Bir Alman okurun gözünde “Dünyanın Ölçümü”
Azad Barış 8 Eylül 2024

Bir Alman okurun gözünde “Dünyanın Ölçümü”

Alman edebiyatçı Daniel Kehlmann’ın yirmi yıl önce kaleme aldığı ve “Dünyanın Ölçümü” olarak çevrilebilecek Die Vermessung der Welt adlı romanını yeniden hatırlatma gereği hissetmemin sebebi, bilim ve keşif tutkusunu derinlikli bir şekilde irdeleyen, sınırları zorlayan bir eser oluşudur. Kehlmann, 18. yüzyılın iki büyük dahisi, Alexander von Humboldt ve Carl Friedrich Gauss’un kesişen hayatlarını bir yandan matematiğin soğuk formüllerini, diğer yandan keşfin sıcak heyecanını harmanlayarak anlatırken, onların dünyayı anlama ve haritalandırma gayretlerini son derece incelikli ve edebi bir üslupla okuyucuya sunar.

Dünyaya silinmez izler bırakmış iki deha -matematikçi Gauss ve doğa bilimci Humboldt- ‘Dünyanın Ölçümü’ romanında, kaderin zarif bir dokunuşuyla kesişir. Bu buluşma, yalnızca bilim ve keşfin ufuklarını genişletmekle kalmaz, aynı zamanda insan ruhunun derinliklerinde yankılanacak, zamanın ötesine geçecek bir dostluğun da ilk adımı olur.

1828 yılında, Alman Doğa Bilimcileri ve Hekimleri Kongresi’nin büyüleyici atmosferinde buluşmak üzere, Gauss ve oğlu Eugen, Göttingen’den Berlin’e doğru uzun bir yolculuğa çıkarlar. Tarihin gölgelerinde şekillenen bu büyük karşılaşmayı sabırsızlıkla bekleyen yaşlı dahinin yanı sıra, genç Eugen de bu unutulmaz anlara tanıklık etmenin heyecanını taşır. Ancak bu yolculuk, sıradan bir seyahatin ötesine geçer. Tren penceresinin ardında hızla kayıp giden manzaraya dalmışken, Gauß birden oğlunun elindeki kitabı ansızın kapar ve tereddütsüzce rüzgâra savurur. Eugen’in şaşkın bakışları arasında, sayfalar havada savrulurken, kitap ufukta kaybolur, geriye yalnızca babasının anlaşılmaz öfkesi kalır.

Babasının bu ani ve anlaşılmaz tepkisi karşısında sessizliğe gömülen Eugen, bir tek kelime dahi etmez, yalnızca trenin camından hızla birer gölgeye dönüşen ağaçları sayarak kendini avutmaya çalışır. Yolculuk ilerlerken, Hannover’i geride bırakıp Prusya topraklarına adım attıkları anda beklenmedik bir engelle karşılaşırlar: Gauss’un yanında pasaportu yoktur. Henüz birliği sağlanmamış Almanya’nın sınırları boyunca örülen o görünmez gerilim, her an havada asılı durur. Fakat talih bu kez yanlarındadır; jandarmalar başka bir yolcuyla meşgulken, Gauss ve Eugen, o bürokratik engelin arasından sessizce süzülüp yollarına devam ederler.

Berlin’e vardıklarında, iki büyük deha nihayet bir araya gelir: Gauss ve Humboldt. Bilimin bu iki devi, geleceğe miras kalacak bir fotoğraf karesi için hazırlanır. Ancak Gauss’un sabırsız ve huzursuz ruhu, hareketsiz kalmayı bir işkence gibi görür; bir an bile yerinde duramamak, sanki zihninin sürekli hareket eden ritmine ayak uydurmak zorundaymış gibi gelir. Ne var ki, her şey yerli yerinde olmasa da, o fotoğraf karesi bir şekilde çekilir. Ve o an, yalnızca bir hatıra değil, farklı dünyaların, zihinlerin ve yaklaşımların bir araya gelişinin simgesi olarak tarihteki yerini alır.

Roman, Humboldt’un doğanın en uzak, en bilinmez köşelerini keşfe çıkan yaratıcı ve maceraperest ruhunu, Gauss’un sayıların soyut ve gizemli evreninde dolaşan matematiksel dehasıyla ustalıkla iç içe geçirerek, insan aklının sınırlarını zorlayan bir düşünsel yolculuğa davetiye sunar. Kehlmann’ın mizah dolu ve ince bir ironiyle zenginleştirdiği bu hikâye, bilimin tarihine derin bir perspektif kazandırırken, insanın hem doğayı hem de kendi varoluşunu anlama çabasının sonsuzluğunu çarpıcı bir biçimde gözler önüne serer.

Roman, birçok açıdan hem edebi bir meydan okuma hem de hedonist bir entelektüel arena sunmayı amaçlarken, biyografik ekseni de ustalıkla göz önünde bulundurur. Yazar, bilim tarihinin iki dev ismini -Humboldt ve Gauß’u- tek bir eserde buluşturma cesaretini gösterir ve bu iki dehanın, yüzeyde birbirinden uzak görünen, ancak derinlerde birbirini tamamlayan hayat hikâyelerini edebi bir çarpışmaya dönüştürme arzusuyla iddialı bir yolculuğa çıkar. Bu, hem bilimsel hem de insani boyutlarıyla zengin bir anlatı kurmanın peşinde olan bir girişimdir.

Stil ve anlatı açısından roman, tarihsel bağlamı yeniden diriltirken, dönemin felsefi ve bilimsel temel sorularını derinlemesine yansıtan bir üslupla, biyografik unsurları kurgusal mübalağalarla ustalıkla harmanlayarak kendini ortaya koyar. Eser, tarihsel bir biyografinin sınırlarını aşarak, postmodern bir oyun olarak da okunabilecek denli çağdaş bir yapıya bürünür. Bu açıdan, hem geçmişi hem de günümüzü kucaklayan bir anlatı sunar.

Kehlmann, gerçek ile kurgu arasındaki sınırları bilinçli bir şekilde bulanıklaştırarak, anlamın yeni katmanlarını açığa çıkaran bir edebi üslubun temellerini atıyor gibi görünür. İki meraklı Alman dahinin, birbirlerinden habersizce kendi hayallerinin peşine düşüp, bilimin pusulasıyla dünyayı ölçme ve keşfetme arzusunu sürdürmeleri, baştan sona gizemlerle örülü bir anlatının kapılarını aralar.

Humboldt, yerkürenin kalp atışlarını dinlemek için Güney Amerika’nın en derinlerine iner; sarp dağların, karanlık ormanların ve gizemli kabilelerin arasında, doğanın nabzını ölçer. Her nehir, her dağ, her uçurum, onun için keşfedilmeyi bekleyen bir sır, doğanın saklı bir soluğudur. Zehirleri tadarken, volkanların kavurucu sıcağında yürürken ya da toprağın derinliklerine inen mağaralarda tabiatın izini sürerken, bu büyülü dünyadan hiç kopamaz. Gauß ise zihninin sonsuz derinliklerine doğru bir yolculuğa çıkar; hiç ayrılmadığı şehrinde, yıldızlar arasındaki mesafeyi hesaplamaya koyulur ve sonsuzluğu tek bir formülün içine hapsetme tutkusuyla yanar. Onun dünyayı ölçme arzusu, gökyüzüne bir köprü kurma arzusudur; evrenin dilini sayıların şifresiyle çözme hayalidir.

“Kehlmann, Dünyanın Ölçümü romanında bilimin hükmetme arzusunu, iki dahinin içsel fırtınalarıyla ustalıkla harmanlar. Eser, bilimin gerçekliği biçimlendirme gücüne karşı zekice kurgulanmış derin bir eleştiri sunarken, bu iki dahinin hırslarına mizahi bir mercek tutma sanatını sergiler. Ancak Humboldt ve Gauss, yöntemsel olarak neredeyse tamamen zıt olmalarına rağmen, dünyayı anlamak ve ölçümlemek gibi ortak bir amaca sahip karşıt kutuplar olarak resmedilir. Humboldt, cesur bir araştırmacı ve doğa bilimci olarak dünyanın en ücra köşelerini keşfe çıkarken, Gauss ise matematiksel soyutlamaların derinliklerinde kaybolur ve uzaktan dünyayı düzenlemeye çalışır. Bu ikilik, Kehlmann tarafından yalnızca içeriksel değil, aynı zamanda yapısal düzeyde de ustalıkla işlenmiş, çift yapılı anlatısı okuyucuya bu iki düşünürün yaşam yollarındaki paralellikleri ve kontrastları kavrama imkânı sunar, aynı zamanda onların bilgi edinme yöntemlerindeki farklılıkları yeniden düşünme fırsatı verir.

Kehlmann’ın dil kullanımı özellikle dikkat çekicidir; bir yandan bilimsel kesinlik ve doğruluk iddiasında bulunurken, diğer yandan ince bir ironiyle bezenmiş olup metne derin bir inşirah kazandırır. Bu dilsel çok anlamlılık, yazara, karakterlerini tüm nitelikleri, zayıflıkları ve saplantılarıyla gerçek birer insan olarak sunma imkânı tanırken, basit indirgemecilikten kaçınır. Kehlmann, bu ironik mesafeyi kullanarak okuyucuyu ölçülen dünya hakkında daha derin bir felsefi sorgulamaya yönlendirirken, ampirik araştırma tutkusuyla yanıp tutuşan Humboldt’u bir tür romantik bilim şövalyesi olarak resmeder.

Kehlmann, yeni bir ironik bakış açısıyla, Humboldt’un bitmek tükenmek bilmeyen keşif arzusunu ve araştırma sistematizasyonundaki tutkusunu bambaşka bir ışık altında sunar. Roman, aynı zamanda Gauss’un sayılar dünyasındaki zanaatkar tutkusunu, zaman zaman insanlardan uzaklaşma eğilimini, içe dönüklüğünü ve sosyal yaşama yabancılaşmasını, onu bir anti-sosyal figür olmaktan çıkararak, hayata entegre bir biçimde ele alır.

Kehlmann, ince bir ironiyle Gauss’u adeta mistik bir figüre dönüştürürken, sayılar dünyasında Humboldt’un doğanın genişliklerinde yaşadığı kadar yoğun, fakat farklı bir tür macerayı yaşadığına dair imalarda bulunur. Romanın yapısal ve tematik karmaşıklığı, zaman düzlemleriyle oynama ve parçalı anlatı tarzıyla daha da derinlik kazanarak okuyucuyu büyüler. Aynı zamanda, okuyucudan olayların kronolojik sırasını ve 19. yüzyılın bilimsel ve kültürel söylemlerine yönelik ince göndermeleri çözmesini bekler. Bu bağlamda, roman sadece tarihi izleriyle öne çıkan bu iki bilim insanının edebi bir portresini sunmakla kalmaz, aynı zamanda bilimin doğası ve bilginin olanakları üzerine yoğun bir edebi yansıma sağlar.

Romanın öyküleme konsepti, yalnızca iki biyografinin ötesine geçerek bilimin ve bilgi edinmenin genel olarak takip ettiği epistemolojik sorulara dair çok katmanlı bir etüt sunar. Kehlmann, insan merakının ve dünyayı ölçme, sistemleştirme arzusunun gerçekten kapsamlı bir anlayışa yol açıp açmadığını, yoksa bu çabaların kendi kendine yeten bir başarısızlık olup olmadığını sorgularken, okuyucuyu da bu derin araştırmaya teşvik eden gizli bir reçete sunar.

Yazar, hem Humboldt’un hem de Gauss’un bilgi arayışında ulaştıkları anlaşılmazlık sınırlarını incelikle gözler önüne sererken, rasyonalitenin sınırlarıyla hesaplaşır. Ancak bu hesaplaşma, saygınlık sınırını aşmadan, derin bir saygı içinde sunulur. Humboldt’un bitmek bilmeyen keşif arzusu, onu ölümün pençesine kadar sürüklerken, doğayı, ölüm de dahil olmak üzere, bir bütün olarak anlamaya ve sistematize etmeye çalıştığını vurgular. Ne var ki, doğa, kaotik sofistikeliği içinde nihayetinde anlaşılmaz kalır ve bilimsel kategorilerin dar kalıplarına tamamen sığmaz. Bu farkındalık, romanın bölümler halinde sunulan yapısı ve Humboldt’un seyahatlerine dair genellikle parçalı bakışlarla vurgulanır, böylece dahinin eksantrik hayatının eksiklikleri ve belirsizlikleri ön plana çıkarılır.

Öte yandan, ilk bakışta düzenli ve erişilebilir görünen Gauss’un matematiksel dünyası, yakından incelendiğinde kendi içinde bir tür nispi anlaşılmazlık barındırır. Genellikle yalnızlık içinde, çalışma odasının sessizliğinde geliştirdiği matematiksel teorilerinin soyut zirveleri, insanın düzen ihtiyacı ile kaotik döngü arasında, zor kavranır bir ölçüleme metodu ile ulaşılır bir noktaya varır. Dünyayı sayılar aracılığıyla gören Gauss, hem etkileyici hem de erişilmesi güç bir ölçüm biçimini tasavvur eder. Kehlmann burada, Gauss’un analitik keskinliğinde nihayetinde insan deneyiminin sınırlarına nasıl yaklaştığını gösterme çabası içindedir ve bu çabayı bir noktaya kadar başarıyla gerçekleştirdiğini söyleyebiliriz.

Kehlmann’ın ustalıkla işlediği bir diğer önemli tema ise bilim ve toplum arasındaki ilişkidir. Her iki kahraman da, çalışmalarını etkileyen ve aynı zamanda bu çalışmalarla biçimlenen bir sosyal bağlamda hareket eder. Humboldt ve Gauß, görünüşleri ve yöntemleri ne kadar farklı olursa olsun, her biri kendi yollarıyla toplumsal dışlanmışlık yaşar. Kehlmann’ın ince ironisi, bu etkileşimi betimleme biçiminde kendini gösterir. Dünyayı ölçme arzusundaki bilim insanlarının kendileri de ölçülür; yöntemleri ve bulguları toplum tarafından yargılanır ve sorgulanır. Bu ironik mesafe, bilimin toplumsal karşılıklarını ve toplumsal eleştiriyi derinlemesine yansıtır.

Kehlmann, bu durumun hem trajedisini hem de mizahını ustalıkla sergilerken, bilimsel çabaların tasvirinde insan bilgisinin sınırlarını vurgulayan ince bir melankoliye yer verir. Aynı zamanda, bilimsel sistemin saçmalıklarını ve kahramanlarının tuhaf özelliklerini öne çıkararak okuyucuyu gülümsetmeyi başarır. Derinlik ve hafiflik arasındaki o felsefi yansımalar, mizahi anlatı sanatını ağır edebi anlatı ile dengeler ve Dünyanın Ölçümü’nü çağdaş edebiyatın önemli bir parçası haline getirir.

Yazar, okuyucuyu bilimsel merakı sorgulamaya ve aynı zamanda bu meraktan büyülenmeye teşvik ederken, Humboldt ve Gauss’un tasvirini yalnızca iki dahiyi yüceltme çabası olarak değil, insan zihninin bilinmeyeni aydınlatma gayretine yönelik ince ve çok katmanlı bir değerlendirme olarak sunar.

Roman, edebi ve entelektüel açıdan cesur bir başyapıt olarak yayınlandığı anda dünya çapında çok satanlar listesine adını yazdırmıştır. Türkçeye Can Yayınları tarafından kazandırılan eser, ne yazık ki Türkiye’de hak ettiği ilgiyi görememiştir. Kehlmann, ironi ile ciddiyeti, tarihsel doğruluk ile yaratıcı kurguyu ustalıkla harmanlayarak, hem eğlendiren hem de düşündüren, okuyucunun zihninde uzun süre yankılanan güçlü bir kalem olarak kendini göstermiştir. Bu eser, edebiyatın sınırlarını zorlayan, düşünsel derinlik ve estetik mükemmeliyeti bir araya getiren nadir örneklerden biridir.

 

 

Kapak görseli: Romanın Oliver Vorwerk yönetmenliğinde uyarlanan tiyatrosunun afişinden.

* ilketv.com.tr’de yayımlanan yazılar, yazarların görüşlerini yansıtmaktadır. Yazılar İlke TV’nin kurumsal bakışıyla örtüşmeyebilir. Yazıların tüm hukuki sorumluluğu yazarlarına aittir.