla’ ifade edilen bilançosu da bir o kadar ağır. Darbe sonrası; resmî rakamlara göre 650.000 kişi gözaltına alındı, 230.000 kişi askerî mahkemelerce yargılandı, cezaevlerinde ise işkence sonucu 171 kişi olmak üzere yaklaşık 300 kişi öldü, 48 kişi idam edildi. 1.683.000 kişi fişlendi. 14 kişi cezaevlerindeki açlık grevlerinde öldü. 380.bin kişiye pasaport verilmedi. Bunlar arasında yer alan sanatçı Ruhi Su, kanser tedavisi için yurt dışına gidemediği için 1985’.te hayatını kaybetti.
7 binden fazla kişi hakkında idam talep edildi.
Hukukun askıya aldığı o günlerde, 517 kişi ölüm cezasına çarptırıldı.
Onlarca gazeteci hakkında binlerce yıla varan hapis cezası istendi, 14 bin kişi Türkiye Cumhuriyeti vatandaşlığından çıkarıldı, 30 bin kişi ise “sakıncalı” olduğu iddiasıyla işinden edildi.
Kültür ve sanat hayatının da hedef alındığı 12 Eylül’de, yaklaşık bin film sakıncalı bulunduğu için yasaklandı.
12 Eylül ve Kürtler: ‘Kamber Ateş nasılsın?’
12 Eylül 1980’den bugüne, aradan geçen 45 yılda Kürtler açısından yaşanan baskılar anlamında değişen çok fazla bir şeyin olmadığı ise sembolik anlatımı güçlü bir cümlede özetlenebilir: “Kamber Ateş nasılsın?”.
Dönemin Kürt siyasi tutuklusu Kamber Ateş’in cezaevi görüşüne gelen annesinin ezberleyebildiği tek Türkçe cümle olan ve görüş boyunca defalarca tekrarlanan “Kamber Ateş nasılsın?” sözleriyle 12 Eylül, Kürtlere sadece ve sadece Türkçe konuşmayı dayatmıştı.
Aradan geçen 45 yılda, kayyım atanan belediyelerdeki Kürtçe tabelaların, park ve meydan adlarının değiştirilmesi, Meclis’te kurulan ‘süreç’ komisyonunda Barış Anneleri Nezahat Teke ve Rebia Kıran’ın Kürtçe konuşmalarına izin verilmemesi ve mahkeme tutanaklarına geçen “bilinmeyen bir dil” ibareleri aslında 45 yıl öncesi ile sınırlı olmayan yok sayma politikasının bugün de devam ettiğini gösteriyor.