Grigory Petrov’un Beyaz Zambaklar Ülkesinde adlı eseri, yalnızca bir geçmişin reçetesi değil, aynı zamanda ebedi bir zihniyet inşasının eşsiz bir hikâyesidir. O hikâye en temelde bir kaleye benzer: Dışarıdan bakıldığında yüksek surları, sağlam burçlarıyla bir medeniyetin muhkemliğini temsil eder; fakat içten bakıldığında, taşları birbirine bağlayan harcın yalnızca fiziksel değil, aynı zamanda düşünsel bir inşa sürecinin ürünü olduğu görülür.
Her kale gibi, bu zihniyet yapısı da bir iddianın tezahürüdür: Güç, yalnızca zorbalık ile değil, irade ile kaimdir. Lakin her kale, yalnızca surlarıyla değil, içindeki ruh ile de yaşar. Taşlar bir halkın iradesini taşımazsa, ne kadar muhkem olursa olsun bir gün o surlar yıkılır.
Petrov’un kaleminde Finlandiya, kendi kaderini eline alan bir halkın dirayetinin timsali olarak anlatılır. -Eğitim, bilinç, irade – bunlar, bir halkı mukadderatın kollarına bırakmaktan kurtaran üç sacayağıdır. Lakin burada bir yanılgı vardır: Petrov, (Carl) halkı işlenmeyi bekleyen bir kil gibi tasvir eder, yöneticileri ise birer sanatçı olarak sunar. Ona göre halk, kendisini biçimlendiren muktedirlerin elinde bir esere dönüşür. Oysa ki tarih, bize gösterir ki bir millet, dışarıdan şekillendirilen bir nesne değil, kendi içinde doğan bir ateşle yanar.
Kadim Zerdüştî bilgeliğinde olduğu gibi, gerçek değişim dışarıdan üflenen bir rüzgârla değil, içeride harlanan bir alevle mümkündür. Bir halk, kendi içindeki kutsal ateşi harlamadıkça, dışarıdan gelen her şekillendirici güç, onu bir suretten başka bir surete sokmaktan öteye geçemez. Bugünün dünyasında halklar hâlâ kendi kalelerini inşa eden bilinçli öznelere mi benzemektedir, yoksa yalnızca başkalarının çizdiği surların içinde yaşamaya mı mahkûmdur?
Batı, demokrasi söylemi içinde halkların iradesini bir sistemin içinde eritirken, Doğu zorbalık ile düzeni sağlama iddiasındadır. Batı’da “halkın sesi” diye yola çıkan popülist hareketler, zamanla halkın üzerinde yeni tahakküm mekanizmaları kurmaktadır. Ortadoğu’nun hükümranları ise, tıpkı eski Mezopotamya mitolojilerindeki gölgeler gibi, halklarını kendilerine mahkûm bırakmakta; onların, kendi kaderlerini çizen irade sahibi varlıklar olarak değil, biat etmesi gereken kullar ve tebaa olarak kalmasını istemektedirler.
Tarih bize gösteriyor ki muktedirler, halkı eğitmek bahanesiyle bir mühendis gibi davranmış, onu bir yapı taşı gibi yontmaya çalışmıştır. Bu yüzden halk, zamanla bir sanat eseri olmaktan çıkıp bir proje hâline gelmiş; ruhu yok sayılmış, yalnızca sistematik bir düzen içinde işlenmek istenmiştir. Oysa bir halkın yeniden inşası, ancak kendi ruhundan doğarsa anlamlıdır. Petrov’un anlattığı gibi, gerçek değişim, dışarıdan dayatılan bir sistemle değil, halkın kendi içinden gelen bir bilinçle mümkündür.
Bugün dünya sahnesine baktığımızda, bu gerçeğin ne kadar ihmal edildiğini açıkça görebiliriz. Muktedirler, halkları eğitmek isterken, onları terbiye etmeye, düzene sokmaya ve nihayetinde şekillendirmeye başlarlar. Böylece halk edilgenleşir, bir sanatçının elinde şekil alacak bir kil gibi olur ve zamanla kendi ruhunu kaybeder. Zerdüştî inançta, insanın ruhu, tanrısal ateşten doğar; fakat bu ateş söndüğünde, geriye yalnızca şekilsiz bir kül yığını kalır. İşte halk da böyledir: Eğer iradesini kaybederse, en faziletli yöneticiler bile zamanla birer tirana dönüşür.
Halkın, yöneticilerin sanat eserine dönüşmesi, onun özgürlüğünü yitirdiği andır. Bugünün dünyasında, yöneticiler için tehlikeli olan şey, halkın hoşnutsuzluğu değil; bilakis, halkın itiraz kudretini yitirmesidir. Halk sustuğunda, yönetici ne kadar “erdemli” olursa olsun, tiranlığa dönüşmesi mukadderdir. Bu yüzden Beyaz Zambaklar Ülkesinde hâlâ okunmalıdır. Fakat bir marş gibi değil, bir ihtar gibi. Bir uyanış vesilesi olarak. Ve en önemlisi, her neslin kendi hürriyetini inşa etme sorumluluğunu hatırlaması için.
Muktedirler, halkları terbiye etmek isterken, onları kendi suretlerine büründürmeye çalışır. Batı’da demokrasi adı altında şekillenen sistem, halkı edilgen bir nesneye dönüştürmüş, ona yalnızca “seçim yapma” hakkı vermiştir. Oysa gerçek özgürlük, bir sistemin içinde erimek değil, o sistemi şekillendirmek, özne olmak ve kendi eylemlerinin sorumluluğunu üstlenen bir iradi varlık tasavvurudur. Doğu’da ise mukadder bir zorbalık içinde halklar, yönetici figürlerin ellerinde şekil almaktadır. Oysa halkın iradesi, bir sanatçının elinde biçimlenen bir kil değil, kendi kendini harlayan bir ateş olmalıdır.
Êzidîlik’teki “Xwedê” kavramı gibi: Tanrı’nın kendiliğinden var olması gibi, halk da kendi varoluşunu inşa etmelidir. Velakin tarih, halkların ve yöneticilerin arasındaki bu diyalektik mücadeleyi, bir sanatın doğuşu olarak görmekten de kaçınmaz. Petrov’un, İngiliz düşünür Thomas Carlyle’dan esinlenerek anlattığı “kurtarıcılar”, tarih sahnesinde farklı suretlere bürünmüştür: Sezar, Napolyon, Büyük Petro, İskender… Hepsi, halklarını cehaletin ve düzensizliğin karanlığından çekip çıkarma iddiasıyla yola çıkmıştır.
Ancak Carlyle’ın “büyük adamlar” anlayışında halk, işlenmeyi bekleyen bir kil yığınıdır; yönlendirilmesi, şekillendirilmesi gereken bir hamur. Fakat tarih bize gösteriyor ki her büyük inşa, beraberinde bir yıkımı getirir. Sezar’ın düzeni bir hançer darbesiyle sona ermiş, Napolyon’un imparatorluk hayali halkların ayaklanmasıyla çöküşe sürüklenmiş, Büyük Petro’nun reformları Rusya’yı modernize ederken halkını ezmiş, İskender’in fetihleri ise ardında yalnızca bir güç mirası bırakmıştır.
Halklarını yüceltme iddiasıyla yola çıkanlar, çoğu zaman onları kendi ideallerinin mahkûmu hâline getirmiştir. Buradaki temel soru şudur; Halk, gerçekten bir sanatçının elinde biçimlenmeye muhtaç bir kil midir, yoksa kendi ruhunu ve tarihini inşa etme kudretine sahip, bağımsız bir hammadde ve cevher mi? Carlyle’ın “kahramanları”, halklarını yükseltmek isterken aslında onlara kendi biçimlerini dayatmış, özgürlük vaadi zamanla tahakkümün en incelikli biçimine dönüşmüştür.
Petrov’un Beyaz Zambaklar Ülkesinde adlı eseri, halkın kendi kaderini tayin etmesi, kendi eylem ve sorumluluklarının öznesi olması gerektiği fikrine dayanır. Ancak tarih, bu fikrin hep farklı suretlerde tezahür ettiğini göstermiştir. Bir Sezar’ın kılıcında, bir Napolyon’un yasalarında, bir Büyük Petro’nun reformlarında, bir İskender’in fetihlerinde… Hepsi bir uyanış vaat etmiştir, fakat her kurtarıcı, halkın kendi kalelerini inşa etmesine izin vermediğinde, mukadder olan şey, yalnızca yeni bir tahakküm biçimi olmuştur. Fakat her yükseliş, beraberinde bir çöküşü de getirmiştir. Zira muktedirler, halkları eğitmek isterken, zamanla onları terbiye etmeye, düzene sokmaya, şekillendirmeye başlamışlardır.
Bugün de halklar aynı soruyla karşı karşıyadır: Bizleri yönetenler bizim için mi var, yoksa biz onlara hizmet etmek için mi yaşıyoruz? Eğer bir halk, kendi kaderini muktedirlerin ellerine bırakırsa, kendisini kil gibi yoğrulmaya mahkûm eder. Oysa hakikat şudur: Halk, bir sanatçının elindeki kil değil, kendi iradesiyle var olan bir cevherdir. Ve özgürlük, ancak onu talep edenlerin ellerinde filizlenir. Nihayetinde, halklar, bir sanatçının eseri olmaktan çıkıp kendi sanatlarını icra etmeye başladığında, gerçek özgürlük doğacaktır. Muktedirlerin iradesiyle değil, halkların kendi nefesiyle biçimlenen bir hakikat… Çünkü hürriyet ve özgürlük ancak onu talep edenlerin hayalleri ile inşa edilir.
Bugün, bu hakikatin sınandığı bir dönemeçteyiz. Eğer bir halk, kendisini yönetilen bir nesne olarak görmeyi reddeder ve kendi kaderinin öznesi olursa, hiçbir iktidar onu dilediği gibi biçimlendiremez. Özgürlük, ancak onu talep edenlerin cesaretiyle büyür. Ve tarih defalarca kanıtlamıştır ki, halklar iradelerine sahip çıktığında, muktedirler kaçınılmaz olarak geriler. Bugün sorulması gereken soru açıktır. Geleceği başkalarının ellerine mi bırakacağız, yoksa onu kendi ellerimizle mi inşa edeceğiz? Bu soru hakikati savunmak ve özgürlüğün yalnızca bir hak değil, aynı zamanda bir sorumluluk olduğunu kavramakla ilgilidir.