Yılın tüm yorgunluğunu geride bırakmak üzere her sene aynı günlerde kalbine demir attığım o adanın huzur köşesine çekildiğimde, geceye derin bir iz bırakan bir sohbetin yankılarını sizlerle paylaşmak istiyorum. Bu arzunun kökeninde, duyduklarımın sırlarla örülü olağanüstü bir gizemi barındırması yatıyor. Ancak, Göbeklitepe ve Ezidiler gibi uzak ve alışılmadık konuların, hiç beklenmedik bir anda anlatılması bu paylaşım isteğimi daha da kamçılıyor.
Tatil günleri, çoğu kişi için kısmi bir tembellik, bohem bir zevk ve merakla dolu anların yaşandığı bir zaman dilimi olsa da benim için her daim yarı mesai günlerine dönüşür. Bu sefer de öyle oldu; Ezidi cemaatinden aldığım haberler, ruhumun huzurunu bir kez daha sarstı. O gün, Irak Federe Kürdistan Bölgesi’ndeki Ezidilerin yeni bir ferman tehdidiyle karşı karşıya kaldığına dair karanlık bulutlar üzerime çökmüş gibi hissettim. Tarih, 3 Ağustos 2014’te yaşanan dehşet verici olayların yankılarını, adeta bir uyarı işareti olarak önüme seriyordu.
Gün boyunca, bu kara haberlerin gerçekliğini doğrulamak ve gereken adımları belirlemek için amansız bir çaba harcadım. Nihayetinde, kamuoyuna açık bir eyleme geçmemiz gerektiğine kanaat getirdik. Zihnimin karmaşasını toparlayabilmek ve sessizliğin huzurunda düşüncelerimi yazıya dökebilmek için, tepenin ıssız köşesindeki kafeye çekildim.
Vakit gece yarısını çoktan geçmişti ve ada, bir yalnızlık sembolü gibi derin bir sessizlik içinde kalmıştı. Beş-altı kişilik bir erkek grubu, adanın bu ıssız köşesine adım attı. Türkiye’den gelen bu orta yaşlı adamların sohbetleri, adeta tarihin derinliklerine açılan bir pencere gibi, geçmişin tozlu sayfalarına ışık tutuyordu.
Çevrede benden başka bir İngiliz aile vardı; genç bir çift ve sevimli çocukları, bu ıssız gecenin tek tanıklarıydı. Bu grup, adanın sessizliğinde birer hayalet gibi süzülürken, sohbetlerine kapılmaktan kendimi alamadım. Sohbetleri, Göbeklitepe’nin esrarengiz tarihine dair açılmıştı. Grubun en yaşlısı, cüssesiyle göze çarpan bir adam, Göbeklitepe’nin insanlık tarihi üzerindeki derin etkilerini anlatıyordu. “Bu bulgular” diyordu, “insanlık tarihini altüst etti, dinleri ve peygamberleri sorgular hale getirdi. Tüm dinler birer masal, insanlık tarihi ise çok daha eskiye dayanıyor.”
Adamın anlattıkları sadece tarihsel bilgileri özetlemekle kalmıyordu; aynı zamanda bir derinlik ve hakikat arayışını da yansıtıyordu. Göbeklitepe’de ortaya çıkan bulguların, Kürtlerle ilgili önemli kanıtlar sunduğunu ve bu bilgilerin devlet tarafından gizlendiğini savunuyordu. “Bu bilgiler” diyordu adam, “resmi tarih tezini temelden sarsacak kadar güçlü”…
O kadar ileri gidiyordu ki, Göbeklitepe’nin ilk inşa edenlerin, sayıları giderek azalan Ezidiler olduğunu iddia ediyordu. “Eğer bu gerçek gün yüzüne çıkarsa Türkiye’nin resmi tarihi temelden sarsılacaktır” diyordu. Ayrıca, Göbeklitepe’nin çevresindeki diğer tepelerde daha önemli bulgular bulunduğunu, ancak mevcut kazı ekibinin bu bulgulara erişiminin devlet tarafından engellendiğini belirtiyordu.
Profesör Schmidt’ın sunduğu bilgilerle, 2012 yılları arasında Batı dünyasında büyük yankı uyandıran ve İngiltere ile Amerika’da çok satanlar listesine giren bir kitap kaleme alınıyor. Neyse ki, bu kitap henüz Türkçeye çevrilmemiş; çünkü eser, Göbeklitepe’nin Kürtler tarafından inşa edildiğini yazıyor. Kitabın yazarı, Kürtçeyi öğrenmiş, hatta bununla yetinmeyip Farsçayı da öğrenmiş çünkü kitapta da belirttiği gibi, tarihin derin sırlarının bu dillerde saklı olduğuna inanıyor.
Şöyle bir iddia da var: Kitabın temel tezi, Kürtlerin eski inançlarından biri olarak bilinen Ezidilikten türediğini öne sürüyor. Yani Göbeklitepe, bugün Türkiye’de sayıları azalan Ezidilerin ilk tapınağıymış. Eğer bu iddia doğruysa, bu durum bu konudaki resmi görüşü sorgulanabilir hale getirecek. Düşünsenize İbrahim peygamberin Kürtçe konuştuğunu söylüyor o kitap ve “Göbeklitepe ondan en azından beş bin yıl daha eski” diye ekliyor.
Anlattıkları her şeyin her zaman tanıdık bir yankısı olmasa da, bazı kısımlarını daha önce duymuşluğum vardı. Ancak yine de söyledikleri, hayal gücümde derin bir yankı uyandırıyor ve kendimi büyük bir hakikatin parçası olarak hissettiriyordu. Bu konuşmalar sırasında, içimde karmaşanın derinliklerine sürüklendim. Adamların biri araya girip, güler yüzle, “aman abi, bunu başka ortamlarda anlatma; yoksa bizi içeri atarlar” dedi. Diğer bir ses, telkinde bulunan adama onay vererek, “abi, bunu her yerde konuşma, yoksa Kürtlükten seni içeri alırlar; zaten kimseyi terörist ilan etmekte tereddüt etmiyorlar” diye ekledi
Bir anda, ortamda kahkahalar patladı ve ardından cüssesi kadar derin bir bilgiye sahip olan adam söz aldı. “Umurumda bile değil” dedi, “artık ne kadar susacağız? Yalanlarla yaşamaya devam mı edeceğiz? Soyguncuyu soyguncu, yalancıyı yalancı olarak adlandırmayacak mıyız? İşte ben de bunu söylüyorum”…
Bir radyo tiyatrosunda aniden kesilen ses gibi, ortam bir anda sessizliğe gömüldü. Ancak, çok geçmeden, aynı derin ve yankılanan davudî sesle cüsseli adam konuşmasına devam etti: “Bakın, Kürtlerin olmadığına dair söylediklerimiz koca bir yalan. Tarih, bu toprakların en eski halklarından birinin Kürtler olduğunu ortaya koyuyor, ama bizimkiler tarihi sümen altı ediyor. Bunun kimseye faydası yok, bu yüzden bu bilgileri sizlerle paylaşıyorum. Yıllardır Yunanlar da düşmanımızdır denildi, ama şimdi hepimiz buradayız ve onlar kadar misafirperver bir halk görmedik. Bu yanlışlardan bir şekilde kurtulmamız gerekiyor.”
“Ben konunun uzmanı değilim ne arkeoloğum ne de antropolog. Ancak tarihe olan derin merakım yüzünden, bu konuları yerinde inceleyip araştırdım. Karşılaştığım manzara bu, benden daha milliyetçi biri olabilir mi, bilmiyorum; ama ben size hakikati anlatıyorum” dedi. O sırada, grubun içindeki bir kişi, “Kazım abi” diyerek söz aldı, “Söylediklerin doğru olabilir ama bu konular tehlikeli. Başını belaya sokabilir. Ayrıca, bugüne kadar inandığımız her şeyin bir yalan olduğunu mu söylüyorsun? Bildiğin her şeyi dile getirme, gözünü seveyim” diyerek Kazım abisini uyardı.
Bu sayede adamın adının Kazım olduğunu öğreniyorum. Ancak, bu bilgiyle yetinmeyip, Göbeklitepe’de ortaya çıkan yeni bulgular hakkında daha da ateşli bir şekilde konuşmaya devam ediyor. Daha birkaç gün önce, T biçiminde devasa bir taş bulundu ve üzerinde daha önce hiç rastlanmamış figürler keşfedildi. Ayrıca, İngiliz bilim insanlarına göre, bu taşta insanlık tarihinin en eski güneş takvimi tasvir edilmiş. Bu sözler benim değil; Cambridge gibi prestijli üniversitelerde görev yapan uzman profesörlerin görüşleri.
Adamların yalan söyleyecek halleri yok, ya. Güneş takvimi, kum saati değil yani, diye mecazi bir şekilde gülüyordu. “Mısır’dan çok daha eski bir medeniyetin izleri gün yüzüne çıkıyor ve bunu Kürtlere bağlıyorlar. Güneydoğu’daki Ezidilere bakın; hala güneşe tapıyorlar. Onlara şeytanperest denilmesine aldanmayın, o bir yalan. Yaşar Kemal’den dinledim, onların dünyası sır ve gizemle örülü. Hatta yeni bulunan taşta bir Tavus kuşu figürü yer alıyor. Evet, Ezidilerin tanrısı Tavus kuşu olarak tasvir ediliyor. Ben bunu bir Arnavut olarak söylüyorum; Kürtlerle kişisel bir alakam yok” diye hararetli bir şekilde devam ediyordu.
Böylelikle, geceye damgasını vuran cüsseli ve ‘bilge’ adamın adının Kazım olduğunu, ayrıca Arnavut olduğunu öğreniyorum. “Bakın çocuklar” diye devam ediyor; “hakikat, bir pusula gibidir; her daim doğru yolu gösterir. Bir denizci olarak bunun anlamını çok iyi biliyorum. Okyanusun ortasında, deniz fenerleri ne kadar parıldarsa parıldasın, pusulasız doğru yolu bulamazsınız. Size anlatmak istediğim de tam olarak budur” diyerek konuşmasını sürdürüyordu.
Göbeklitepe üzerinden insanlık tarihini kendi bakış açısıyla anlatırken, dinleyen milliyetçi grubun gözlerinde bir ürperti seziyorum. Ancak, bu gerginlik hali onu daha da ateşlendiriyor. “Anlamıyorsunuz, değil mi?” diyor, nefesini tutarak…
Göbeklitepe, bugün insanlığın bir yol ayrımı olarak tarihe geçiyor. O devasa taşlar, yalnızca birer yapı değil binlerce yılın esrarengiz sırlarını taşıyan efsunlu objelerdir. Ancak, pusulayı doğru okumazsanız, sizi karanlıkta bırakır. Siz tarihin sadece parlak yüzeyine bakıyorsunuz, ama o taşların derin gölgeleri de var. Ve o gölgeler, yavaş yavaş üzerimize düşecek… İşte gerçek tehlike orada, o gölgelerde başlıyor…
Sözleri bir an için havada asılı kaldı, kafedeki gerilim elle tutulur bir hal aldı. Milliyetçi grubun yüzlerinde, anlam veremedikleri bir dehşet ifadesi belirmeye başladı. Ama o, hiç duraksamadan konuşmasına devam etti: “Göbeklitepe, sadece bir anıt değil. O, insanlığın karanlık taraflarını gizleyen bir maskedir. Eğer pusulanız saparsa, sizi o karanlığın derinliklerine çeker ve yolunuzu kaybedersiniz. Bu yüzden size doğruyu gösteren pusuladan bahsediyorum; hakikatin yolunu öğrenmek, büyük önem taşıyor.”
Artık sadece bir anlatıcı değil, sanki karanlık bir sırrın izini süren bir kâşif gibi görünüyordu. Kafeyi kaplayan sessizlikte, geçmişin yankıları derin bir şekilde duyuluyordu. O kadar karmaşık bir hal almıştı ki, doğru ile yanlış, eksik ile fazla birbirine karışıyor, mesele Babil’den Sümerlere, Asur’dan Mısır’a, Urfa’dan Troya’ya kadar uzanıyordu, gece yarısı sohbetlerinde.
Türkleşmiş bir Arnavut adamın o ıssız adada söyledikleri aklımda yankılanırken, yeni bir fermanın pençesinde sıkışmış Ezidilerin tarihin yıkıntıları altındaki olası mirasını yeniden hatırlıyorum. Irak Federe Kürdistan Bölgesi’ndeki Ezidilerin üzerine yeniden kara bulutlar çökmüşken, adamın anlattıkları, tarihin bir başka karanlık yüzünü gün yüzüne çıkarıyordu.
Göbeklitepe, bir yanda insanlığın kadim sırlarını barındırırken, diğer yanda bu sırları gizlemek için işlenmiş bir cinayetin gölgesinde kalmıştı. Kazım, “Profesör Schmidt bu bulguları dünyaya duyurmak istedi, ama susturuldu. Elinde insanlık tarihini köklü bir biçimde değiştirecek kanıtlar vardı; bu yüzden ortadan kaldırıldı.” Bu sözler, Göbeklitepe’nin etrafında örülen karanlık perdeyi daha da derinleştiriyordu.
Bu noktada, kendi yazmakta olduğum metne dönmeye çalışsam da, Kazım’ın sözleri zihnimde yankılanmaya devam ediyordu. “Ezidiler, Kürtler tarafından da sevilmiyor” dediğinde, içimde kızgın bir şiş hissettim. Tarihin bu trajik tekrarı, yeniden gün yüzüne çıkan bir ferman tehdidi ve Göbeklitepe’nin sırları, zihnimi sarhoş eden bir karmaşa içinde birleşiyordu. Bu düğüm, hem geçmişin derin yaralarını hem de geleceğin belirsizliklerini gözlerimin önüne seriyordu.
O gece Kazım’ın sesi, adanın karanlık sessizliğinde yankılanan bir nasihat gibi kulaklarımda yankılandı. Kendi topluluğumun acı dolu geçmişiyle yüzleşirken, bir Arnavut adamın sesindeki o ada öyküsü, tarihin derinliklerinde gizli kalan sırların ağırlığını yeniden hissettirdi. Kazım Bey’e, adı bile bende bilinmez olan o denizci adama, bu unutulmaz ses, fısıldadığı her kelime, ruhuma dokunan bir pusula gibi, geçmişin karanlıklarına yön verdi. Minnettarım kendisine…