Çok uzak, çok yakın: William Saroyan
Dila Keleş 29 Ağustos 2024

Çok uzak, çok yakın: William Saroyan

Doğumla birlikte yalnız ve savunmasız halde dünyaya bırakılmış insanın, kendilik bilincini oluşturabildiği güvenli yer arayışına sürekli engeldir göçler.

Dünya, insan için yuva olduğu kadar bir sürgün yeridir. Politik, ‘insani’ ya da ontolojik sebeplerle, meskun mahal edinmenin olanaksız olduğu bu zorlu yeryüzünde durmadan göç eder, yer değiştiririz.

Kimliğimizi, ihtiyaçlarımızı, arzularımızı anlamanın, hayatı bildiğimiz gibi yeniden üretebilmenin mümkün olduğu bir mahale, bir eve, bir dile ve yakınlık kurabildiğimiz bir topluluğa yerleşip kök salmayı ararız.

Göçle, dilimiz ve dilin yüklendiği, biz daha onları bilmeden önce hatıramıza iliştirilen anılar da bizimle gelir.

*

Amerikan edebiyatının en iyi öykü ve oyun yazarlarından sayılan, yapıtları Amerikan dili ve edebiyatı derslerinde okutulan, hayattayken çokça itibar görmüş, Pulitzer ve Oscar gibi ödüllerle taltif edilmiş William Saroyan da yazdıklarıyla, varolma sevinciyle, inadıyla ve kırılganlığıyla bir göç insanıydı. Yarım kalmışlığı alt edebilen bir yazardı.

Bitlis’ten ABD’ye göç etmiş bir Ermeni ailenin 1908’de bu ülkede doğan ilk çocuğudur Saroyan (Amerikalılara telaffuzu zor geldiği için değiştirilmeden önceki haliyle: Aram Karaoğlanyan). Küçük yaşta babasını kaybeder, bir süre yetimhanede kalır, ardından annesi ve kardeşleriyle tekrar bir araya gelir; okula gider ama resmi eğitimle arası iyi olmaz. Evin geçimine katkıda bulunmak için gazete satar, az para getiren işlerde çalışır.

*

1930’lu ve 1940’lı yıllarda yayımlanan, Türkçe okurunun ancak 1960’lı yıllarda Varlık Yayınları ve Cem Yayınevi’nden çıkan çevirileriyle tanıdığı öykülerinde (Altın Çağ, Aram Derler Adıma) çocukluğu ve göçmenliği anlatır Saroyan.

İki temel karakteri vardır: Biri, bambaşka ülkelerden ABD’ye gelen ailelerin bu ülkede doğmuş, haliyle İngilizceyi anadili olarak öğrenmiş, yeni vatanın çocuklar için pek de dostane olmayan koşullarında, evdeki kimliklerinin değer kalıplarıyla kendileri olmaya çalışan çocuklardır.

Ermeni, Yunan, Meksikalı, Portekizli oğlan çocukları… Özbenlikleri ve arkadaşlıkları sıkı bir ‘delikanlılık’ etiğine dayanır: Birbirlerini kollar, yardıma ihtiyacı olanlara el uzatır, sır tutar, gaz pedalına yetişmeyen ayaklarıyla otomobil kullanır, azgın sularda yüzer, büyük şehirde mevsimlik işlerde çalışmaya giden büyüklere refakat ederler.

Haylaz, hınzır ve asi ama bir o kadar da dürüst ve cesurdurlar; dayak yerken dahi ağlamaz, ibadet için bile olsa diz çökmezler.

Genellikle Amerikan taşrasında geçen (ve zaman zaman insana kahkaha attıran) öyküler bu çocukların gözünden anlatılır, onların merkezinde durduğu bir duygu ve tecrübe haritası çizer.

Saroyan’ın yarattığı ikinci temel karakter de, çocukların aile üyeleri; yani yabancı bir ülkede, kol emeğinden başka sermayesi olmadan hayata tutunmaya çalışan ilk kuşak göçmenler.

Kimi hayalcidir yetişkinlerin; doğanın yasalarına meydan okur, yeni dünyanın kurallarını hiçe sayar. Olmayacak işlerde dikiş tutturmakta, yenemeyecekleri rakiplerle dövüşmekte inat eder, sonunda yine kaybederler.

Kimiyse suskun ve kederlidir. Dilini bilmedikleri insanların arasında yapayalnızdırlar. Geride kalanlara duydukları özlem, mutlu bir evlilik ve sağlıklı çocuklarla müreffeh bir yaşam sürmekle dinmeyecek kadar derindir.

Susarlar; suskunluk yabancılıklarının işareti, ‘başkalıklarının’ zırhıdır. Geri dönmeye niyetli değillerse de bu uçsuz bucaksız ülkeyi yurt kabul edip Amerikan toplumuna ‘entegre olmak’ istedikleri de son derece kuşkuludur.

*

Saroyan, köklerinden koparılan, yabancılık çeken ve hem dile gelmez hem de yeri dolmaz bir eksiklik duygusu taşıyan bu insanlara, yaşamının ilerleyen yıllarında yazdığı Paris-Fresno Güncesi’nde (Aras Yayıncılık, 2001) ‘kaçıklık’ teşhisi koyar. Kaçıklık; uyumsuzluk, tedirginlik ve güvensizlik demektir, anlamlandırma ve iletişim zincirinde bir kopmadır:

“Başkalarını gözlemlediğim zaman, yani başka ailelerin çocuklarını, kendi çocuklarımı ve (…) kendimi düşünürüm. (…) Öteki çocuklar kim oldukları, bu dünyadaki yerleri ve yapıp ettikleri konusunda fevkalade rahattır. Oysa biz Ermeniler için bu ta en başından beri müthiş bir mücadeledir.

(…) Kaçıklık ailemin her kolunda kendini gösteren başat bir özellik. Çatlak olmayan birini bulmak mümkün değil. Neden böyle? Nasıl bu hale geldik?”

*

Saroyan’dan yalnızca bir yıl sonra, 1909’da doğan ve 1913’te ailesiyle Amerika’ya göç eden Kayserili yönetmen Elia Kazan, anadili Rumca ile Türkçeyi rahatlıkla konuştuğunu ifade eder.

Saroyan ise Ermenice bilmiyordu. Bu dilde bildikleri, çocukluğunda duyduğu ve çoğunlukla yanlış telaffuz edip, anlamını yanlış hatırladığı bazı Ermenice sözcüklerden ibaretti.

Saroyan’ın anadiliyle bağı, tıpkı Sevim Burak’ın Yiddişle, Cemal Süreya’nın Zazacayla arasındaki o gizil bağ gibidir. Nasıl ki Burak ve Süreya, daimi bir arzu ve arayışla bağlandıkları anadillerinden uzak, Türkçede benzersiz bir söyleyiş ve dil imgesi yarattılarsa, Saroyan da İngilizcede kendine özgü (ve onun adıyla anılacak – Saroyanesque) bir anlatım dili kurdu.

Zihninde uğuldayan kayıp diline -evin ve çocukluğun diline- rağmen, bu dilin hatırası ve sezgisiyle yüklü halde İngilizceye yerleşip kök salabildi. Kitaplarından (oyun, öykü, roman, mektup vs.) milyonlarca dolar elde etti, birçok şehirde yerleşik hayat sürebildi.

*

William Saroyan genellikle çağdaşları Hemingway, Fitzgerald, Faulkner gibi Amerikalı yazarlarla anılır. Bense onu düşününce hep Yaşar Kemal ve Ruhi Su gibilerini hatırlarım. Kocaman gülüşlü, coşkulu, yaşamaktan muazzam tat alan, hayata ve ürettiklerine (yazdıklarına, şarkılarına hatta ektikleri tohumlara ve büyüttükleri ağaçlara) tutkuyla bağlı insanlar görürüm onlarda; ama gülüşlerinin, hükmedici auralarının ardında bir keder, bir kırgınlık, kabullenilmemiş bir yenilgi taşırlar: Anadolu kumaşı denebilir belki buna.

*

Saroyan ölümünden kısa bir süre önce her zamanki muzipliğiyle Associated Press’in San Francisco bürosunu arayarak, ölüm ilanında son sözleri olarak şöyle yazmalarını ister:

“Muhakkak ki herkes ölecek, ama benim için bir istisna yapılacağını düşünmüştüm hep. Ne oldu şimdi?”

*

Saroyan ölüm yıldönümünden ziyade 31 Ağustos’taki doğum günüyle anılmayı hak ediyor bence.

İyi ki doğdun, iyi ki yazdın Saroyan!

* ilketv.com.tr’de yayımlanan yazılar, yazarların görüşlerini yansıtmaktadır. Yazılar İlke TV’nin kurumsal bakışıyla örtüşmeyebilir. Yazıların tüm hukuki sorumluluğu yazarlarına aittir.