Oval Ofis’in ağır kırmızı perdelerinden sızan loş ışık, yalnızca odanın atmosferini değil, dünya siyasetinin bulanık, şekilsiz ve giderek absürtleşen doğasını da ele veriyordu. O gün, diplomasi tarihine geçecek bir gösterinin perdesi aralanıyordu. İrrasyonel güç gösterileriyle devlet aklının grotesk doğası, sahnede vücut buluyordu.
Bir yanda, küresel düzenin kartlarını elinde tutan fakat onları bir kumarbaz pervasızlığıyla masaya savuran Trump; diğer yanda, bir devlet adamından çok, modern çağın absürd bir trajedi kahramanına dönüşen Zelenski. Amerikan diplomasisinin vitrin düzenleyicileri sahnedeki yerlerini almış, Oval Ofis ise artık bir müzakere odası olmaktan çıkıp tarih kitaplarında Kafkaesk bir dipnot olarak anılacak siyasi bir tiyatro sahnesine dönüşmüştü.Nezaket? Protokol? Devlet adamlığı? Bir zamanlar ciddiye alınan bu kavramlar, o gün sahneden silinmişti. Diplomasi, gerçekliğin kaygan zemininde popüler kültürle iç içe geçmiş, Shakespeare’in kaleminden çıkmış bir siyasi farsın içine sürüklenmişti. Ancak absürtlüğün doruk noktası henüz yaşanmamıştı: Görüşme öncesine alınan basın toplantısı, diplomatik teamüllere meydan okuyor, devlet aklının kurallarını tersyüz ediyordu.Bu düzen, bir kasaba kahvehanesinde kumarbazların oyuna başlamadan önce kartlarını açık etmesine benziyordu. Özenle seçilmiş gazeteciler, sahnenin figüranlarıydı. Gerçekler filtreden geçirilmiş, sorular elenmiş, cevaplar çoktan yazılmıştı. Diplomasi, artık bir sanat değil, önceden prova edilmiş bir performanstı. Oval Ofis artık yalnızca bir yönetim merkezi değil, post-modern çağın en sıra dışı politik performanslarının sergilendiği bir gösteri sahnesiydi. Ve perde, bir daha kapanmamak üzere açılmıştı.
İlk perde başlı başına bir hiciv ürünü sayılabilirdi. Ancak burada sahnelenen yalnızca ironik bir gösteri değil, aynı zamanda Deli Adam Teorisi’nin (The Madman Theory) en ileri aşamasına tanıklık ettiğimiz bir oyundu. Öngörülemezliğin ve irrasyonalite görüntüsünün mutlak güce dönüşmesi… Richard Nixon’dan miras kalan ve Trump tarafından adeta bir sanata dönüştürülen bu strateji, Makyavelist aklın modern dünyadaki grotesk yansımasıydı.
Machiavelli’nin Prens’inde vurguladığı gibi, bir hükümdar bazen irrasyonel görünerek karşıtlarını dengesizleştirmeli, korku salarak otoritesini pekiştirmeliydi. Fakat burada mesele bir stratejiden çok daha fazlasına dönüşmüş, diplomasi tamamen post-modern bir tiyatroya evrilmişti.
Peki ya Zelenski? Bu oyunun figüranı mıydı, yoksa asıl kurbanı mı? Belki de her ikisi birden. Ukrayna’nın seçilmiş lideriydi, ancak devlet yönetme sanatında eğreti bir duruş sergiliyordu. Bir muktedir olmaktan ziyade, trajik bir çağın anlatıcısına dönüşmüştü. Bu yönüyle Zelenski, Eski Ahit’teki Yeremya peygambere benziyordu: “Ölüm kapılardan içeri girdi, sarayları istila etti.” Ancak arada temel bir fark vardı: Yeremya Tanrı’dan vahiy alırken, Zelenski Oval Ofis’te Trump’ın alaycı gülümsemeleri arasında var olmaya çalışıyordu.
Deli Adam Teorisi’ni ontolojik bir çerçeveye oturttuğumuzda, özünde büyük bir çelişki yattığını görürüz. Bilinçli irrasyonalite mümkün müdür? Eğer bir lider kasıtlı olarak akıldışı davranıyorsa, bu aslında son derece rasyonel bir stratejidir. İşte burada Heidegger’in Varlık ve Zaman’da bahsettiği ontolojik kopukluk devreye girer: Görünen ile olan arasındaki boşluk. Trump’ın irrasyonel görüntüsü, gerçekte yalnızca kaosun değil, aynı zamanda sofistike bir güç oyununun da maskesiydi. Fakat eğer herkes bu oyunu oynamaya başlarsa, dünya, Nietzsche’nin “Güç İstenci” teorisinde bahsettiği kaotik döngüye hapsolur. Oval Ofis’te tam da bu yaşanıyordu.
Zelenski, savaşın ateşinde yanmış bir ülkenin lideri olarak buradaydı, ancak kendini inandırıcı kılamıyordu. Çünkü Deli Adam Teorisi, yalnızca gücünü pervasızca kullanabilenlerin elinde etkili bir silaha dönüşebilirdi. Zayıf bir lider aynı öngörülemezliği sergilemeye kalkarsa, bu yalnızca bir komediye dönüşürdü. Zelenski, dramatik varoluşuyla Homeros’un İlyada’sındaki Hektor’dan çok, Cervantes’in Don Kişot’una benziyordu—Oval Ofis’te rüzgârlara karşı kılıç sallayan bir figür…
Deli Adam Teorisi’nin temel ilkesi şudur: Eğer bir lider yeterince akıldışı görünürse, düşmanları onun ne yapacağını kestiremeyerek geri adım atar. Nixon, Sovyetlere karşı bu stratejiyi uygulamıştı. Trump, aynı yöntemi Avrupa ve Çin’e karşı devreye soktu. Ancak tarih boyunca görüldüğü gibi, bu strateji ters tepebilir. Eğer herkes deliliği bir silah olarak kullanmaya kalkarsa, dünya çoklu irrasyonalite dönemine girer. Bu noktada, kutsal metinlerdeki kaos anlatıları hatırlanmalıdır.Tevrat’taki Babil Kulesi kıssasını hatırlayalım: İnsanlık, Tanrı’ya ulaşmak için göğe yükselmeye çalışır. Ancak Tanrı, dillerini karıştırarak onları birbirlerini anlayamaz hale getirir ve düzeni bozar.
Oval Ofis’te yaşanan kriz, modern çağın Babil Kulesi anıydı. Küresel sistemin dili çözülmüştü. Artık hiçbir lider diğerini tam olarak anlamıyordu; çünkü herkes bilinçli bir irrasyonalite oyunu oynuyordu. Trump, Avrupa’ya ve dünyaya istediğini söylüyor, tehditler savuruyor, dalga geçiyor ve bazen bilinçli, bazen de içgüdüsel olarak kaotik bir enerji yayıyordu. Fakat bu stratejinin ironik bir sonucu oldu: Avrupa irkildi. Trump’ın irrasyonel politikaları, Avrupa Birliği’ni kendi güvenlik mimarisini düşünmeye itti. Deli Adam Stratejisi, istemeden yeni bir güç dengesinin yolunu açmış gözüküyor.
Ancak Zelenski’nin durumu farklı. Onun Oval Ofis’teki varlığı, Ukrayna’nın Batı için artık bir yük haline geldiğinin göstergesiydi. Max Weber’in otorite tipolojisi bağlamında düşündüğümüzde, karizmatik liderlerin etkisi zamanla zayıflar. Zelenski’nin liderliği, savaşın başında kahramanca bir direniş anlatısına dayanıyordu. Ancak savaş uzadıkça ve Batı’nın ilgisi dağıldıkça, bu anlatı giderek yıprandı. Oval Ofis’teki o gergin an, işte bu çöküşün en net ifadesiydi.
Peki, Deli Adam Stratejisi dünyayı nereye sürüklüyor?
Oval Ofis’teki bu tuhaf sahne, yalnızca bir diplomatik kriz değil, uluslararası düzenin erozyona uğradığının en açık göstergesi. Eğer her lider irrasyonel görünmeye çalışırsa, dünya diplomatik bir distopyaya sürüklenir. Thomas Hobbes’un Leviathan’ında tasvir ettiği gibi, “Herkesin herkesle savaşı” durumu ortaya çıkar. Geleneksel müttefiklik ilişkileri çözülür, küresel sistem amorf bir yapıya bürünür, kaos norm haline gelir.
Eğer dünya, Deli Adam Stratejisi’ni sürdürülebilir bir güç aracı olarak kabul ederse, bunun nihai sonucu küresel bir çatışma olacaktır.
Fakat tarih bize şunu da öğretir: Kaos, bazen yeni bir düzenin doğuşuna zemin hazırlar.
Belki de Deli Adam Teorisi, eski dünya düzeninin sonunu getiriyor ve kaçınılmaz bir uluslararası dengeyi tetikliyor. Ancak bu dengenin neye benzeyeceği hâlâ bir muamma…