Kime değseniz yakınıyor; ne olacak bu ülkenin hali? Her 10 kişiden 4,5’inin asgari ücretli hale geldiği toplumda en yakıcı sorun ekonomik kriz ve işsizlik. Kiraların büyük şehirlerde ortalama 20 bin TL olduğu, bir ekmeğin 15 TL, asgari ücretin 17 bin 2 TL, emekli maaşının 12 bin 500’den başladığı ülkede iki yakayı bir araya getirmek neredeyse kâbus.
Temel ihtiyaçlarını karşılamakta güçlük çekenlerin her geçen gün arttığı ortamda, adalete erişimde de ciddi problem var. Yapılan anketlere göre artık adalet sistemini sorun olarak tarifleyenler ilk beş sıraya yerleşmiş durumda. Özgürlük indeksine göre ise Türkiye son 10 yılda düzenli düşüş içinde. Örneğin 2016’da dünya ülkeleri içinde demokrasi indeksi bakımından 97. sırada iken bugün 102. sırada ve “hibrit sistem” olarak tarifleniyor. Otokrasi eğilimleri içeren bir sisteme sahip olduğuna dair bulgular 2015’ten bu yana düzenli biçimde tekrarlanıyor. Kişisel özgürlükler indeksi açısından da son 10 yılda düşüş halinde.
Bu durumu sadece uluslararası merkezler ilan etmiyor. Yapılan saha anketlerine göre Türkiye’den gitme isteği son 10 yılda düzenli yükseliş göstermiş. Genç nüfusun ortalama olarak her 4’ünden 3’ü olanağı olursa yurtdışına gitmek istediğini söylüyor. Yurtdışına gitme isteğinin ilk nedeni ekonomik gerekçeler iken; sonraki gerekçeyi daha insani koşullarda, daha az kaygılı ortamlarda, daha özgür hissedecekleri ortamlarda yaşama isteği oluşturuyor. Yine yurtdışında eğitim isteğinde artışlar söz konusu. Geleceğe dair toplum endişe katsayısı ise birkaç yıldır en yüksek seviyede sabitlenmiş gibi.
Peki, niye böyle oluyor?
Yeni rejim? Kötü yönetim? Yönetimin politikalarının yol açtığı sürdürülebilir kılınan kriz ortamı? Dünya krizinin yansımaları… Gerekçeler içinde bunları ve daha çoğunu saymak mümkün. Elbette hepsi de durumu açıklayabilir gerekçeler.
Bugün yaşanan duruma bir de kimi özel dönemler içinde bakalım isterseniz. Türkiye Demokrasi İndeksi ve kişi özgürlükleri açısından büyümeyi umduğu AB üyeliğine 1959’da başvursa da adaylığı resmen Aralık 1999’da onaylandı. Yani tam 40 yıl sonra başvuru kabul ediliyor! AB üyeliği için katılım müzakerelerinin başlama tarihi ise 2005! 2016’ya geldiğimizde ise 33 fasıldan 16’sı müzakereye açılabilmiş.
2016’da artık AB ülkelerine vizesiz seyahat hayalleri kurarken bir şey oldu ve 2016’dan beri katılım müzakereleri durdu. AB bu tarihten sonra Türkiye’yi insan hakları ihlalleri ve hukukun üstünlüğü konusunda ciddi eleştirilere tabi tuttu. Daha doğrusu müzakerelerin durması ile Türkiye’de artan hak ihlalleri, hukukun üstünlüğü ilkesinden uzaklaşma ve giderek otoriterleşme arasında bağ kurdu.
Peki, Türkiye’de AB müzakereler sürecinde ilerlemenin sağlandığı, askeri vesayetin zayıflayıp aşıldığı, 2002’ye kadar süren krizin aşıldığı ortamı kuran, o iyimser iklimi ortaya çıkaran nedenler nelerdi?
Çok neden ileri sürmek mümkün ama o iklimin oluşmasında bir neden var ki oldukça önemli ve öncelikli. O da Kürt meselesinde yaşanan negatif barış süreci idi! Şöyle bir yakın geçmişe dönüp baktığınızda göreceksiniz ki; Kürt meselesinde barış ve çözüm olanaklarının, siyasetin değerlendirme konusu olmaya başladığı zamanlarda Türkiye en parlak dönemlerini yaşadı. Örneğin 1999-2004 yılları arasında yaşanan PKK tarafından ilan edilen tek taraflı ateşkes süreci savaşa en az kaynak harcandığı süreç oldu. Bu yıllar içinde yaşamını yitiren asker sayısı 10’lu rakamları aşmadı, çatışmalar yok denecek kadar azaldı. Bu çatışmasızlık ortamının yumuşatıcı havasına eklenen maddi ve insani kaynak Türkiye’nin hem krizden çıkışını kolaylaştırdı, hem askeri vesayeti aşmasında büyük olanak yarattı. Dünya nezdinde ki saygınlığı da paralel bir yükseliş içinde oldu.
Türkiye’deki demokratikleşme ve ekonomik olarak rahatlama hatta büyüme olanaklarının arttığı zaman çizelgeleri incelendiğinde bunun Kürt meselesinde çözüm tartışmaları ve muhatapları ile müzakere olanaklarının yakalandığı zamana denk geldiği görülür.
Ne zaman ki Türkiye çözüm fikrinden uzaklaşarak şiddet yöntemlerini ve tipik terör algılarına uygun politikaları benimsedi o vakit hem demokratikleşme olanaklarını yitirmeye başladı, hem hatırı sayılır kaynakların çatışmalara harcanması vesilesi ile yoksullaşma ve krizi büyütüp derinleştirdi, hem de uluslararası itibarı tartışma konusu oldu. Güvenlikçi ve çözümsüz siyaset halleri yeni vesayetlerin veya rejimlerin kurulmasına olanak yarattı.
2015 sonrası ortamı bir de bu açıdan değerlendirmek çıkış yollarını görebilmek açısından da anlamlı olacaktır.
2013-2015 çözüm ve müzakere sürecinin sonlandırılmasının ardından Türkiye sadece içerde değil bölgesel çatışmaların da bir muhatabı haline geldi. Çatışmalı ortamla uyumlu toplumsal kutuplaşmalar, zayıflayan özgürlüklerle uyumlu güvenlikçi politikalar içerde Türkiye toplumunu ayrıştırıp, çözerken, otorite odaklı bir merkezileşmeye de zemin oluşturdu. İki binli yıllar öncesinde askeri vesayetçiliği devletin odağına yerleştiren o çatışmacı, güvenlikçi ve çözümsüz politikalar bu defa yeni rejime has yeni bir vesayetçiliğin inşasına olanak oluşturdu.
Bu atmosfer bu defaki egemenlerin üniformasızlığını önemsizleştirecek bir darbe dinamiğini güncelledi, ardından rota değişimleri, eksen kaymaları ile de tariflenebilecek, Türkiye’yi bölgesel çatışmaların parçası kılan bir hegemonya tesisi ile karşıladı.
1929 Dünya krizi ile karşılaştırılan, Türkiye için en travmatik ağırlığını 1970’li yıllarda hissettiren ekonomik kriz, işsizlik, hayat pahalılığı, yoksullaşma hallerine eşlik eden yolsuzluk ve yasaklar adeta savaş hakikatine karşılık helal kılındı.
Savaş ile ülkenin içinde olduğu yoksulluk, hayat pahalılığı ve ekonomik kriz arasındaki en çıplak bağı “Patatesçilere domatesçilere sesleniyorum bir tane merminin bedelini biliyor musun sen?” sözleri ile ülkenin Cumhurbaşkanı ifşa etse de ne yazık ki bir savaş, şiddet karşıtı hareket bunca yoksulun, yoksulluğun ve yoksunluğun ortasında kurulamadı!
Türkiye geneli yaptığımız pek çok saha araştırmada halkın, ülkenin en büyük sorun sıralamasında, Kürt meselesi veya çatışma ortamı ilk 3 sıraya giremedi örneğin. Ekonomik kriz de Kürt meselesinin çözümsüzlüğünü veya çatışma/savaş etkisini öncelikli görenlerin oranı %11’leri pek geçemedi. Bunların çoğunun Demokratik Toplum Partisi ve öncüllerine oy verenlerden oluştuğunu söylememe gerek bile yok! Bölge kentlerinde yapılan saha araştırmalarında ise bu durum belirgin farklar gösterdi. Bölge illerinde yaşayan her 5 kişiden en az 3’ü ekonomik kriz hatta adalet sistemindeki bozulma, hukukun üstünlüğünden uzaklaşma ve demokratikleşme olanaklarından uzaklaşmada Kürt meselesindeki çözümsüzlük ve çatışma politikalarını etkili görüyor. Bu verileri pekâlâ, içinde olunan kriz sarmalının gerekçelerine farklı parametrelerle bakan iki farklı toplum var diye yorumlamak da mümkün, Türkiye genelinde krizlerin ana parametrelerini görme, tanımlama zaafı var diye yorumlamak da mümkün.
Savaş/çatışma politikaları ile kriz arasındaki ilişkiyi aslına bakarsanız savunma ve güvenliğe ayrılan bütçe oranları da oldukça çıplak söyler; bakın bunca yoksulluğun ortasında, Savunma ve güvenlik birimleri için 2023 yılında ayrılan kaynak 529 milyar lira iken (ki bu muazzam bir miktar), 2024 yılında yaklaşık 971 milyar lira ödenek öngörülmüş!
Verilere göre 2000’de kamu harcamalarının %9,23’ünü oluşturan askeri harcamalar, 2015’te %5,46’ya düşerek tarihinin en düşük seviyesine gerilemiş. 2015 yılında müzakere sürecinin sona ermesiyle birlikte 2020 yılında askeri harcamalar bütçenin %7,52’sini oluşturmuş ve milli gelirin %2,77’sine ulaşmış. 2024 askeri harcamalar bütçesi ise en yüksek harcama payına sahip.
2023 yılında bütçe harcamalarının yaklaşık %10’u savaş harcamaları için ayrılmıştı. 2024 yılı için ayrılan miktar, oranın nasıl da büyüyeceğini gösteriyor. Aslına bakarsanız Türkiye dünyanın en çok savunma ve silahlanma harcaması yapan ilk 20 ülkesi arasında! Ülkeleri ekonomik koşullarına göre değerlendiren Hanke’nin Yıllık Sefalet Endeksi’ne göre Türkiye, 2022’de sefaletin en yüksek olduğu 10. ülke olarak sıralandı. Son iki yılda ekonomik krizin ve hayat pahalılığının durdurulamamış olması bu sıralamada birkaç puan arttırmış görünüyor.
Oysa pahalılık ve yoksulluğun toplumun geniş kesimlerinin hayatını cehenneme çevirdiği koşullarda savunma ve silahlanmaya ayrılan pay ile binlerce okul ya da hastane yapılabilir. Yüzbinlerce aile hiç değilse asgari ücret seviyesinde gelire sahip olabilir, 12 bin 500 TL gibi gayri insani bir gelire mahkûm edilen tek bir emekli kalmayabilirdi!
Peki, savaşa silaha yatırımın öncelendiği demokrasi ve siyaset araçlarının zayıflatıldığı ülkelerde yoksulluk dışında bilin bakalım başka ne olur? Toplumsal kriz olur! Toplum olabilme değerleri zedelenir, çürüme büyür. Sonunda da toplum çöker. Peki, kaçımız bu yaşananların aslında toplumu, toplum olabilme koşullarını çökertmeye başladığını görebiliyor? Korkarım ki çok azımız! Daha doğrusu çıkışı örgütleyemeyecek kadar çok az kişi durumun farkında…
Oysa bu durumdan çıkışın altın bir anahtarı var: Kürt sorununda çözüm siyasetinin öncelenmesi. Kürt sorununu çözmek için ise altın değerindeki bir diğer fırsat İmralı. Bu fırsatı değerlendirmek için ise öncelikle tecride son vermek gerekiyor. Şimdi birçoğunuz “tecrit ile bu yaşananların ne alakası var” diyor olabilir. Onlara o halde tecridin zayıflatıldığı, çözüm olanaklarının olduğu, çözüme dair görüşmelerin yaşandığı zamanla çatışmaların büyütüldüğü zamanları yeniden kıyaslamalarını öneririm.
Görün ya da görmeyin; Türkiye’nin içinde olduğu kriz hallerinden çıkışının, yeniden demokratik bir kuruluşa yönelmesinin en büyük altın fırsatı Kürt meselesini çözme gücü göstermesi; bunun için de tecridi sonlandırması zorunluluğudur. Bu nedenle İmralı’daki tecridin sonlandırılması çağrısı her şeyden önce Türkiye’nin çıkış koşullarına sahiplenme çağrısı olacaktır.