Türkiye önceki yıllara göre nispeten sönük bir “Dünya Barış Günü” yaşadı. Bunda 1 Eylül’ü, dünya barış günü olarak kutlayan tek ülke olduğumuza dair ani bir aydınlanmanın elbette etkisi yok.
40 yılı aşkındır süren, otoritelerce zaman zaman orta, düşük ve benzeri yoğunlukta tanımlanan bir savaş hali içinde olan, Wikipedia verilerine göre dahi 2023 yılına kadar en az 107 bin 500 kişinin ölümüne yol açan, 27 bin 250 kişinin PKK tarafından esir alınmasına neden olan, yüz binlerce tutuklu üreten, hukukun adalet çanını tıkayan, ülkenin çoklu ve sürdürülebilir kriz sarmalında debelenmesindeki katkısı Cumhurbaşkanının “Sen bir merminin bedelini biliyor musun?” itirafıyla ilan edilen, milyarlarca lira kaynağı yutan karadelik vazifesi gören bir savaşı olan ülkelerin elbette en çok barışa ihtiyacı olur. En çok bu durumdaki ülkelerin insanları barış der. Barış günlerine özel anlam atfeder.
Ancak Türkiye’de olan bu değil.
Geçmişte “Çözmesen çözülürsün” düsturu ile uyumlu olarak hükümetleri çözen, vesayetleri altüst eden, rejimin dahi değişimine vesile olan savaş; bugün toplumu doğusuyla batısıyla çürüten, çözen bir istikamette genişliyor. Bu, tuzun kokması gibi bir şey. Sürdükçe çürüten, çürüttükçe tüm taraflar için “Kaybet Kaybet” düsturunu yücelten bu yangının ortasında, su istememek nasıl bir psiko-politik duruştur doğrusu tartışmak gerek.
O halde neden artık sokağın “barış” taleplerini daha az duyar olduk? Savaş olanca azameti, yıkıcılığı ve çürütücülüğü ile sürerken neden “barış hemen şimdi” diyen yüz binlerin, milyonların sesini duymuyoruz?
Savaşın ortasında barış istenmez demeyin; en çok da savaşın ortasında, savaş en çok yakarken barış istenir. Korku, sindirme, otoriterleşmenin boy verdiği ortamlarda barış istenemiyor da demeyin.
Bakın geçen gün Tel Aviv sokaklarından bir fotoğraf düştü medyaya. Yüz binlerce İsrailli hükümetlerini protesto ediyor, barışa çağırıyordu. Peki, soru şu; İsrail Türkiye’den daha mı demokrat? Hükümeti daha mı az baskıcı? Daha mı az cezalandırıcı? İsrail-Filistin savaşı daha mı küçük bir savaş? İsrailliler daha mı az milliyetçi, daha mı az seviyorlar ülkelerini? Yok mu onların da korkuları? Nedir yani?
O halde neden Türkiye’de barış bir toplumsal talep olarak yükselmiyor? Kürtleri azade tutarsak, barış hakkına Türkiye toplumu neden sahiplenmiyor?
Bu sorunun yanıtlarını; Türkiye’nin içine saplandığı kutuplaşmada, nefret dalgasında, gündelik ırkçılaşma serüveninde, büyüyen otoriterizmin koltuk değnekleri olan baskı, sindirme araçlarının kolektifleşmiş gücünde arayabileceğimiz gibi; Türk toplumunun tarihsel var oluş biçiminde, iktidarlarla kurmuş olduğu tarihsel ilişkide de aramak mümkün.
Her ne nedene dayanırsa dayansın, ıskalanan her barış olanağı bumerang gibi sahibine dönüyor. Üstelik her dönüşünde ne şiddet dalgası eski sınırlarıyla yetiniyor ne Kürt meselesi aynı bağlamda sabitleniyor!
Iskalanan süreç, büyüyen şiddet
Iskalanan her barış olanağı, ıskalanan her barış süreci ardından savaş daha da büyüyen ve yayılan şiddet dalgasıyla hayatlarımıza giriyor. Her ıskalanmış, kaybedilmiş sürecin ardından “mümkün değil”lerin, “olamaz”ların sınırları genişledikçe genişliyor. Geldiğimiz noktada her şeyi mümkün ve olur kılabilen bir savaş hakikati yaşanıyor.
Kürt meselesinde barış ihtimalinin ilk olarak en çok belirdiği 1992’lerden bu yana yaşananlara, Kürt meselesinin evrildiği veçhelere, Türkiye’nin yaşadığı negatif dönüşüme baktığımızda ıskalananın sadece barış olmadığı da görülecektir.
Örneğin; 1993 başlarında ilan edilen ilk tek taraflı ateşkes, koşulsuz çözüm için “biz bize” bir diyalog çağrısıydı aslında ve Kürt meselesini devlet ile PKK’nin kendi içinde çözebilme arzusuna uygun dinamiklere sahipti. Bu sürecin reddi; Özal’ın ölümü, askeri hiyerarşi ile vesayet edenler içinde yaşanan değişimler, artan karanlık cinayetler, artan köy boşaltmalar ve göçler, kentlere de yayılarak gündelik hayata gerilim ve politizasyon olarak zuhur eden, dağda büyüyen ama bu defa kenti de kuşatan bir savaş oldu.
1999’da ilan edilen ve 4 yıl süren çatışmasızlık haline bir de bakalım isterseniz.
Türkiye’nin Kürt meselesinde; en az maliyetli, en az kayıplı ilk en büyük zaman dilimiydi. Bu dönem, Kürt meselesini şiddet dışı yöntemlerle daha doğrusu barışçıl yollarla, demokratik araçlarla çözmeye dair siyaseti çözüme davet eden güçlü bir çağrıydı. Örgütün silahlı militanlarını göndermesine vesile olacak denli güçlü bir çağrıydı bu!
Bu çağrı da aslında “biz bize” çözümü mümkün kılan bir dönemi kapsadı. Negatif bir barış sürecinin de söz konusu olduğu bu dönemde ne var ki karşılık bulamadı.
Oysa bu dört yıl içinde askeri vesayet ciddi anlamda zayıflamış, Türkiye’nin AB liginde yer alabilmesinin iklimi oluşmuş, demokratikleşmeye dair araçların çoğalması ve güçlenmesi olanağı yakalanmış, içine girilen ekonomik krizle baş edebilme fırsatı bulunmuştu.
Vesayet el değiştirse de
Bu iklimde Türkiye, 80 yıldır kesintisiz süren vesayet yüklü geleneksel siyaset etme halinden sıyrılma fırsatı yakalamıştı. AKP’nin iktidara gelişi de bu iklimle oldukça ilgiliydi. Ancak zayıflayan askeri vesayete, geleneksel güç odaklarındaki dağılmaya rağmen negatif barış sürecinin pozitif ve kalıcı bir barış sürecine evrilmesi reddedildi ve Kürt meselesi yine siyasal muhataplık bulamadan şiddet sarmalına teslim edildi.
Aslında Kürt meselesinde muhatapsızlık sorunu 2000’lerin ilk yıllarında da sürdü. Askeri vesayete havale edilen ve çözümsüz kılındıkça askeri vesayeti de besleyen Kürt meselesinin, askerin inisiyatif alanından siyasal alanın inisiyatif alanına geçmesi birkaç yılı aldı. Bu geçişte asker yerine bu defa da MİT baskın rol oynadı.
2004’lerde bozulan bu ilk negatif barış sürecinin ardından savaş bıraktığı yeri de aşarak, genişleyerek yeniden döndü. Elbette Kürt meselesi de etkilediği alanı genişleterek, aktörleri çoğaltarak büyüdü. Ancak bu sürecin ortaya çıkardığı en önemli iki çözüm olanağına da değinmeden geçmek olmaz; biri Türk devlet sisteminde zayıflayan geleneksel askeri vesayetin yerini, giderek güçlenen sivil siyasal yapıların almaya başlaması (bu durumun güvenlikçi şiddet siyaseti yerine barışçıl siyasal araçların Kürt meselesinde tedavüle girmesi anlamına gelmesi umuldu). Diğeri Kürtlerin her seçimde sayısını artırarak kazandığı yerel yönetimlerdi. Kürtler yerel yönetimler marifeti ile hem kendini yönetme deneyimi edinme olanağı yakalamış oluyordu hem de bu deneyim Kürt meselesinin Türkiye içinde çözümüne dair özgün bir örnek oluşturmaya talipti. Yasal, siyasal araçlarla yurttaşlık hakları çerçevesinde Kürtler bir çözüm örneği kurmaya hazırlanıyordu. Bu bağlamıyla yerel yönetimler deneyimi oldukça barışçıl bir çözüm ve ortak yaşam formuydu. Hatta yerel yönetimler perspektifi sadece Kürt meselesinin çözümüne değil Türkiye’nin demokratikleşme dinamiklerinin çoğalması ve kökleşmesine vesile olabilecek olanaklar da sunuyordu.
Ne var ki bu çözüm olanağı, tamamen yasal sınırlar dahilinde olduğu halde hazmedilemedi ve bildiğiniz üzere 2016’dan bu yana; Kürtlerin bırakın ayrı bir halk olmaktan kaynaklı kimlik haklarını, temel yurttaş hakkı olan seçme seçilme hakkı da bir nevi askıya alındı. Yani aslında askeri vesayetten sivil idareye havale olmuş olması Kürt meselesinin çerçevesini daraltmak şurada dursun büyüttü! Siyaset bir çözüm odağı olmak şurada dursun çözümsüzlüğü büyüttü!
Kürt meselesi kapsam genişletirken
Kürt meselesinde kaçırılan en sahici ve çözüme en yakın süreç 2013-2015 süreci oldu. Bu sürecin akamete uğramasının ardından şiddet, konvansiyonel araçlarla şehir merkezlerine, dağlara, komşu ülkelere yayıldı. Toplumsal kutuplaşma ve ayrışma, dehşet dengesi diyebileceğimiz sınırlara vardırıldı, güvenlikçi politikalar gündelik kent hayatının da parçası kılınırken Kürt meselesi diğer parçalarda elde ettiği resmi ve de facto özerk idareler sayesinde jeopolitik bir aktör haline geldi. Bölgesel ve küresel bağlamları güçlendi, mesele değişik derecelerde farklı müdahilliklerde edinmeye başladı. Aslında 2004’te ıskalanan süreç sonrasında yaşanan gelişmeler Kürt meselesinde Türkiye için artık “biz bize çözme” konforunu da zayıflatan öğeler içermeye başladı.
Özetle Kürt meselesi aslında 2000’li yıllarla beraber hızlı bir dönüşüm yaşadı. Çok sayıda ateşkes, çözüm çabasına çok sayıda sonuçsuzluk sığdırdı. Her sonuçsuzluk; sorunun etkilediği, hitap ettiği bağlamı derinleştirerek genişletti. Sadece etkilediği alanı da değil, giderek uluslararasılaşmış muhataplıkların ve aktörlerin rol oynamasına olanak sunar biçimde genişledi.
Bugün geldiğimiz noktada Kürt meselesinde çözüm güçlüklerini şöyle özetlemek mümkün olabilir belki:
- Devlet mekanizması içinde Kürt meselesini çözebilecek güçlü bir muhataplık ihtiyacını karşılayabilecek adres yoksunluğu. Garip bir ironi ile yıllarca devlet, Kürt muhataplar arasında bir tür “makbul muhataplık” nizamı kurmaya heves ederken, bugün muhatapsızlığın bir adresi olarak belirme riski taşıyor.
- Elbette 2015 ve sonrası beslenen güvenlikçi politika sadece Kürt sorununda çözümsüzlük getirmedi, sadece Kürt meselesinde çehre değişimine ve içerik dönüşümüne yol açmadı; Türkiye’de sistem yapıları da bozuma uğradı. Çözümsüzlük, kaos ve kriz halini çoğullaştırıp büyüttü. Güvenlikçi gerilim siyaseti içeride ve dışarıda bir tür hegemonya tesisi için kullanıldı. Yani Kürt sorunu iktidar kurma, yayma ve sürdürmede bir araç haline geldi. Ve emin olun 2010’lara kadar etkinliğini sürdüren askeri vesayetçilik dönemindekinden daha tahripkâr bir araç olarak işlevlendi.
- Bugün Türkiye’nin demokrasi indeksindeki sırası 167 ülke içinde 102! Ekonomik olarak hızla yoksullaşan ülkeler statüsünde ve para kaynakları konusunda şaibe tartışması bitmiş değil. Toplumsal ayrışma ve çürümenin bağlamlarına girmiyorum bile!
Tüm bunların Kürt sorununda benimsenen siyasetle ve çözümsüzlükle ilişkisini kim inkâr edebilir!
Bu tablo sürdürülebilir olmadığına göre, Kürt meselesinde hâlâ “birlikte yaşam” çözümü mümkünken, çözümü konuşmak, “toplumca barış hemen şimdi” demek acil bir mesuliyet olarak duruyor. Çözümü konuşmak geciktikçe tahribatın arttığı, fırsatların yıprandığı düşünülürse Türkiye için ne kadar hızlı diyalog o denli hızlı ‘iyileşme’ demek olacaktır.