Bir halkın sürgün hikayesi ‘Rişa Puç’ sahneye taşındı

Ayhan Ekmen, Celadet Ali Bedirxan’nın yaşadığı tüm zorluklara rağmen çıkarttığı Hawar gazetesinin hikâyesini tiyatro sahnesine taşıyor. Sürgün -Rişa Puç adıyla tiyatro izleyicisi ile buluşacak.

Bir halkın sürgün hikayesi ‘Rişa Puç’ sahneye taşındı
  • Yayınlanma: 5 Kasım 2025 10:31

Röportaj: Roni Nasır Kaya

Ayhan Erkmen bize çirokları (hikaye) sevdiren, her hikâyeyi bir nefes, bir umut gibi dinleten kişidir. Uzun bir süre onun anlattığı çiroklarla büyülendik, duygular arası yolculuk ettik.

Şimdilerde yeni bir tiyatro oyunuyla karşımıza çıkıyor: “Sürgün – Rişa Puç.” Bu oyun, izleyiciyi duygudan duyguya, diyardan diyara sürüklüyor. Erkmen’in ağzından dökülen her kelime, tıpkı bir müzik notasının diğerini tamamlaması gibi, seyircinin yüreğinde yankı buluyor.

Kimi zaman bizi İstanbul’dan alır Cizra Botan’a oradan da Şam’a, ve Kahire’ye götürür.
Celadet Ali Bedirxan’ın Sürgünde yaşadığı zorlukları günümüze taşır. “Yiğidi öldüren çaresizliktir.” Sözü mıh gibi beleğimize oturtuverir. Sürgün hayatı yaşayan bilir, insanın içini yavaş yavaş kemiren bir duygudur; uzadıkça karabasan gibi çöker insanın üzerine ve nefes alamaz hale getirir.

Ayhan Erkmen usta oyunculuğuyla bütün bu zorlukları bir kez daha bize hatırlattır. Ve Celadet Ali Bedirxan’nın yaşadığı tüm zorluklara rağmen çıkarttığı Hawar gazetesinin hikâyesiyle buluşturur bizi.

Erebê Şemo’yu anlatırken yine  izleyicisini serhatın boz kırlarından alıp Kafkaslar’a kadar götürür; Kürt edebiyatının ilk romanıŞivanê Kurmanca” ile yeniden yüzleştirir. Riya Teze gazetesinin mürekkep kokusunu ciğerlerine kadar nüfus etmesini sağlar.

Aynı oyunda Mehmed Uzun’a geldiğinde ise, izleyici ister istemez duygusallaşır. Çünkü sürgün, o büyük yazarın da içini kemiren bir hastalığa dönüşmüştür. Ve Erkmen’in sahnede dile getirdiği o cümle, herkesin yüreğine dokunur:
“Ben Amed’e ölmek için değil, yaşamak için geldim.”

Bu güçlü ve derinlikli oyunun ardından biz de Ayhan Erkmen’le bir araya geldik; hem “Sürgün – Rişa Puç”un hikâyesini hem de sürgün, edebiyat ve tiyatro üzerine düşüncelerini konuştuk:

Sanırım sizin ile ilk tanışmamız 2003 yılına dayanıyor; o dönem henüz çok genç bir avukattınız. Sonraki yıllarda siyasete atıldınız ve iki döneme yakın belediye başkanlığı yaptınız. Ardından, birçok siyasetçi gibi, yolunuz cezaevine düştü. Yaklaşık on yıl cezaevinde kaldıktan sonra, heybenizi çiroklarla doldurup yeniden hayata karıştınız. Bugün sizi kısaca tanımlamak gerekse, hangi kimliğiniz öne çıkar: hukukçu mu, siyasetçi mi, çirokbêjmi yoksa tiyatrocu mu? Kendinizi nasıl tanımlıyorsunuz?

Evet sevgili Roni, hayatımda iz bırakan dostlarımdan birisin, dediğin tüm kimlikler yaşamımda izler bıraktı, hem de çok derin izler ve onlar aslında bugünkü beni yarattı desem yeridir. Hukuk formasyonu, peşinde avukatlık, siyaset ve siyaset ile uğraşan her kürdün kaderi gibi bedel biçilen cezaevi dahil; orada geçen süre, okuduğum kitaplar, çocukluğumda dinlediğim masallar, hikayeler hepsi aslında beni ben eden yaşanmışlıklar…

Bu kimlikler içerisinde mesafeli olacağım hukukçu ve siyasetçi kimliklerim olacaktır; belki de şimdiki yaptığım işi daha çok sevdiğimden kaynaklı olsa gerek. Yedi yıl boyunca köy köy şehir şehir ülke ülke dolaştım sahada hikaye ve masal derledim ve diyar diyar dolaşıp onları anlattım. Video öykü olarak kayıt altına aldım. Bu tiyatro sezonuyla birlikte iki yıla aşkındır üzerinde çalıştığım ama hazırlık aşamaları belki üniversite yıllarımda başladığım okumalardan bu yana gelen, uzun soluklu bir çalışmanın sahnelenmesi oldu. Öğretmenlerim olarak bellediğim Celadet Ali Bedirxan, Erebê Şemo ve Mehmed Uzun’un acılarını dile getirmek onlara karşı bir vefa borcuydu benim için ve yazdığım SIRGÛN / Rîşa Pûç oyunuyla, onların cümleleriyle, sesleri olmaya çalıştım. Bu yolculukta bana sevgili dostum Sabri Ejder Öziç de yönetmenliği ile destek oldu, güç kattı.

Uzun bir süre “Çirokbêj Ayhan Erkmen” olarak izleyicinin karşısına çıktınız.

Derleyip topladığınız çirokları (hikâyeleri), çirokseverlere teatral bir biçimde aktardınız ve şimdi, yepyeni bir konseptle yeniden sahnedesiniz. SIRGÛN / Rîşa Pûç oyunu ile, Sürgünün alt başlığı olan Rîşa Pûç ne anlama geliyor ? Ayhan Erkmen artık bize çirok anlatmayacak mı?

Rîşa Pûç, dermanı olmayan dert demek. Dermanı olmayan kanser Rîşa Pûç olduğu gibi; sürgün de mecazi olarak Rîşa Pûç’tur.

Senin de yakından takip  ettiğin üzere son yedi yıldır profesyonel çîrokbêjlik / masal ve hikaye anlatıcılığı dışında başka bir işle uğraşmadım. Hikaye anlatıcılığı benim için bir tutku ama bir süre planlı, programlı hikaye anlatma etkinlikleri yapmayacağım. İmkan ve ilgi dahilinde bir sezon değil birkaç sezon SIRGÛN / Rîşa Pêç oyununu oynamak istiyorum, öyle bir değer biçiyorum bu oyuna. Şimdiye kadar yaptığımız dört gösterimde de gördüğüm ilgi ve yaşadığım heyecan bana umut oldu, umarım ve dilerim ki uzun süre oynarım bu oyunu. Kim bilir belki de on yıllarca oynanır bu oyun. Gerek kahramanları, gerekse de konu anlamında güncelliğini sürekli koruyan bir oyun ve toplumsal hafızanın bir parçası. Çok düzenli çîrok anlatmayacağımdan kaynaklı sahada oluşacak boşluğu çîrokbêjler dolduracaklar diye umut ediyorum.

Sahneye koyduğunuz SIRGÛN / Rîşa adlı oyununuz bize neyi anlatıyor?

Sürgün tarihi, insanlık tarihi kadar eskidir. Aydınlar halkının vicdanıdır. Halkına yapılan zulme göğüs gerer ve acıyı kendileri çekerler, bundandır ki iktidarlar baskı altında tutmak istedikleri halkların ilk önce aydınlarını hedef alırlar. Tutuklanmadan ve ölümden kurtulan aydınlar bazen iktidarların eliyle, bazen de mecburi sürgüne mahkum olurlar. Kürt aydınları da her nerede yaşıyorsa yaşasın, aynı kaderi yaşamışlar; ben de insanlığın bu ortak acısını, üç Kürt aydınının şahsında Kürt tarihini merkeze alarak anlatmak istedim. Bu evrensel acının Kürt tiyatrosundaki çığlığıdır SIRGÛN / Rîşa Pûç. Celadet Ali  Bedirxan Bey’in Şam, Erebê Şemo’nun Sibirya, Mehmed Uzun’un Stokholm sürgününden ülkeye geri dönüşünü anlatıyor.

Bu oyunu sahnelemeye seni motive eden neydi? Celadet Ali Bedirxan, Erebê Şemo ve Mehmed Uzun gibi güçlü figürleri aynı oyunda buluşturma fikri nasıl oluştu?

Ben her üç yazarı da yukarıda da belirttiğim üzere öğretmenlerim olarak görüyorum çünkü üniversite yıllarımdan itibaren her üç yazarın tüm eserlerini defalarca okudum. Kürtçeyi onlar ile daha çok sevdim ve Kürtçe ile neler yapabileceğimin hayalini onlar ile kurdum. Eserleri dışında, onlar üzerine okumalar yaptım, onları tanıyan insanlarla sohbet ettim. Celadet Bedirhan’ın kızı Sinem Hanım’ı Caladet Bedirhan’ın belgeselini çekerken dinlemiştim. Erebê Şemo‘yla paylaşımda bulunanları Ermenistan ve Gürcistan‘a giderek dinledim. Mehmed Uzun’un son dönem yanında olan yazar Şeyhmus Diken ile konuştum ve onun vasıtasıyla Mehmed Uzun’un eşi Sayın Zozan Uzun’a ulaştım görüştüm. Özellikle onlar üzerine çalışmak istememin sebebi demin de söylediğim gibi bir vefa borcuydu. Her üçünün eserlerindeki beni en çok etkileyen ortak nokta sürgün edebiyatıydı; kendileri sürgündeydiler, kahramanları sürgündeydi ve onlar benim de kahramanlarımdı. Şimdi baktığımda aslında yaptığım biraz da deli cesareti, bu kadar güçlü kalemi olan üç yazarı konu alacak bir tiyatro oyunu biraz deli cesareti istiyordu herhalde, belki de ondandır kimse şimdiye kadar yanaşmadı. Onlara layık olabilir mi kaygısı, üç büyük yazarı hem de aynı oyunda anlatacak bir metin nasıl olabilirdi? Fakat ben aşkla bağlanmıştım emin olun son iki yıl onlar ile yatıp onlar ile kalktım; aşk hali biraz körlük halidir, onun ile hemhal olmaktır. Diyarbakır’daki gösteriye sayın Zozan Uzun‘da gelmişti ve ben hastane sahnesinde tam onun karşısında eğildim ve ona seslendim ikimiz ağlayınca hiç abartısız tüm seyirciler  ağladı ve Zozan Hanım’ın oyundan sonra bana, “Ben o an kendimi hastahanede Mehmed’in yanında hissettim” demesiyle tüylerim diken diken oldu, gözlerim yeniden doldu, bu oyunum için bir onurdu.

Oyunun yazım veya uyarlama süreci nasıl geçti?

Oyunun yazım aşaması iki yıla yakın sürdü sonrasında metni tiyatro yönetmeni ve tiyatro oyuncusu olan dostlarımla paylaştım. Sevgili Berfin Zenderlioğlu, Abdullah Tarhan, Mehmet Gündüz, Necmettin Uluman ile görüş alışverişinde bulundum, çok değerli katkıları oldu bana ve günün sonunda yönetmenliğimi de yapan sevgili Sabri Ejder Öziç ile aylarca üzerinde çalışarak oyunumuza son şeklini verdik.

Celadet Bedirhan, Erebe Şemo ve Mehmed Uzun, Kürt edebiyatının farklı dönemlerini temsil ediyor. Onları aynı sahnede buluştururken hangi ortak noktaları öne çıkardın?

Her üçünün de ortak noktası sürgündür ve yolları bir şekilde kesişmiştir. Erebê Şemo‘yla Celadet Bedirhan‘ın birbirinden haberi var. Erebê Şemo’nun sürgüne gönderilmesinde bu ilişkilenmenin de etkisi var. Mehmed Uzun, uzun uzadıya Celadet Bedirhan’ın izini sürmüş, ona dair “Kader Kuyusu” romanını yazmış, peşinden “ Dicle’nin Sürgünleri” romanını yazmıştır.  Erebê Şemo Kürt romanının babasıdır, Mehmed Uzun da onun halefi olarak modern ilk Kürt romanının da yazarıdır. Yani mekansal ve dönemsel olarak ayrı yerlerde de olsalar birbirini besleyen bir ilişkileri var.

Oyununuzu izlediğimizde “dil”, “sürgün”, “hafıza” gibi temalar ön pılana çıkıyor. Bunula izleyiciye ne aktarmak istiyorsunuz?

Kürt gerçekliğini. Kürtlerin bir sürgün tarihi. İnsanlığın doğuşuna beşiklik eden yurtları hep bir savaş meydanı ve sürgün kaderleri olmuş. Celadet Ali Bedirxan’ın ailesi isyan ettiği için sürgün edilmiş. Celadet sürgünde doğmuş ve yaşamış. Erebê Şemo Ezidi olduğu için yurdundan sürgün edilmiş daha sonra uğruna bedel ödediği devrim tarafından sürgün edilmiş. Mehmed Uzun özgürlük tutkusundan dolayı tutuklanmış, yaşam olanakları kalmadığından mecburi sürgüne gitmiş. Oyunumun Tiratlarını yazarken her üç kahramanın okuduğum eserlerini merkeze aldım onların cümlelerini seçip o cümleler üzerinden kurguladım sizin de dikkat çektiğiniz üzere oyunun her bir tiratı bir aforizmadır dersem emin olun çok abartmamış olacağım. Oyun her ne kadar üç yazarın yaşamını merkezine alsa da her üç yazarın yaşamlarının merkezinde de Kürt ulusal mücadelesi olduğundan oyun aynı zamanda bir Kürt tarih okumasıdır. Yazarlar kendi döneminin tanığı ve öznesidir. Dönemlerinde Kürt coğrafyasının durumu Kürt halkının mücadele tarihi ve yaşadığı acılar kahramanların dilinden ve şahitliğinden dile geliyor. Bu unutturulmaya çalışılan ve onların kaleminden yazıya dökülen gerçekliğin tiyatro sahnesinde dile gelmesidir. Onların muradlarıda budur. Mehmed Uzun’un demesi “sessizlerin sesidir.”

Oyunun kostüm, sahne tasarımı ve müzikte nasıl bir atmosfer yaratmak istedin? Metinde veya sahnede “modern” ya da “epik tiyatro” unsurlarına yer verdiniz mi?

Oyunun kostümlerini kahramanlarımızın fotoğraflarını inceleyerek kararlaştırdık, giydikleri kıyafetlerin birebir benzerlerini bulmaya çalıştık.

Aslında ilk gösterimizdeki dekor sonraki gösterilerdeki kadar sade değildi ilk dekorumuzda masa, sandalyeler, tekerlekli sandalye vardı lakin Diyarbakır gösterimiz de sanat yönetmeni sevgili dostum Mehmet Gündüz‘le birlikte birkaç prova aldığımızda onun dokunuşlarıyla birlikte sahnedeki yüklerden arındık o sürgün yaşamında büyük bir yer edinen aslında oyunumuzun tiratında da yer alan “Herkesin bir yuvası ve yurdu var, sürgündekinin bir tek bavulu”  diye dile geldiği üzere dekor da sadece bir bavul ve bir askı kullanmamızı istedi. Oyunculukla ve tiratlarla sahneyi doldurmamız yönünde dokunuşlar yaptı ve derken oyunumuz son şeklini almış oldu. 70 Dakika boyunca oyuncu ve bavul var sahnede ve ona eşlik eden müzikler. Modern tiyatronun izlerini taşıyan bu dokunuşlara yazarlarımızın kaleminin çokça işlendiği Tiratlar ile epik bir atmosfer yaratıldı.

Müzikte enstrüman olarak kavalı ve çıplak insan sesini kullandık. Kavalın espirisi Celadet Bedirhan’ın Dengbêji olan Ehmedê Fermanê Kîkî’nin enstrümanı olmasıdır. Oyunun müziklerini kaval sanatçısı Rêber Söyler dört klasik Kürt eserine nefes olarak katkı sundu, aynı zamanda Koma Amed’in de üyesi olan sevgili Memo Gül’ün Mehmed Uzun‘un anısına bestelediği “Siya Evinê” eseri var. Her üç kahramanımız da sözlü Kürt edebiyatından çokça beslenmiş ve her üç kahramanımızın da yaşamında bir ses bir çığlık olan onların ruhuna sinen dengbêjlerin sesleri ve eserleri var.

Celadet Bedirhan bölümünde Ehmedê Fermanê Kiki‘nin sesi olmadığı için onun söylediği söylediği Dewrêşê Evdî stranını Patnoslu dengbêj Medeniyê Dambatê seslendirdi. Erebê Şemo bölümünde onun ile aynı dönemde Sibirya’da sürgünde olan Seyadê Şame dile geliyor. Mehmed Uzun bölümün de ise Mehmed Uzun hastanedeyken hastanenin önündeki çadırda bu sefer dengbêj Mahmut Kızıl onun en çok sevdiği satranlardan Cembeliyi seslendiriyor.

Bu isimlerin düşünceleri ve eserleri bugün bize ne söylüyor? Sence Kürt edebiyatı ve düşüncesi bu üç ismin bıraktığı mirastan nasıl etkileniyor?

Oyunun bir bölümünde Celadet Bedirhan beyin Mustafa Kemal’e yazdığı mektubu paylaşıyorum. Celadet Bedirhan’ın o gün Kürt sorununa dair dile getirdiği çözümleme ve önerdiği çözüm yöntemi bugün halen geçerliliğini koruyor. Yine Erebê Şemo’nun “ Devrim bizimdi ama devlet değil, devletsizlik en büyük derttir” diye başlayan tiradı da keza halen tüm dünyadaki iktidarlar savaşların temel sebebi değilmi?

Bıraktıkları miras ve yazdıkları eserleri üzerine bilimsel araştırmalar yapılıyor, o eserler yeni eserlerin kapılarını aralıyor misal “ SIRGÛN / Rîşa Pûç” ordan doğdu.

Yine yazar yanları dışında Celadet Bedirhan ve Erebê Şemo kürt latin alfabesinin yaratıcılarıdır da. Kullandığımız alfabede onların koyduğu prensipler ile metamımızı yazıya döküyoruz. Bu manada bedenen bizden ayrılmış olsalar dahi mirasları ilk günkü gibi capcanlı.

Yani ezcümle dünya var oldukça onlar yaşayacaklar.

Bu oyunun günümüz izleyicisine ne anlatmasını istiyorsun? Oyunun, güncel kimlik tartışmalarına veya kültürel belleğe dair bir mesajı var mı?

Malesef ki kitap okuma oranının azaldığı bir dönemden geçiyoruz ve bu üç yazarımızın yeterince tanınmadığını, tüm eserlerinin okunmadığını, yeni neslin de eksik tanıdığını düşünerek bir merak uyandırmak istedim.

Ve yine Kürt sürgün edebiyatının dili olmak istedim. Mehmed Uzun’un oyunda da alıntıladığım “Ben her nerdeydimse de hep sizlerleydim ve siz benimleydiniz, bizi ayırmaya hiç bir kuvvetin gücü yetmez, ben sizin yazarınızım” meramında da açıkça dile getirdiği üzere, her nerde olurlarsa olsunlar onlar bizim ile onları bilmek onların eserlerini bilmek ile okumakla olur ve bu eserler toplumsal hafızanın edebi nakışı olduğu için hep güncel. Bu oyunumuz onları bilmek için bir ışık olma çabasıdır ve bu vesile ile bir vefanın icabıdır.

Oyunu hazırlarken seni en çok zorlayan kısım neydi? Provalarda veya ilk gösterilerde seni şaşırtan bir izleyici tepkisi oldu mu? Bu oyundan sonra benzer bir tarihsel ya da biyografik çalışma yapmayı düşünüyor musun?

Ben çok duygusal bir insanım oyunun metnini kendim yazdım fakat oynarken bazen kopuyorum ve kendimi tutamadığımdan dolayı ağlıyorum, en çok da İstanbul’daki prömiyerde bu oldu ve bazı insanlar çok iyi rol yaptığımı düşünmüşler, bazı insanlar da özellikle Mehmet Uzun bölümünde Mehmet Uzun’u neden çok ağlattığını söylemiştir halbuki ben rol ne rol yaptım ne de Mehmed Uzun’u ağlattım; duygularıma hakim olamadım ağladım, bu ikinciyi, üçüncü, dördüncü sahnelememizde de oldu, fakat gitgide duygularımı bastırmaya ağlamamaya çaba gösteriyorum, lakin Mehmed Uzun’un kızı Zelal‘in babasına yazdığı mektubu okurken insanın kendini tutması imkansız en çok zorlandığım an oyunda şimdiye kadar bu. Gelin seyircilerden doğru aldığım enerji de çok farklıydı, siyasi anlamda yanyana gelmeyecek bir çok Kürt geldiler ve o koltuklarda yanyana oturdular birlikte güldüler birlikte ağladılar. Gelen konukları Celadet Bedirhan’ın, Erebê Şemo‘nun ve Mehmed Uzun’un misafirleri olarak gördüğümden, oyundan sonra sahneden inip tüm misafirleri onların bir temsilcisi olarak teker teker uğurluyorum; bu anlamda gelen konuklarla, onların misafirleri ile aramda yaşanan o sıcak diyalog, o sarılmaları, o sahiplenmeleri, oyun bitmesine rağmen, benimle gözgöze geldiklerinde ağlamaları, yaşlıların beni bir daha, bir daha öpmesi, daha önce bir çok türkçe oyuna gittiğini ve kürtçe böyle bir oyun seyretmekten büyük bir keyif aldığını söylemeleri, yine demin de belirtmiştim, Mehmet Uzun’un eşi Sayın Zozan Uzun’un bir an oyundan koptuğunu,  kendisini hastane odasında Mehmed Uzun’un yanında hissettiğini söylemesi, benim tüylerimi diken diken eden anlardı, umarım ve dilerim ki bu oyun ile daha bir çok yeri dolaşırız daha bir çok insanın yüregine dokunuruz.

Elbetteki yeni planlarım ve projelerim var lakin öncelikle SIRGÛN / Rîşa Pûç’a benim ve Kürtlerin doyması lazım.

Sizce tiyatro, halkların hafızasını canlı tutmada nasıl bir rol oynayabilir?

Daha önce hikaye/masal anlattım, “çîrokên muzîkal” projesi ile onlarca yerde dengbêj arkadaşlar ile sahne aldım, belgeseller sundum lakin tiyatro bambaşka bir disiplin ve seyircilerden alınan enerji çok canlı birebir ve çok etkileyici. Zor bir oyun, sahnede tek başıma olduğu sanıyor seyirci lakin o an Celadet Bedirhan, Erebê Şemo ve Mehmed Uxun hep benim ile.

 

Üç Kürt aydının sürgün hikayeleri sahneye taşınıyor: Celadet Ali Bedirxan, Erebê Şemo ve Mehmed Uzun