Geceydi ve o, şimdi saklandı; var olan her şeydi ama o saklandı; saklandı ve benim onu ele almama neden oldu; saklandı, kendini var olmayan biri olarak bir kez daha tanıttı; şimdi, şu anda saklandı. Geceydi, gece olmayan bir şey, gündüz de olmayan bir şeydi, saklandı ve ben aradım, sonra eşit bir ilgisizlik başladı. Bu’na döndü, şu’na döndü: Bu bahçedir, evdir, bir kahvedir, burasıdır. Şu, bahçedir, evdir, kahvedir, şurasıdır. Arkamı döndüğüm an geçip giden bir gerçektir: Bahçe, ağaçlıktır şimdi; ev, yıkılmıştır, kahve restoran olmuştur belki. Keşke gitmeseydi, bu olarak kalsaydı, şu olarak kalsaydı; keşke gitmeseydim, bu olarak kalsaydım, şu olarak kalsaydım. Yalın kalsaydı. O gün ve o günden sonraki her gün, kime gittiysem beni dinlemedi… Dirilerden ümidi kesince ölülere sarılır insan, ruhları çağırır; ruhları çağırdım, dedim, nasılsa bezm-i eles’te bütün ruhlara ben sizin rabbiniz değil miyim diye soran Allah şahidimdi ve ben de kaç bin yıldır, kalbimi elime alarak kalu bela dememiş miydim? Ve o gün, ilk ayrılığı yaşamamış mıydım? Bu ya da şu olmamış mıydım? Dedim, mistiklere şöyle bir dalayım…
Birine gittim, dedi, bu ya da şu, şimdi adı ayrılık adlı bir kurdun elindedir, dua et ki kurt yesin seni, yoksa boğazlayıp öyle bırakırsa… Biri dedi, ayrılığın adı, kurt değil, baykuştur ve şimdi, virane olan bedenine tünemektedir; biri dedi, ayrılık bir zindandır ve şimdi seni içine almıştır; biri dedi, ayrılık bir faredir, şimdi kalbini tırtıklamaktadır, biri dedi, akreptir, nefes aldığın an ağusu yayılacaktır. Biri dedi, ayrılık bir denizdir, sen delinmiş bir gemisin ve bu deliği ancak bir yılan kapatacaktır; boğulmak isteyeceksin, boğulmayacaksın, kulağında bir tıslama olacak hep… Ben Sarkis’tim, anlamazdım bu işleri… Âşık adama Samsat’ta “deli” derlerdi ama yine de baktım olmuyor, baktım bir şey söylemem gerek, baktım kalbimde bir şeyler var ve bunları birinin söylemesi gerek… Uzuli’ye sığındım, dedi, sakın ayrılıktan söz etme, o ki inciyi sedefinden ayırır, gözyaşını da deniz eyler. Bilmediğim bir şey söyle dedim, kızdı, gitti, beni dinlemedi…
Ayrılığı aramaya başladım bende, nerdedir, kimdedir şimdi… Buldum, ben onu tanıdım, ama o beni tanımadı, nedeni, basitti, ben kimseden ayrılmayandım, kalbim kadar büyük, beynim kadar küçüktüm. İnsanlar köprülerden geçerdi, ben köprü diye gökkuşağını bilirdim ve en çok da kendimden geçerdim, kendim köprüydüm ve burada kimseyi beklemezdim hiç, burada kimseye umut bağlamazdım, böylece yolumu garez kaynayan yalnızlıklardan uzak tutardım. Bilirim çünkü istencin kendisi mahkûmdur ve istek özgür olmadıkça, kurtarıcı ne yapabilir? Ah hüzün, ayrılıkların konağı, burada dururlar; burada, doruk ve dipsiz çukur, burada ikisi de bir oldu ve burada, ayrılık, bir daha konuşma hakkı bile bana vermeden, dedi:
Kimi zaman kadın, kimi zaman erkeğim; aşk benim mabedimin bekçisidir, bana dua eder, bende izin veririm ona, ağzından şarkı sözleriyle gider, beni yalnız bırakır ve bilmez, o yok olduğu zaman bile onun toprağını ben sürerim, tohumunu ben ekerim. Ben olmasam onun değerini kimse bilemez. Büyük âşıklar benimle birlikte kendilerini öğrendiler. Affetmek, hoş görmek yoktur bende; ikisi de ruhu küçük olan kimselerin işidir, ikisi de korkunun belirtisi, ikisi de sıkıntı ve sefaletle yetişmiş olanların harcı (sakın ola ki kimse sıkıntıyı darda olmak, sefaleti yoksulluk olarak görmesin). Aldatmaya izin vermem; aldatma vaat eder ki ben vaat edenlerden nefret ederim, dilencilerin zanaatına, sanat demem, üstelik ne zamanın vaatlerine boyun eğerim ne talihin şikâyetlerine… Bu yüzden basit şairler beni ölümle tartarlar?
Ölüm nedir ki? Allah’a inananlar için büyük buluşma, inanmayanlar için bir sürü ödül, bir sürü rüşvet… Yalınlık tek isteğimdir.
Çıplaklığı yüceltirim, kendini olduğu gibi sunmanın şerefine erenlerin önünde saygıyla eğilirim, bana ne övgülerden, bana ne mevki, makamlardan…
Ama çıplaklıktan korkarım da… Çünkü buna birileri “ifşa” der, birileri buna öfkelenir; bahsettiğimi anlamadınız zaten, bahsettiğim Allah’ın çıplaklığıdır… Ki sizler cami, kilise ve sinagogların ihtişamıyla hayatı insana ve doğaya zehir edenler, bir kez olsan Allah’ın çıplaklığını hissetseniz utanırsınız varlığınızdan: Bu yüzden üstünü başını yırtanlar, bu yüzden yolda yürürken kendisiyle konuşanlardan, bu yüzden geceleyin uyurken kör bir kadının bir iğneyle gözünü dikerken uyanan kimselere ödülüm vardır, onları insanlardan ayırdım ben…
Tanrılar ve tanrıçalar bilirim uzuvları ıslansın diye nehir yataklarına sırnaşırlar, dere kenarındaki otlarından medet beklerler, haz ararlar, haz gidince azarlar tekrar. Ben ruhla beraber yürürüm ve akıl ile kalpten yolumu ayırtırım. Benimle birlikte yürüyen ve tenin arzularına boyun eğmeyenler, evet bir süre karanlıktan kurtulurlar, fildişi uzuvları, ipek tenlerde mutluluk dokur. Sonrasında yenisini ararlar, yolları benimle birleşmediğinden, hayatın onlara verdikleriyle yetinen birer zavallı olup çıkarlar. Aşk, bedende kendine yer arar hep, ister ki yeri kalp olsun, akıl emrinde bulunsun, rahatı bulduğu an, haz gelip sırtını ovsun. Ama ben öyle değilim, dedim, ruhla birim ve tenin ruh dışındaki her adımını ahlaksızlık olarak addederim. Beden nedir ki, acı.
Birlikteliği istemiyor muyum, sanmayın, birlikte olmak isteyen, benim sınavımdan geçmeli. Ben, kalbe ok saplarım; acıdan kıvrılan kimseler, bir an önce acılarının bitmesini isterler, kapımda duran aşkın nereye gittiğini sormayı akıl etmezler ve bu yüzden inlemeye başlarlar. Benden aşkı sorsalar yerini söyleyeceğim hemen, benden inildeyişlerinin bitmesini isterler. İnildeyişlere kulak vermem ben…