‘1 Eylül Dünya Barış Günü’ yine boynu bükük, kolu kanadı kırık olarak geldi kapımıza dayandı. Ne yazık ki onu çiçeklerle, buketlerle karşılamak yerine silahlarla, savaş naralarıyla karşılıyoruz.
Yarası bir türlü kapanmayan bu gezegende barışın mayası tutmadı bir türlü. Yara daha derine indi… Vicdanlar arasına gerilen habis doku giderek kalınlaştı. Bu kanlı oyunda savaş tacirleri ortalığı kan gölüne çeviriyor durmaksızın.
Bireysel psikoloji ekolünün kurucusu Alfred Adler, savaş karşıtı bir yazısında halkın savaşçı bir eğilimle beslendiğinde, propagandalar ile birlikte, özellikle kişilikleri ve yaşantıları ile ilgili sorunlar da yaşıyorlarsa, savaş fanatiği haline gelebildiğini belirtir. Adler’e göre, “halkın çoğunluğu durumu yeterince net olarak bilemedikleri ve değerlendiremedikleri için, baştaki yöneticilerin isteği ile savaşa destek verir. Ne zaman ki savaş kaybedilir, o zaman halk kendilerini ezenlerden kurtulur. Başkası ile savaşarak elde edemeyeceği huzura, asıl gereksinimi olan kendini rahatça ifade edebildiği demokratik yönetim ile ulaşır.”
İnsanların savaştan, açlıktan, zorbalıktan ve yokluktan kırıldığı bir dünyaya kimse kayıtsız kalamaz. Hele sanat ve edebiyat insanının bu duruma karşı tutumu ve tavrı çok daha net olmalıdır.
Hayat bir bütündür, sanatçı da yaşadığı toplumsal sürecin bir parçasıdır. Toplumun yaşadığı ekonomik, siyasal ve sosyal gerçekleri bir birey olarak her insan gibi yaşayandır. Yaşanan bu gerçekliği yeniden üreten biri olarak hayatın her alanında, her türlü sömürüye, baskı, zulüm ve adaletsizliğe karşı olmak ve bu anlamda bir duruş sergilemek ve mücadele etmek durumundadır.
Sanat ve barış kavramları, insanın insanlaşma sürecinin ayrılmaz parçalarıdır. Bu anlamıyla barıştan yana olmak, sanatçının sanatçı kimliğinden gelen sorumluluğunu da belirler. Bu sorumluluk, insan bilincinin barışın gerçekleşmesine engel olabilecek her türlü önyargı ve koşullandırmanın karşısında bir kalkan görevi üstlenmesiyle anlam kazanabilir. Bunun yolu da barış için mücadele etmekten geçer ve bu mücadele, tarih boyunca ezilen halkların ve sınıfların ezenlere karşı yürüttüğü tüm mücadelelerin de ifadesidir. Çünkü ‘modern’ toplumun efendileri, barbar toplumların efendilerinden daha az zalim değildir. Değişen şey, mızrakların ve kılıçların yerini, tankların, topların ve bombaların almasıdır.
Sanat, daha iyi yaşama tutkusunun da kurgulandığı bir alandır. Bu yüzden barış düşüncesi ve imgesi, bir sorunsal olarak sanat ve sanatçının gündeminden hiç eksik olmamıştır. Savaşın acıları en çok da sanatçının yüreğini yaralamıştır.
Dünyaca ünlü besteci Ravel, Birinci Dünya Savaşı’nda askerdir. Boyunun kısalığından dolayı ona cephe gerisinde bir kamyon şoförlüğü görevi verilmiştir. Kamyonla cepheye top mermisi taşımaktadır. O cephede Fransızların karşısında Avusturyalılar var. Tanınmış Avusturyalı piyanist Paul Wittgenstein de bu cephede çarpışıyor. Piyanist, Fransız cephesinden atılan bir top mermisiyle yaralanır ve sağ kolunu yitirir. Tek kollu kalan piyanist artık piyano çalamayacaktır. Ravel, bu olayı duyunca çok üzülür. Çünkü düşman denilen bir ordu içindeki o piyanisti tanıyor. Belki o piyanisti yaralayan top mermisini Ravel taşımamıştı kamyonuyla ama kendisini öyle suçlar ve acı duyar ki, bu üzüntüyle ünlü “Sol El Konçertosu”nu besteler ve o piyaniste adar. Bu eser baştan sona bir engellenmişlik, bir sakatlanmışlık, bir yaralanmışlık damgasını taşır. Ve sadece sol elle çalınabilecek bir formatta bestelenen bu eser, yıllar sonra sağ kolu olmayan o piyanist tarafından sadece sol elle yorumlanır.
(Paul Wittgenstein, Ravel’in kendisi için bestelediği Sol El İçin Piyano Konçertosu‘nu çalıyor.)
Yaşanan bu olayda da sanatın sınır tanımayan gücü ve niteliği yatmaktadır. Savaşın doğurduğu acı ve yaralanmışlık vardır.
Edebiyat tarihi, roman, şiir ve hikayenin yanı sıra azımsanamayacak sayıda politik metin de kaleme alınmıştır. Bu anlamda Dostoyevski’den Hugo’ya, Tolstoy’dan Camus’a savaş karşıtlığını içeren metinlere rastlarız. Bunlar savaşa, sömürüye, militarist aygıtlara, bunların uygulama ve politikalarına karşı çıkan birer politik duruştur.
Dostoyevski’ye göre insan, özgür bir varlık olarak kötüden sorumludur. Ona göre, kötü olan her şeyle mücadele edilmelidir.
Goethe, büyük sanatçıların hepsinin insanlık sorununa yöneldiklerini, bu yönelimin dünya barışını sağlamada önemli katkılar sağlayacağını söylüyordu.
A. Camus’un sanatçıya yüklediği misyon, zorbalığa karşı çıkma işlevi açık seçiktir. O, ne susmayı ne de yansız kalmayı benimsemez. Acı çeken kitleler sustukça birilerinin onların yerine konuşması gerektiğini söyler -ama sanatı bir tür toplumsal din dersine dönüştürmeme koşuluyla. 1950’lerde Camus, ‘Tehlikelere göğüs germekten başka çaremiz yok’ diyor ve şunu da hemen ekliyordu: ‘Elbette sanat tek başına doğruluk ve özgürlük getirecek bir dirilişi sağlayamaz, ama sanat olmadıkça bu diriliş biçimini bulamaz.’
Solohov, bir yazarın kendisini karşıt güçlerin çarpışmasının üstünde, Olimpos Tepeleri’ne yükselmiş ve insan ızdıraplarına kayıtsız kalan bir tür ilah olarak değil, kendi halkının evladı, insanlığın ufacık bir parçası olarak görmesi gerektiğini, bir görevinin de dünyada barış için savaşmak ve barış savaşçılarını sözlerinin ulaşabildiği her yerde yüreklendirmek olduğunu belirtir.
‘İnsan ve onun geleceğine dair kalbimizi sıkıştıran endişeye rağmen, korku ve umutsuzluk doğmamalı… Korku değil cesaretle savaşın karşısına dikilmek zorundayız. Tüm kültür yaratıcılarının en büyük görevlerinden biri budur’ diyor Aytmatov.
Sanatçının sesi bu paralellikte; Brecht, Seghers, Sartre, Aragon, Nazım, Cegerxwin ve Neruda’larla daha da gürleşmiş ve duyulur hale gelmiştir.
Barış içinde bir yaşamı hazırlamada kendine “insanım” diyen herkese görev düşüyor. Düşünce ve amaçları ne olursa olsun her kesimin ve onları temsil edenlerin bu konuda aktif rol üstlenmeleri gerekir. Ancak bu sayede savaşı kışkırtan politikaların önüne geçilebilir.