• Ana Sayfa
  • Manşet
  • Bölünme endişesi ve farklı kalma dengesinde barış çağrısı
Bölünme endişesi ve farklı kalma dengesinde barış çağrısı
Bülent Küçük 2 Mart 2025

Bölünme endişesi ve farklı kalma dengesinde barış çağrısı

Abdullah Öcalan’ın aylardır beklenen açıklaması, nihayet 27 Şubat akşamı, Öcalan ile görüşen DEM Partili bir heyet tarafından Taksim’deki bir otel salonunda, canlı yayın yapan yerli ve yabancı çok kalabalık bir basın ordusunun önünde okundu. Bu açıklama, reel sosyalizmin-soğuk savaş koşullarının ve cumhuriyet rejiminin aşırı dışlayıcı milliyetçiliğinin ortak bir meyvesi olarak ortaya çıkan bir isyanın, dünyadaki ve Türkiye’deki şartların dönüşmesiyle silahlı mücadelenin anlamını yitirdiği sonucuna varıyor. Metnin sonunda, örgüte çağrıda bulunularak silahların susması, örgütün feshedilmesi ve demokratik bir toplumun inşası mücadelesinin siyasi ve hukuki zemine çekilmesi gerektiği ifade ediliyor. Kamuoyu önünde yapılan bu açıklama, içeriğinin ötesinde, simgesel olarak da bir dönemin bittiğini ve yeni bir dönemin başlayacağını ilan eden bir geçiş/dönüşüm ritüeli özelliği taşıyor.

Metnin ayrıntılı içerik analizini başka bir zamana bırakıp, bana çarpıcı gelen temel bir noktaya odaklanmak istiyorum. Fakat ondan önce bir metnin yalnızca tek bir okuma/yorumunun mümkün olmadığını hatırlatmak gerekir. Metodolojik olarak bir metin analiz edilirken, bağlam analizinin gerekliliği dışında hem içeriğinde yer alan hem de içermediği mesajların analiz edilmesi gerekir. Metni yeniden anlamlandırma, yorumlama, cümleler arasını okuma, söyleneni ve söylenmeyeni birlikte analiz etmeyi gerektirir, bu da sonsuz bir dinamizm taşır. Dil, çağrışımlarla dolu ve farklı anlamlandırmalara açık bir mücadele alanıdır. Elbette, bütün metinler gibi bu metin de farklı biçimlerde konumlanmış siyasi özneler tarafından farklı şekillerde yorumlanacak, farklı siyasi mecralarda farklı yankılar yaratacaktır. Farklı siyasi çevrelerden gelen söylem seçkinleri, metnin “şifrelerini” çözerek ve müdahil aktörlerin “gizli niyetlerini” açığa çıkararak, kendi taraftarlarına çeşitli anlamlandırma çerçeveleri sunacaklardır. Bu metodolojik notu düştükten sonra metnin bütününe baktığımızda, metinde Türklerin bölünme endişesinin giderilmesinin ön planda tutulduğunu, Kürtlerin farklı kalma arzusunun ise ikincil bir konuma itildiğini görüyoruz.

Bu metinde dikkatimi çeken en önemli nokta şudur: Öcalan, metinde Kürt meselesinin ortaya çıkışını cumhuriyet rejiminin bir semptomu olarak; kurucusu olduğu siyasal hareketi ise soğuk savaşın bir semptomu olarak çerçeveliyor. Belki de taktiksel bir manevra ile, mevcut rejimi sorunun ortaya çıkmasındaki sorumluluğundan muaf tutarak, yeni rejimi çözümün faili/adresi kılmayı deniyor olabilir. Metin, Türklerin ve Kürtlerin bir nevi ‘ortak düşmanı’ olarak “kapitalist moderniteyi” işaret ediyor. Bunu yaparken, bir yandan dolaylı olarak ortak sınıf siyaseti çağırısı yapıyor gibi görünüyor, diğer yandan, “kapitalist moderniteyi” batı menşeili ‘kötü’ bir proje olarak imleyerek, batı karşıtı -kulturalist- bir çağrışımla yerlilik-millilik söylemine pas atıyor. Lafzi olarak metne baktığımızda Öcalan bu metinle sadece kurucusu olduğu hareketin geleneksel-silahlı mücadele formunu terk etmeye çağırmıyor, aynı zamanda çerçevesini çizdiği demokratik özerklik kavramı üzerinden ifade ettiği somut radikal demokrasi vizyonunu terk ederek (belki de erteleyerek), alternatif “sistemsel arayışların” ancak daha genel geçer demokratik bir ortamda mümkün olabileceğini ifade ediyor. Başka bir ifadeyle, 2000 sonrası uğruna mücadele edilen alternatif gelecek vizyonu kavramsal düzeyde hükümsüz kılınmış görünürken, bu vizyonun yerine -demokrasi ve demokratik toplum gibi jenerik kavramlar dışında somut bir gelecek projesi olarak- ne konacağı noktasında açık bir ifadeye rastlamıyoruz.

Öcalan’ın söz konusu açıklamasındaki şu cümlede bu muğlak durumu net bir şekilde görüyoruz: “Aşırı milliyetçi savruluşunun zorunlu sonucu olan; ayrı ulus-devlet, federasyon, idari özerklik ve kültüralist çözümler, tarihsel toplum sosyolojisine cevap olamamaktadır.”

Bu noktayı biraz daha açalım. 2000 sonrasında yeni bir ulus-devlet kurma veya var olan devleti federatif bir yapıya dönüştürme çabalarının, Kürt hareketinin güncel talebi olmadığını biliyoruz. Nitekim, reel sosyalizmin mirasıyla hesaplaşmayı Öcalan ve Kürt hareketi çok daha önce yapmıştı. Son 20 yılda, Öcalan yeni gelecek vizyonunu ve buna uygun mücadele formunu demokratik özerklik ve radikal demokrasi fikri üzerinden biçimlendirmişti. Türkiye’de ve Avrupa’da demokratikleşme beklentisinin yüksek olduğu şartlarda şekillenen radikal demokrasi fikri, merkeziyetçi idari yapının yerelleşerek dönüştürülmesini, kültürel farkın tanınmasını ve toplumsal anlamda toplumsal eşitsizliği dönüştürücü pratikleri kapsıyordu. Radikal demokrasinin inşasının rasyonel aracı elbette silahlı mücadeleden geçemezdi.  Bu açıdan şiddet çoktan miadını doldurarak anlamsızlaşmıştı. Bu konuda bir beis yok.

Daha açık bir ifadeyle, toplumsal alanda maddi ve simgesel kaynakların adil bir şekilde (yeniden) dağıtılması, toplumsal cinsiyet eşitliği ve ekoloji gibi meseleler öne çıkıyordu. Kültürel alanda ise, ana dilin başta eğitim de olmak üzere bürokraside, kamusal yaşamda, sokakta ve piyasada kullanılmasına dair talepler öne çıkıyordu. Bu da kolektif hakların tanınmasını içeren çok kültürlü bir yurttaşlığın tesis edilmesinden geçiyordu. O halde, “İdari özerklik ve kültüralist çözümler” sorunun çözümüne bir cevap olmayacaksa, ne tür bir alternatif model Kürt sorununun çözümüne cevap olacak? Bireysel yurttaşlık rejimi mi yoksa kardeşlik hukuku mu? Bu sorunun yanıtının süreç içinde netleşmesini beklememiz gerekecek.

O halde, Türklerin bölünme hassasiyetlerini gözetirken, Kürtlerin farklı kalma arzularını tatmin edecek bir vaadin metinde yer almayışı metni dengesiz kılıyordu. “Şüphesiz pratikte silahların bırakılması ve PKK’nin kendini feshetmesi, demokratik siyaset ve hukuki boyutun tanınmasını gerektirir” ifadesinin okunan yazılı metne, devletin yapması gereken bir ev ödevi olarak, sözlü olarak sonradan Öcalan tarafından eklenmesi, belki de heyetin önerisiyle, tam da dengeli bir mesajın ortaya çıkmasını amaçlamış olabilir. Zira, silahların susmasının ve örgütün feshedilmesinin hukuki bir şarta bağlanmasının ifade edildiği tek yer olan bu ek sözlü metin, muhalif milliyetçilerin anladığı gibi şartlı bir çağrı olarak yorumlanmasından ziyade, örgütün feshedilebilmesinin -hukuki ve siyasi- mümkünat koşulunu ifade ediyor. (Öyle görünüyor ki bu ek açıklama aşırı ve komplocu yorumlara açık bir alan bırakıyor). Öcalan tarafından kaleme alınan metnin, bir bütün olarak Kürtlerin beklentilerini karşılamayacağı endişesinin galebe çaldığını ve bu yüzden ek bir açıklama ile Kürt kamusal alanında daha olumlu bir rezonans yaratılmaya çalışıldığını söylemek de mümkün. Aksi takdirde, bu çağrı politize olmuş Kürt toplumunda bir hakikat etkisi yaratamayabilir ve var olan güvensizliği derinleştirebilirdi.

Bu analizleri yaparken, manifesto niteliğindeki bir metnin tek bir doğru yorumu olmadığını, metnin kutsal bir nitelik taşımadığını, farklı kesimlerin bu süreci nasıl anlamlandıracağı, “demokratik toplum” gibi soyut kavramların içini nasıl doldurarak yeniden şekillendireceğinin belirleyici olacağını yeniden hatırlatmak gerekir. Kapalı kapılar ardında yapılan müzakereler konusunda bir bilgimiz olmadığı gibi, kamuoyu ile henüz paylaşılmayan ve zaman içinde atılacak hukuki ve siyasi adımları içeren yol haritası konusunda da herhangi bir bilgimiz yok. Bu süreç başladığından bu yana merakla beklenen ve sürecin gidişatını temelden etkileyecek olan Suriyeli Kürtlerin geleceklerini nasıl belirleyeceği konusuna ise hiç değinilmemiş olması ise odadaki fil olarak ayrı bir muamma. Hele ki demokrasinin aksi istikametinde hızla yol kat ederek siyasal-kamusal alanı daraltan rejimin idari aklına baktığımızdan barış çağrısının toplumsal alanda yankı bulması hepten güçleşiyor. Bu bakımdan, süreç içinde yeni bilgiler ve dinamikler ışığında sürekli yeni değerlendirmeler yapmak gerekecektir.  Yine de barışa umutla…


Kapak görseli: Hüseyin Işık

* ilketv.com.tr’de yayımlanan yazılar, yazarların görüşlerini yansıtmaktadır. Yazılar İlke TV’nin kurumsal bakışıyla örtüşmeyebilir. Yazıların tüm hukuki sorumluluğu yazarlarına aittir.