Bellek ve mekânın ötesinde şekillenen tin ve toplum, yalnızca tarihsel veya mekânsal bir fenomen değildir; aksine, bireylerin ve toplulukların zamanla yaşadığı kimlik krizlerine ve tinsel gaiplik deneyimlerine kapı aralayan dinamik süreçlerdir. Bu gaiplik, bireyin ya da toplumun hem fiziksel hem de manevi anlamda kendini yitirdiği, yabancılaştığı ve ötekileştiği bir boşluk yaratır; bu durum, tarihsel ortak deneyimlerden aşina olduğumuz bir gerçekliktir. Ancak bu boşluğu, aynı zamanda yeni anlamların ve kimliklerin inşası için bir fırsatlar bütünü olarak da görmek mümkündür. Toplumsal bellek, bu noktada, yeniden inşa edilebilir ve yeniden anlamlandırılabilir hipotetik bir kurgu olarak karşımıza çıkar. Gaiplik, her ne kadar bir yokluk ya da kayboluş hâli gibi görünse de, potansiyel olarak yeni yaratımların filizlendiği bir zemindir.
Walter Benjamin, mekânın ve tarihin tinsel boyutlarına dair düşünceleriyle düşünce dünyasında aşkın izler bırakmıştır. Ona göre, geçmişte yaşanan olaylar ve mekânlar hiçbir zaman bütünüyle kaybolmaz; aksine, tarihin derinliklerinde, toplumsal belleğin katmanları aracılığıyla yeni anlamlar ve sembollerle yeniden gün yüzüne çıkar. Bu düşünce, toplumsal belleğin sürekli bir yeniden inşa ve oluş sürecinde olduğuna dair güçlü bir umut ihtiva eder. Benjamin’in ünlü “Tarih Meleği” metaforu, geçmişin yitirilmiş unsurlarının tinsel bir gaiplikle iç içe, yeni varoluş biçimlerine evrilebileceğini ima eder. Bu bağlamda, toplumsal bellek ve mekân arasındaki ilişki, özellikle tarihsel olarak travmatik deneyimler yaşamış topluluklar açısından oldukça önemlidir. Êzidîlerin toplumsal yaşamı, savaşlar, fermanlar, soykırım ve köklü-süreğen toplumsal travmaların izleriyle şekillenmiştir. Benjamin’in tinsel perspektifi, bu süreçlerin yalnızca fiziksel mekânlarla sınırlı kalmadığını, aynı zamanda toplulukların bellek kaybına ve kimlik krizlerine sürüklendiğini öne sürer. Bu bakış açısı, Êzidîlerin tarih boyunca maruz kaldıkları yıkıcı momentleri anlamak için önemli bir çerçeve sunar. 1970’lerden itibaren Türkiyeli Êzidîlerin ana topraklarını terk etmek zorunda kalmaları, onları yalnızca fiziksel olarak köklerinden koparmamış, aynı zamanda mekânın ve belleğin kaybına dayalı derin travmaları da beraberinde getirmiştir. Bu travmalar, Êzidîlerin kimliklerine ve topluluklarının kolektif hafızasına sarsıcı bir şekilde nüfuz ederken, geçmişle olan bağlarını yeniden sorgulamalarına yol açmıştır.
Sosyolojik açıdan, mekân kaybı, bireylerin toplumsal yapılarla olan ilişkilerini zedeleyerek kolektivizm bilincini köklü bir şekilde sarsar. Bu çerçevede, bellek kaybı yalnızca bireysel bir yara olarak değil, aynı zamanda kolektif bir travma olarak kendini gösterir. Êzidîlerin coğrafi ve kültürel bağlarının koparak mekânla ilişkilerinin aşınması, onların kimliklerini yeniden inşa etme çabalarını zorlaştırarak toplumsal dayanışmayı ve kültürel sürekliliği tehdit eden ciddi sorunlar doğuruyor. Bu kayıpların yarattığı boşluk, topluluk içinde tinsel bir gaiplik hissi yaratırken, geçmişle olan bağların zayıflaması, yeni bir varoluş biçiminin ortaya çıkışını da engeller.
Benjamin’in aşkın düşüncelerinde, mekânın ve zamanın, öznel deneyimlerle biçimlendiği vurgulanırken, geçmişte yaşanan acıların ve kayıpların yalnızca tarihsel olaylar olarak değil, bireylerin ve toplulukların ruhsal yapılarında derin izler bırakan deneyimler olarak ele alınması gerektiği ortaya konur. Êzidîlerin karşılaştığı travmalar, tarihsel bellekle bireysel ve kolektif kimlik arasındaki karmaşık ilişkiyi çarpıcı bir biçimde gözler önüne serer. Bu bağlamda, geçmişin yeniden anlamlandırılması ve mekânın tinsel boyutlarının keşfi, Êzidîlerin gelecekteki varoluşlarını yeniden inşa etmeleri için hayati bir önem taşır.
Edebi bir dille ifade edecek olursak, mekânın ve tarihin tinsel boyutları, Êzidîlerin hikâyesinde yankılar hâlinde yükselir. Geçmişin derinliklerinden gelen sesler, travmalarla şekillenmiş belleklerin izlerini taşırken, her kayıptan doğan yeni anlamlar, yeniden inşa edilen bir kimliğin harcını oluşturur. Bu noktada, Benjamin’in “Tarih Meleği” metaforu, bu dönüşümün sihirli anahtarı olarak devreye girer; belleklerin silinmediği, aksine yeniden canlandığı bir evrende, Êzidîlerin geçmişle olan bağlarını güçlendirecek tinsel bir yolculuğun kapılarını aralar. Böylece mekân kaybı ve bellek travması, sadece geçmişin izlerini taşımakla kalmaz, aynı zamanda geleceğe dair umut ve yeniden doğuşun temellerini de içinde barındırır.
Êzidî cemaatin, zamanla diaspora topluluklarına dönüşme süreci, yerleşik oldukları coğrafyanın tinsel ve tarihsel hatıralarının silinmesine yol açmıştır. Êzidîler için toprak, tarla, ev ve kutsal mekânlar, yalnızca maddi varlıklar değil, aynı zamanda toplumsal hafızanın taşıyıcıları ve kimliğin temel unsurlarıdır. Bu mekânların el konulması ve işgal edilmesi, hem bireysel hem de toplumsal düzeyde onarılması güç tinsel ve psikolojik travmalar yaratmıştır. Êzidîlerin bu mekânlarla olan ilişkisi, Heidegger’in “mekânın varlık ile ilişkisi” düşüncesi bağlamında değerlendirildiğinde, varlığın, insanın dünyada yer edinmesi ve bu edindiği yerle olan bağının bir uzantısı olarak ortaya çıktığını görürüz. Mekânın işgali ve kaybı, Êzidîlerin toplumsal varoluşunu tehdit eden ve bireysel ile kolektif belleğini derinden sarsan bir şiddet olayı olarak tarihteki yerini alır.
Ricoeur’ün (2004) “hatırlama ve unutma diyalektiği” kavramı, bu sürecin anlaşılmasında bütünlük sağlayan önemli bir referans sunar. Êzidîler, kaybettikleri mekânlara rağmen kimliklerini, toplumsal-kültürel belleklerini ve hatıralarını yaşatma çabasına girmiştir; ancak bu süreç, aynı zamanda unutmanın ve kaybın trajik boyutlarını da içermektedir ki bugün zamanın şahitleri olarak buna tanıklık ediyoruz. Zamanın bellek üzerindeki etkisini hermeneutik bir bakış açısıyla değerlendirdiğimizde, Êzidîlerin yaşadığı travmanın yalnızca bir göç hikâyesi değil, mekânın anlamı, tarihin ve hafızanın yitimi olduğunu görürüz. Bu yitim, ne yazık ki nesiller boyu sürecek bir gaiplik hissi yaratarak, Êzidî topluluğunun kültürel devamlılığını tehdit eden bir unsur olarak varlığını sürdürecektir.
Êzidîlerin yaşadığı travma ve kutsal mekânlarının kaybı, mekânın fiziksel olarak kaybı ile tinsel ve toplumsal gaiplik arasında doğrudan bir ilişki kursa da bu gaiplik her zaman kalıcı bir yok oluş anlamına gelmez. Ricoeur, unutma ve hatırlama diyalektiği bağlamında kaybedilen hatıraların ya da mekânların yeniden canlandırılabileceğini, bu gaipliğin içinden yeni bir toplumsal tinsel kimliğin doğabileceğini özellikle vurgular. Bu mütearifeye göre toplumsal bellek, yalnızca geçmişteki olayları hatırlamakla kalmaz, aynı zamanda bu olayların tinsel bir boyutta yeniden yorumlanmasına olanak tanır. Êzidîlerin el konulmuş mekânların yeniden inşa edilmesi, topluluğun ana topraklarına geri dönüşünü simgelerken, hem fiziksel hem de tinsel olarak kendilerini yeniden bulmaları için bir fırsat sunabilir. Nora’nın (1989) “hafıza mekânları” kavramı, bu sürecin işleyişini anlamada önemli bir çerçeve sunar.
Hafıza mekânları, toplumsal belleğin yeniden kurulduğu, geçmişin izlerinin korunduğu ve yeni anlamlar yüklenerek toplumsal kimliklerin yeniden inşa edildiği mekânlardır. Batman, Mardin ve Viranşehir gibi yerlerde el konulan Êzidî mülklerinin cemaate yeniden tahsis edilmesi, bu yeniden inşa sürecinin bir parçası olarak toplumsal travmaların aşılmasına ve tinsel gaipliğin sona ermesine yönelik önemli bir adım teşkil edecektir. Bu süreç, yalnızca fiziksel mekânların yeniden kazandırılmasını değil, aynı zamanda toplumsal dayanışmayı, çoğulculuğu ve kimlik bilincini güçlendirecektir. Ancak burada vurgulanması gereken, bu inşanın yalnızca fiziksel bir dönüşüm değil, aynı zamanda manevi ve tinsel bir boyutta da gerçekleşmesidir.
Bachelard’ın (1994), mekânın şiirselliği üzerine dünyaya serptiği sözleri, bu sürecin nasıl işlemesi gerektiğine dair önemli ipuçları vermektedir. Ona göre mekânlar, yalnızca fiziksel yapılar değil, aynı zamanda hatıraların, duyguların, hikâyelerin ve tinsel deneyimlerin barındığı şiirsel alanlardır. Êzidîlerin yaşadığı travmalar, yalnızca fiziksel yıkımlarla sınırlı değildir; bu yıkımlar, aynı zamanda tinsel bir gaiplik duygusunu da beraberinde getirir. Êzidîlerin kutsal mekânlarının tahrip edilmesi ve topluluklarının sürgün edilmesi, bu kaybı daha da derinleştirirken, toplumsal bellek ve mekânın yeniden inşası, bu gaipliğin aşılması için bir fırsat sunar. Ricoeur’un hatırlama ve unutma diyalektiği, bu noktada oldukça önemli bir bağlama yerleşmektedir. Ona göre, geçmişin travmaları tamamen unutulamaz; bununla birlikte, bu travmalar yeniden anlamlandırılabilir ve toplumsal kimlik bu süreçte yeniden şekillendirilebilir. Burada harekete geçmenin, aksiyonun ve elbette iradenin iyimserliği büyük önem arz ediyor. Örneğin, Êzidîlerin Şengal’de özerk bir yapıya kavuşma mücadelesi, ele aldığımız tinsel ve toplumsal yeniden inşa sürecinin önemli bir parçası olarak değerlendirilebilir. Bu özerk yapı, yalnızca fiziksel bir habitus kurma çabası değil, aynı zamanda tinsel ve toplumsal belleğin yeniden inşasını da ifade etmektedir.
Dolayısıyla, Türkiye’deki Êzidî köylerinin bir hafıza mekânı olarak yeniden inşa edilmesi, Êzidîlerin tinsel ve toplumsal kimliklerinin yeniden tanımlanması için kritik bir adım olacaktır. Bu bağlamda, Êzidîlerin verdikleri mücadele, yalnızca bir hak hukuk mücadelesi olmaktan öte, güçlü bir toplumsal hafıza mücadelesidir. Bu sürecin desteklenmesi ve paylaşılması, hem ahlaki hem de etik bir sorumluluk olarak önümüzde durmaktadır. Zira bellek ve mekânın ötesinde bir gaiplik olarak tin ve toplum, sadece bireysel değil, aynı zamanda toplumsal bir sorundur. Mekânların kaybı, toplulukların tinsel kimliklerini tehdit etse de, bu durum her zaman kalıcı bir yok oluş anlamına gelmez.
Toplumsal bellek, mekânın şiirselliği ve tinsel boyutları aracılığıyla yeniden inşa edilebilir; ancak bu dönüşüm, toplumun ana kesimlerinin desteği olmadan gerçekleşmesi oldukça zordur. Bu süreç, yalnızca fiziksel bir yeniden inşayı değil, aynı zamanda toplumsal ve tinsel bir dönüşümü de içerdiğinden, çok boyutlu bir yaklaşım gerektirir. Bu bağlamda, Êzidilere ait mekânların yeniden inşası, toplulukların kendilerini yeniden bulma ve ana topraklarına geri dönme arayışlarını desteklemenin yanı sıra toplumsal uzlaşı, hoşgörü ve dayanışma duygularını da güçlendirecektir. Bu tür mekânlar, geçmişin izlerini taşırken, hem bireysel hem de toplumsal düzeyde hafızanın canlanmasına olanak tanıyacak ve dolayısıyla Êzidîlerin kolektif kimliğinin yeniden inşasına katkıda bulunacaktır.
Mekân ve bellek arasındaki bu karmaşık ilişki, yalnızca toplumsal yapıların tinsel boyutunu anlamak için değil, aynı zamanda toplumsal düzenlemeler ve siyasi kurgular açısından da kritik bir öneme sahiptir. Mekânın toplumsal bellekle kurduğu bağ, bireylerin ve toplulukların kimliklerini şekillendirmede belirleyici bir rol oynarken, bu dinamiklerin politik süreçler üzerindeki etkisi de göz ardı edilemez. Toplumsal hafıza ve kimliklerin mekânsal boyutları, sadece sosyolojik bir inceleme alanı değil, aynı zamanda politikaların ve toplumsal mühendisliğin temel taşlarından birini oluşturarak, toplumların geçmişle olan bağlarını yeniden şekillendirme potansiyeli taşır. Bu nedenle, mekân ve bellek arasındaki etkileşim, hem tarihsel hem de güncel bağlamda, toplumsal dönüşümün dinamiklerini anlamamız açısından hayati öneme sahiptir.
Êzidîlerin tarih boyunca mekân, aidiyet, gaiplik ve kolektif-kültürel hafıza bağlamında yaşadıkları yıkıcı deneyimler ve sürekli olarak karşılaştıkları yıkım tehdidi, tarihin önemli bir kavşağında yeni bir sorumluluğu da beraberinde getirmektedir. Bu sorumluluk, özellikle Viranşehir bağlamında gün geçtikçe daha önemli ve öncelikli bir hâle gelmektedir. Tarihin “az bırakılmış” topluluklarından biri olan Êzidîler, kolektif olarak en yoğun yaşadığı son yerleşim bölgeleri olan Viranşehir’de yaşanan olayların, sadece kendi topluluklarını değil, daha geniş bir toplumsal yapıyı da etkileyen potansiyel bir dönüşüm yaratma ihtimali taşımaktadır. Viranşehir’de Êzidîlere ait gasp edilen köyler, evler ve ana topraklar, hem “dışarıdan” hem de “içeriden” harmonik bir şekilde kabul edilmiştir; bu durum, mekânın ve belleklerin yeniden inşası için bir çağrı niteliği taşımaktadır.
Bu bağlamda, toplumsal hafızanın yeniden yapılandırılması ve mekânların geri kazanılması, yalnızca Êzidîler için değil, tüm toplum için önemli bir toplumsal uzlaşı ve dayanışma zeminini oluşturma potansiyeli taşımaktadır. Geçmişin travmaları ve kayıpları üzerine inşa edilecek bir yeni anlatı, farklı topluluklar arasında bir köprü vazifesi görebilirken, aynı zamanda kültürel ve sosyal birlikteliği de güçlendirecektir. Êzidîlerin yaşadığı mekân kaybının sadece bireysel bir travma değil, aynı zamanda toplumsal bir sorumluluk olduğunun bilincinde olarak, bu mekânların yeniden inşası, adalet arayışı ve kültürel kimliklerin yeniden tanımlanması açısından kritik bir adım olarak karşımıza çıkmaktadır. Viranşehir’deki gelişmeler, geçmişin hatıralarını yaşatma ve gelecek için yeni bir umudu inşa etme yönünde bir fırsat sunmaktadır.