Barış süreçleri, yalnızca masada varılan anlaşmalardan ibaret değildir; aynı zamanda, uzun yıllar süren çatışma ve ayrılıkların yarattığı toplumsal kırılganlığı onarma sanatıdır. Bir barış sürecinin kalıcılığı ve başarısı, kâğıt üzerindeki metinler kadar, toplumun farklı kesimleri arasında yeniden tesis edilecek olan güvene bağlıdır. Güven, barışın nefes aldığı zemindir.
Güvenin ilk adımı şeffaflıktır. Barış görüşmelerinin içeriği, alınan kararlar ve uygulanan politikalar konusunda halka açık, dürüst ve sürekli bilgi akışı sağlanmadığında, yani gizlilik, ister istemez spekülasyonu ve korkuyu besler.
Toplumu bir arada tutan, geçmişin travmaları değil, ortak bir gelecek hayalidir. Barış süreci, sadece çatışmayı sonlandırma değil, aynı zamanda herkesin kendini eşit ve güvende hissettiği, sosyal ve ekonomik refahın paylaşıldığı bir gelecek vizyonu sunmalıdır. Bu vizyon, farklı kimliklerin, kültürlerin ve dillerin kamusal alanda yer bulduğu, çoğulcu bir toplum ideali üzerine inşa edilmelidir.
Toplumsal güven, bir gecede inşa edilmez. Bu, birbirini anlama, empati kurma ve küçük adımlarla başarı hikâyeleri yaratma sürecidir.
Çatışma, “öteki”ne dair yargıları ve korkuları derinleştirir. Toplumsal güvenin inşası için, farklı grupların bir araya gelip birbirlerinin acılarını, korkularını ve beklentilerini dinleyebilecekleri güvenli diyalog alanları oluşturmak şarttır. Sivil toplum kuruluşları, sanat ve medya gibi aracılar, bu empati köprülerinin kurulmasında kritik role sahiptir.
Anlaşmalar beklenirken, sahadaki küçük ama etkili adımlar güveni artırır. Çatışmadan etkilenen bölgelerde istihdam yaratan ve tüm grupların faydalanacağı ortak ekonomik girişimler, insan hakları konusundaki iyileştirmeler işin olmazsa olmazıdır.
Bu tür somut adımlar, sürecin yalnızca elitlerin değil, sıradan vatandaşların da hayatına dokunduğunu gösterir ve şüpheciliği azaltır.
Barış sürecinde toplumsal güvenin inşası, bir zorunluluktur. Güven olmadan, en iyi niyetli anlaşmalar bile ilk krizde çökebilir. Bu inşa, sabır, dürüstlük ve en önemlisi, sürecin yalnızca siyasetçilere ait olmadığı, her vatandaşın aktif katılımıyla gerçekleşeceği bilinciyle mümkündür. Unutmayalım ki barış, en başta, insanların birbirine olan güveni ve inancıdır.
Barış kültürü, yukarıdan dayatılabilecek bir siyasi proje değil, aşağıdan, yani her birimizin kalbinden ve evinden başlayan bir toplumsal harekettir.
Hepimiz daha huzurlu, daha adil ve daha güvenli bir dünyada yaşama arzusu taşırız. Oysa gündelik hayatın ve küresel olayların ritmi, bize sıklıkla çatışmanın, ayrışmanın ve şiddetin gölgelerini yansıtıyor. Bu döngüyü sadece çatışmayı bitirerek değil, köklü ve kalıcı bir “barış kültürü”nü inşa ederek kırabiliriz.
Karşımızdakinin bizimle aynı fikirde, aynı inançta veya aynı yaşam tarzında olmak zorunda olmadığını anlamakla başlar her şey.
Empati, kendimizi ötekinin yerine koyma yeteneğimizdir. Bir insanın neden öyle düşündüğünü, neden öyle davrandığını anlamaya çalışmak, aramızdaki buzları çözen en güçlü araçtır. Empati kurduğumuzda, “onlar” ve “biz” ayrımı zayıflar, geriye sadece “insanlar” kalır.
Çatışmalar, önce insan zihninde başlar. Barışın savunması da insan zihninde inşa edilmelidir. Bu yolculukta ne kadar çok kişi, korku ve nefrete karşı sevgi ve anlayış meşalesini taşırsa, inşa ettiğimiz barış kültürü o kadar sağlam ve kalıcı olacaktır.




