Değişik bir spor var, belki rastlamışsınızdır: insanlar sopalı atlara, yani oyuncaklara binerek böyle dört nala at sürüyormuş gibi yapıyorlar, zıplıyorlar filan…
Adına “hobbyhorse” diyorlarmış; “hobi atı” direkt çevirisi de, hobi olarak atçılık diyelim biz…
Karşıma çıktı; yüksek siyasetin barış politikasını hatırladım, son örneği olarak BM 79. Genel Kurulu’nu.
BM Genel Sekreteri Guterres (üzülmemek elde değil adamcağıza), bir orada bir burada sesleniyor; Ukrayna diyor, Gazze diyor, Sudan diyor; ABD keşke diyor, İsrail’e dur dese diyor… Diyor….
Sonra Netanyahu çıkıyor, protesto edenlerin savaşı durdur(a)madığı, alkışlayanların savaşın yayılmasının zeminini hazırladığı artık içi boşalan bir BM kürsüsünde; biz sadece kendimizi değil, medeniyetimizi savunuyoruz, diyor.
Protesto edenlerin bir kısmı kendi ülkesinde ayaklar altına alınan insan haklarını umursamıyor, alkışlayanların bir kısmı en “demokrat”…
Bitmiyor; Rusya Dışişleri Bakanı İsrail’i kınıyor, Erdoğan çıkıyor diyor ki “Ey insan hakları örgütleri!”. Peki.
Herkes kendi meşruiyetini kendi dininden, milliyetçiliğinden besliyor, devletini kutsuyor; yerine oturuyor.
Aklıma Judith Butler düşüyor, insan olarak ortaklığımızı yaralanabilir olmak üzerinden kurarak bize en basitinden çok derin bir eşitlik fikri sunan Kırılgan Hayat.
Tam da bu yüzden günümüzde yine hedef tahtasına konan Butler, 11 Eylül 2001 sonrası, küresel düzen yeniden ‘önce güvenliğimizi sağlayalım sonra özgürlüğümüzü konuşuruz’ söylemine geçmişken yası tutulabilecek olanlar ile tutulamayacak olanlar üzerinden bize iktidarın dilini ve pratiğini çözümlüyordu. 20 sene evvel de iktidarın gözünde kimin yasının tutulması meşru sorusuna ABD politikaları ve İsrail ve Filistin üzerinden örnek veriyordu.
20 yıl sonra aynı söylem ve pratik “güçlü”yü dizginleyecek her mekanizma zayıflamışken bir kez daha gündemimizde demeyeceğim. Zaten böyleydi, önlemini alamadığımız için derinleşti, genişledi, yüzsüzleşti, arsızlaştı diyeceğim.
Artık barışı tartışamıyoruz bile, üstelik sadece Türkiye’de değil. Barış demenin güvenlik tehdidi olarak yorumlanması ve bir güvenlik sorunu haline getirilmesi barışın dünya çapındaki krizi.
Küresel düzlemde 1990’ların yine yüksek siyasetin şekillendirdiği, beğenmediğimiz barış süreçleri ve/veya girişimleri bile yok. BM, AB, AGİT, varlar da, aslında yoklar. Sevdiğimizden değil, eleştiremediğimizden bu hayıflanma. Bugün ehven-i şer de olsa hem kendisini hem kurduğu düzeni tartışabileceğimiz barışı inşa etmeye dair ne bir uluslararası örgütün ne de herhangi bir devletin veya devletlerin çabası var. Elimizde bir Uluslararası Ceza Mahkemesi girişimi kaldı, ama o da sallantıda.
Akademide çatışma çözümü, barış çalışmaları gözden düştü; ki, nasıl düşmesin… Bırakalım otoriter rejimleri, en “liberal” ülkelerde akademik özgürlüğün sınırları çizildi; ifade özgürlüğünün uzanabileceği yer belli. Hadi Türkiye’de biz çocuklar ölürken bu suça ortak olmayacağız, diye atıldık işlerimizden, İsrail’de de pek çok akademisyen Filistin’e destek oldukları için atıldı, uzaklaştırıldı. E benzer örnekleri “özgürlüğün yılmaz savunucuları”nda da görmüyor muyuz şimdi? Gazze’ye destek adeta bir turnusol kâğıdı oldu. Sadece yükselen aşırı sağ’ın sesi kısmıyor ki barışın sesini; bugün eğer “Nehirden Denize Özgür Filistin!” yazarsanız mesela, Almanya size vatandaşlık vermeyecek; Ukrayna’da çözüm arayışımı mı ön planda Avrupa’da, yoksa Rusya’yı dizginlemek/yenmek mi?
Yasın tutul(a)maması, ölenin ve/veya mağdurun tanın(a)ması.
Parantez içindeki (a)’lar cezasızlık politikalarının sokağa saldığı tehditlerle sesimizi kapı arkalarına, masa altlarına sakladı; din ve milliyetçilikle meşrulaştırılan kutuplaşma politikalarının gayri insanileştirme pratikleri sadece aklımızı değil, vicdanımızı da tutuklaştırdı. Hep çuvaldızı bizi kısıtlayana, hakkımızı ihlal edene batırdık; ama hepimiz aynı iklimin içinde zehirlendik. Yaralanabilir olmayı kendine mahsus kılma sadece iktidarlara mı özgü?
Bu küresel çürüme “barış”ı yuttu. Barışın krizden geçtiğini görmeden kendimizi tedavi edebilir miyiz? Elbette asıl sorumlular hükümetler, iktidarlar, sermaye… ama kendimizi yok sayabilir miyiz? Barışı yüksek siyasetin ellerine terk etmekten sorumlu değil miyiz?
Türkiye’de barışa dair aşağıdan yükselen bir talebi 2015’ten beri zor zamanlarda dile getiren, bu talebe ses veren, barışa dair sesleri duyan en önemli sivil toplum örgütlerinden biri olan Demos’un sloganını hatırlayalım: Barış Bizimle Başlar!
Verdiğimiz her mücadelede olduğu gibi, barış mücadelesinde de aktif özne bizleriz. Çok kırıldık, işte bir 10 Ekim daha yaklaşıyor, çok öldük. Ama deneyimimiz var. Barışı başka ellere bıraktığımızda kirleneceği kesin, bir alanda at koşturur gibi yaparak barışla oynayanlara inat, en azından kendi ellerimizin sorumluluğunu alabiliriz.
Bir hafta önce 15 yaşında Suriyeli bir çocuk, Abdüllatif Davvara, parkta oynarken 12 el ateş edilerek öldürüldü.
Yasını tutmayacak mıyız? Onu tanımayacak mıyız?