Brezilya sokaklarında yıllardır aynı slogan yankılanıyor: “Demarca já!” – “Hemen demarkasyon!” İlk bakışta teknik bir terim gibi görünse de, demarkasyon bugün toprağın, yaşamın ve sınıf mücadelesinin tam ortasında duruyor.
En basit haliyle demarkasyon, sınır çizme ve bu sınırın resmen tanınması demek. Ama mesele sadece haritaya çizilmiş bir çizgi değil; o çizginin kimi koruyup kimi açıkta bıraktığı.
Yerlilerin toprağı, şirketlerin sınırı
Brezilya’da “demarcação de terras indígenas”, yerli halkların tarihsel topraklarının devlet tarafından resmen tanınması anlamına geliyor. Bu tanıma, kâğıt üzerinde görünen bir idari işlem olmanın çok ötesinde, hayatın akışını değiştiren sonuçlar yaratıyor. Bu alanlara maden, baraj, petrol-gaz projeleri ve dev tarım şirketleri eskisi kadar rahat giremiyor; yerli halkların kolektif varlığı, geçim biçimi ve dünyayla kurdukları ilişki en azından kısmi bir hukuki zırh kazanıyor.
Bu yüzden “Demarca!” talebi aslında şunu söylüyor: “Toprağımızı piyasaya açma. Burası bizim yaşam alanımız.”
Devlet ve şirketler açısından ise demarkasyon, Amazon’un büyük bölümünün “sınırsız yatırım alanı” olmaktan çıkarılması demek. Tam da bu nedenle demarkasyon erteleniyor, daraltılıyor, geri alınıyor. Burada demarkasyon, sermayenin iştahına çizilen sınır anlamına geliyor.
Haritadaki çizgi, sınıfsal çizgi
Demarkasyonun bir de siyasal anlamı var: Kiminle, kimin karşısında durduğunu netleştiren çizgi.
İklim krizinin ortasında bugün iki hat giderek belirginleşiyor. Bir tarafta ormanları “karbon kredisi”, yerli topraklarını “doğa temelli çözümler” adıyla yeni finans oyunlarının konusu yapmak isteyenler var; ormanı, biyolojik çeşitliliği ve toprağı borsada alınıp satılabilecek varlıklara dönüştürmeye çalışan, yeşil badanalı birikim stratejileri. Diğer tarafta ise “Demarca!” diyerek toprağını, ormanını, nehrini savunan yerli halklar, köylüler, balıkçılar, kadınlar, işçiler duruyor.
Demarkasyon, bu iki hattın arasında çekilmesi gereken çizgi. “İklim krizini karbon piyasaları ve yeşil aklama ile yönetmek isteyenlerin tarafında değiliz; toprağı savunanların yanındayız” deme cesareti.
Türkiye’den bakınca: Mera mı, maden mi?
Türkiye’de her yeni maden ruhsatı, HES, taş ocağı, RES projesi, imar planı değişikliği aslında fiili bir demarkasyon işlemi. Bir imzayla meranın, ormanın, zeytinliğin, su havzasının sınırı şirket lehine yeniden çiziliyor.
Köylüler, hayvancılıkla, küçük tarımla, gündelik emeğiyle geçinenler, kuşaklar boyunca kullandıkları alanların dışına itilmek isteniyor. Karadeniz’de “vadimizi vermiyoruz” diyenler, Kazdağları’nda, Fatsa’da, İkizdere’de “kazma bırak” diye haykıranlar tam da bunun farkında: Çizilen her sınır, kimin yaşamının içeride, kimin dışarıda bırakıldığını belirliyor.
Amazon’daki “Demarca!” ile Türkiye’deki “Toprağımızı Vermiyoruz” bu yüzden aynı cümle. Biri Portekizce, diğeri Türkçe; ama ikisi de aynı soruyu soruyor: Bu toprak kimin?
Çınar’ın Çömçeli köyü: Zırhlı ablukanın çektiği sınır
Bu tartışmanın Türkiye’deki en somut yüzlerinden biri, daha birkaç gün önce Amed’in Çömçeli köyünde yaşananlar.
Çömçeli’de yıllardır meralar, tarlalar, zeytinlikler ve su kaynakları köylülerin ortak yaşam alanı ve geçim kaynağıydı. Hayvanlar o meralarda otladı, kadınlar o meralardan getirdikleri otla, odunla evi ayakta tuttu; su yolları, tarlalar, patikalar köyün ortak hafızasına kazındı.
Sonra OYAK Çimento’nun açmak istediği pomza madeni için verilen ruhsatlar ve “yatırım” adı altında alınan kararlarla, bu alanların sınırları kâğıt üzerinde sessizce yeniden çizildi. Köylüler, yıllardır ekin ektikleri, gölgelenip soluklandıkları arazilere bu kez ölçüm yapan mühendislerle, kazık çakan şirket görevlileriyle ve onlara eşlik eden jandarma birlikleriyle birlikte bakmak zorunda bırakıldı.
Diyarbakır Barosu Çevre Komisyonu’nun aktardığına göre, Mart 2025’te yaşam alanlarını savunan köylülere jandarma tarafından çocuk, kadın, yaşlı gözetmeksizin yakın mesafeden yoğun silah atışı yapıldı; bu orantısız müdahaleye dair görüntüler, mermi kovanları ve tanıklar olmasına rağmen köylüler adına yapılan suç duyurusu etkin bir soruşturma yürütülmeden takipsizlikle sonuçlandı.
Yetmedi. Kasım sonunda köyde basın açıklaması yapmak isteyen ekoloji dernekleri ve köylüler, hiçbir hukuki dayanağı olmadan, tamamen keyfi bir kararla yüzlerce asker ve zırhlı araçla ablukaya alındı. Köyün giriş çıkışları kapatıldı; çocukların eğitimi aksadı, köy halkı fiilen hürriyetinden yoksun bırakıldı.
Yani demarkasyon artık yalnızca haritada çizilen bir sınır değildi; zırhlı araçların, uzun namlulu silahların ve jandarma barikatlarının çektiği canlı bir çizgiye dönüştü. Köylülerin meraya, suya, tarlaya giden yolları, toprağı savunma haklarıyla birlikte daraltıldı.
Çömçeli’de köylüler ve ekoloji örgütleri şimdi hem pomza madeni projesine karşı açtıkları iptal davasının, hem de ikinci kez yaptıkları suç duyurusunun peşindeler.
Haritada çekilen yeni çizgi, burada açıkça şunu söylüyor: “Burası artık maden sahası, yatırım alanı. Siz kendi toprağınızda fazlalıksınız.”
“Talan yasası” sonrası 4800 yeni maden ruhsatı: Sermayenin demarkasyonu
Tam bu sırada, ekoloji hareketinin “talan yasası” adını verdiği yasal düzenlemelerle birlikte, doğa ve yaşam savunucularının kaygıları daha da derinleşti. Maden yatırımlarının önündeki denetim ve izin süreçleri daha da gevşetildi; koruma alanları, ormanlar, meralar üzerindeki hukuki güvenceler kâğıt üzerinde bırakıldı; ÇED süreçleri ya baypas edildi ya da formaliteye indirildi.
Bu düzenlemelerin ardından kısa süre içinde 4800’ün üzerinde yeni maden ruhsatı verildi. Bu sayı, haritada beliren 4800 yeni yara demek. Her bir ruhsat, bir köyün merasını, bir ormanın içini, bir su havzasını, bir yaylayı, bir zeytinliğin geleceğini hedef alıyor. Çömçeli’de, Akbelen’de, Kaçkar dağlarında yaşananların, ülkenin dört bir yanında binlerce kez daha tekrarlanacağı anlamına geliyor.
Demarkasyon, burada diğer yüzüyle görünür oluyor: Sınırı halk değil, şirketin çıkarını koruyan kalemler ve askerin silahları çiziyor.
Sınırı kim, kimin yararına çiziyor?
Topraklar hakkında karar verenler, o topraklarda yaşayan halklar mı; yerel meclisler, kooperatifler, kadın örgütleri, köylü dernekleri mi? Yoksa bakanlık koridorları, ulusal ve uluslararası şirketler, finans kuruluşları ve onların masa başı fizibilite raporları mı?
Kâğıt üzerindeki çizgi, kalemin kimin elinde olduğuna göre anlam değiştiriyor. Yerli halkların demarkasyonu, onları koruyorsa adil; ama aynı sınır, söz haklarını kısıtlayıp onları sıkıştırılmış “rezervlere” kapanmaya zorluyorsa, hareket alanlarını daraltmak için kullanılıyorsa tartışmalı hale geliyor.
Bugün demarkasyon talebini sahiplenmek, açıkça taraf seçmeyi gerektiriyor. Sınırlar, şirketlerin yatırım alanını garantiye almak için mi çizilecek; yoksa halkların, yerli toplulukların, köylülerin, kadınların, işçilerin yaşam alanlarını korumak için mi?
Brezilya’da “Demarca já!” diye haykıranların sesiyle, Türkiye’de “Toprağımızı Vermiyoruz” diyenlerin, Çömçeli’de zırhlı ablukanın gölgesinde toprağını terk etmeyenlerin, İkizdere’de vadisini savunanların, Kazdağları’nda orman nöbeti tutanların, Karadeniz’in derelerini savunanların sesi birleştiğinde, demarkasyon gerçek bir talep haline geliyor.
Bu talep, ekolojik yıkımla yaşam savunusu arasına çekilen politik çizgi haline geliyor. Ve geriye cevaplamamız gereken en kritik soru kalıyor:
Biz bu çizginin hangi tarafındayız?




