İkimiz zamanında el üstünde tutulmuş iki kişiydik desem abartmış olmam. Bensiz bir düğün olmaz, bir cenaze kalkmazdı. Kendimi bir yana bırakayım, Goethe’nin gittiği yer aydınlanırdı. Onu gören kendinden geçerdi. Roma’da Papa’yı görmek ne ise, Goethe’yi görmek oydu. İlk kitabından itibaren halk onu sardı, ikinci bir deri oldu. Burada yollarımız ayrıldı, Goethe et oldu, ben kemik; o aydınlık oldu, ben karanlık. Goethe’nin bir büyüsü vardı: O, hem klasik, hem modern, hem eril, hem dişil, hem bilinçsiz, hem bilinçli biriydi. Bir gün Novalis bana sordu, “Sarkisim” dedi, “Goethe aşılabilir mi?” Daha ben ağzımı açmadan yanıtı kendisi verdi: “Antik yazarlar nasıl aşılabilirse öyle aşılacaktır.” Sözü kıyısından kendime getirmek istedim olmadı. Edebiyatta birinden söz etmek buydu zaten; birinden söz edilmez, eğer biri söz konusu ediliyorsa, bilin ki, az sonra kendinden söz edecektir. Baktım benden söz etmedi. Ben kendimden söz ettim, dedim: Beni herkes aştı, bir matbaacı dostu, sevgilisi, arkadaşı olan herkes beni aştı ve ben kitapsız, kedisiz olarak kaldım. Goethe bir kahraman, ben kahramanı ortaya çıkartan eylem, itirazı olan var mı, bu da az bir şey değil. Novalis’in şunu demesini bekledim, demedi, ben dedim: Ben kendimi aştım… Goethe iyi adamdı, dürüsttü, mertti ama sırası geldiğinde yandan kaçardı. İlk kaçtığı şey köle ahlakıydı. Bense kölelerle arkadaştım; bırakın Samsat’ı Suruç’ta ve Siverek’te bile kim kime faiz verse ben kefil oldum. Gerger’de kim birbirine düşman olsa, güçleri birbirine yetmese gelip beni vurdu… Yani ben öyle Goethe gibi Diyarbakır ekmeği, Bismil kaymağı değildim. Neyse.
Goethe’yle arkadaşlığımız sürdü. Arada yazıştık, hep bir araya geldik. O ahtapot severdi, ben çiğköfte. Yerdik, içerdik. Zamanın beş adamı vardı: Goethe, Fichte, Hegel, Schopenhauer ve ben. Fichte, sinirli biriydi, sakat et severdi, sürekli şekeri azar, yüzü yanardı. Grundlage der gesamten Wissenschaftslehre (Bütün Bilim Öğretisinin Temelleri) çıktığında “şöyle bir kopyasını Goethe’ye gönder” dedim. Beni dinledi. Aradaki buzlar eridi. Goethe, kitabı alır almaz, kendi düşünce tarzına uymayan bir nokta olmadığını bildiren şuh bir mektup yazdı. Kibardı. Zaten kim yazsa aynı şeyleri yazardı. Schopenhauer’la araları bozuktu, bu vesileyle düzeldi. İkisi, doğrusu üçümüz, bir olduk, renkler kuramıyla ilgili çalıştık. Schopenhauer, bana kazık attı, katkılarımı bir yana bıraktı, “Görme ve Renkler Üzerine” adlı çalışmasını Goethe’den esinlenerek yazdığını söyledi. Niye mi? Açıktı. Ben Samsatlıyım diye beni görmezlikten geldi. O zaman Frankfurt, Diyarbakır gibiydi. Ben Diyarbakırlıyım diyen herkes nasıl haklıysa, Frankfurt da öyleydi. Devreye Hegel girdi, Renk tezi daha bir tuttu. Hegel, tezle ilgili makale yazdı. Hatta kendisini ziyaret ettiğimde, bana şunu söyledi, dedi, “Ben kendimi Goethe’nin oğullarından biri sayarım.” Ben yine bir tarafta kaldım, bu da iyi bir şeydi, kimsenin oğlu, kardeşi, değildim, bir yere gelemeyecektim. Yaşasın Samsat’ın mazlum milletleri. Millet dedim de aklıma geldi…
Goethe’nin sevdiğim yanı dini duruşuydu. Hafız ve Mevlana’yı sayemde tanıdı. İbranice yazılan ve söylenen Yusuf ile Züleyhalara hayrandık… Hayatımız boyunca hep o Züleyha’yı aradık desem, abartmış olmam. Hep başka birini seven kadınlarla karşılaştık, ben zaten aşka tövbeliydim, kimse, annem bile beni sevmiyordu. Neyse ki önemli bir adam olmadığım için, aşklarımın da bir önemli yoktu. Goethe, o zaman yirmi beş yaşındaydı. Bir de baktım, meşin kırbaç şakladı, faytonu durakladı, Goethe, bir kitapla çıka geldi, “Sarkisim bunu okur musun” dedi. Sen şair adamsın, ne gerek var diyecektim ki, “acelem var” deyip gitti. Okudum, birkaç gün sonra “bu bir roman değil, bu bir monolog mektup” dedim. Roman olması için “üç birlik kural gerek” dedim ama beni dinlemedi. Konu nişanlı kıza âşık bir gencin intiharıydı. Allah muhafaza Samuel Ricardson duysa, kıyameti koparırdı; Pamela’sına bütün kadınlar hayrandı; konu aynıydı, evli kadına aşk! Sonra elden ele geçen, okunan, yayımlanmayan Sophie von Roche’nın “Sternheim’deki Genç Kızın Hikayesi” vardı. Bu roman da mektup biçimindeydi. Goethe beni dinlemedi, “bunlardan etkilendim” dedi, kesip attı. O zamanlar metinlerarasılık diye bir şey yoktu, etkilendim demek yetiyordu. Bir de kitap iyi satınca, söyleyecek bir şeyim kalmadı: Werther Almanya ve İngiltere’de bestseller oldu. Ancak kötü haberler de gelmeye başladı. İsveç’te Kartens adlı bir genç, Werther’in sayfaları açık bir nüshası eşliğinde tabancayla intihar etti. Bir yıl sonra sevdiği adam tarafından terk edilen bir kadın cebinde Werther’le kendini suya attı. Aynı zaman diliminde kitap, kendini pencereden atan bir kurduracı çırağının cebinden çıktı. İntihar eden bir kadının yastığının altında Werther vardı. Madame de Steal dayanamadı, yazdı:“Werther dünyanın en güzel kadınından daha fazla intihara yol açmıştır.” Kitap yasaklandı. Elbette din adamları de devreye girdi. Eleştirilere aldırmayan Goethe, dört yıl sonra “Tanrı beni tekrar bir Werther yazmak zorunda kalmaktan korusun” dedi.
Dostluk böylesi zamanlarda belli olur, ben yanında durdum. Eleştirilere ben yanıt verdim. Bir keresinde, Viyana’da Freud’la kahve içiyoruz, kendisinin bir derdi var, onu saklamak için bana döndü, “Goethe’yi en iyi sen bilirsin” dedi. Kahveden bir yudum aldım. Etrafıma şöyle bir baktım. Freud, Goethe’nin Charlotte yazdığı ve yalnızca benim bildiğim oldukça mahrem bir mektuptan söz etti. Mektupta Goethe ebedi aşkına,“Sen bir zamanlar ya kız kardeşim ya da karım olmuşsun benim” gibi bir şey yazmıştı. Kızdım, “sana ne” dedim, “bu özel mesele.” Freud, kızdığımı anlayınca, alttan aldı, akıllı adamdı, “Sarkis” dedi, “ilk ve ölümsüz ilgiler ailede başlar, bu mektup da bunun bir nüvesi.” Daha da kızdım, bu ilgiler Viyana’da yok mu, Yahudiler arasında yok mu? İlle Goethe mi? O zaman Freud, kafayı kırmıştı; Dostoyevski, baba katili; Da Vinci, eşcinsel, Shakspeare, büyücüydü…
Ne desem bilmedim. Goethe’nin belki iki bin mektubu vardı. Hatta onların ki öyle bir aşktı ki, doğan çocuklarını bile Goethe, kendi çocuğu gibi severdi. Dahası, Carlotte’nin kocası bile bu aşka saygı duyardı. Dahası Goethe, aşk mektupları yazdıkça, kadın ha bire hamile kaldı, yedi çocuk doğurdu. “Buna ne dersin Sayın Freud” dedim, sustu. Bilim ve edebiyat aynı şey değildi…
Ben ne mektup ne roman severim. Goethe’nin de şiirlerini severim. Severim dedim, bir de baktım Roma Ağıtları’yla karşıma çıktı. Burada yol ayrımımız derinleşti. Ağıtı bizden iyi kim bilir? Bu dünyada iddia ediyorum, Samsat kadar ağıt bilen başka bir yer yoktur; Ermenilerin, Kürtlerin ağıtlarını saymıyorum, onların gülmeleri bile ağıttır; Süryanilerin konuşmaları bile ağıttır…
Diyenler olacaktır, ağıtlar ölüme ve ölüye yakılır. Goethe’nin ağıtlarıysa kendine/diriye yakılmışlardır. Roma Ağıtları’nda lirik, epik, dramatik unsurlar vardır ama bu ağıtlar bir maske altında yakılmışlardır. Bu yüzden ağıtlarda tanrı, tanrıça ve antik kahramanların görünmez elleri Goethe’nin ruhunda dolaşır. Dedim, Homeros’tan bu yana anlatacak hikâyesi olan kimsedir kahraman. Dinlemedi. Üstelik ağıt hep ölüm değildir, bunu iyi bilirim, dedim, yarıda bırakmak, kavuşamamak da ölüm biçimidir. Dinlemedi. “Düşünsene Goethe” dedim, artık biri için olmamak, zehirli bir çizik gibi içinde hep onu taşımak, bu nedir bilir misin, asıl ağıt budur. Buradan bakılınca dersin, ölüm kurtuluştur. Zor olan yaşayan birini içinde ölü gibi taşımaktır, dahası, bu içimizde yaşayan, belki, kimi zaman başka biriyle yaşayarak bize acı verecektir. Goethe, sizin nehirlerde gemiler var, biraz beni dinle, Fırat’ı dinle, ne kadar çizik vardır insanların içlerinde… Hem devlet, hem düzenin eliyle…”
Dinlemedi. Cendere köprüsü üstüme yıkıldı. Kızdım, “sizin tanrılar, bizim Nemrut’un heykeli karşısında birer kukladır” dedim. Küstük.
Araya seneler girdi, doğru söyleyenler genç kalır; ben genç kaldım, Goethe, yaşlandı; kalbi ve beyni dışında bir şey kalmadı. Ben o zaman, Sylvan Road, 12/ B EX: 4’da oturuyordum, bir mektup aldım. Goethe, “birlikte tatile çıkalım” diye yazmış. Ben senelerdir Çermik’e bile gitmedim Marienbad’da ne işim var? Sonra annesi ve kız kardeşleri de birer mektup yazdılar, “Goethe hasta” dediler, “sen gelsen iyileşir, birlikte gidelim.” Kıramadım, “Tamam” dedim, “orada buluşuruz.”
Goethe, beni görünce sevindi. Kitapları satıp ünlü olan, cebine para girince yakın dostunu unutan Goethe’den eser kalmamıştı. Sarıldı bana, ağladı, beyaz kanatlı ölüm meleklerinden söz etti, “Çok korkuyorum” dedi. Korkma dedim, bu meleklerin beyaz dilleri var, yaşamı paklarlar. Bunu dememle gençleşmesi bir oldu, beş yıl, geriye gitti, yüzü açıldı, “Sarkisim” dedi, “beni bırakma.” Üçüncü gün, bir rüya gördüm. Ayakları ebegümeci biçiminde kimi varlıklar beni ziyaret etti. Ter içinde uyandım. Gözlerimi ovdum, dışarı baktım. Bir araba sesi, Caroline! Yanında kızı Ulrike… Yıllar önce Goethe bu kadına deli gibi âşıktı. “Eyvah” dedim, “tekrar bu ateş alev alırsa.” Eski sevgililer katil gibidir, ne zaman ne yapacakları belli olmaz. Öldüren de affeden de onlardır. Neyse, kahvaltıda bir araya geldik. Goethe, Caroline’le ilgilenmedi. Ulrike’yi de bir yıl önce görmüştü, kızı gibi sevmişti ama şimdi, gözlerine bakıp iki de bir “çok büyümüşsün” diyordu. Gördüm. Goethe’nin elleri ateş gibi yanıyor ve bu ateş gücünü kalbinden alıyor. Hatta elleri öyle bir ısınıyor ki buz tutmuş kalbi iplik gibi çözülüyor. Annesi kıskandı. İki şeyden; ilki Goethe ona hiç bakmıyor; ikincisi, Ulrike de Goethe’yi sanki babasıymış gibi seviyor. Yani babayı aradan çıkartan masallar gibi, eğer kadın kimi severse, çocuğu ona benziyor. Ama Goethe çok ciddiydi, bana “sen konuş” dedi, hatta “benim adıma bir aşk mektubu yaz” dedi. “Niye ki” dedim. Hince yanıtladı, dedi: “Mektup olumlu olursa sorun yok, olumsuz olursa edebiyat tarihçilerine iyi bir delil vermiş oluruz…” “Yani” dedim, “yani” dedi, “sen benim günah keçim olursun…” Ben yanaşmadım, dedim, “benim kalemim keçilerin tırnakları gibidir, öyle her kayada çiçek açmaz.”
Kızdı. Wiemar Dükü Karl August’u araya koydu, kızla açıkça evlenmek istediğini söyledi. Bir gerekçe sundu, dedi, “O genç yaşıyla beni gençleştirecektir.” Dük, “sonuç” dedi. Goethe, yanıt verdi: “Almanya kazanacaktır…”
Caroline küplere bindi. Goethe, umudunu kaybetmedi. Genç bir âşık gibi davrandı, kızın etrafında gezdi. Pek sevmezdi ama başkasının şiirlerini okuyarak centilmen bir âşık ve şair olduğunu söylemek istedi, Schiller’i okudu. Ulrike, Schiller’in şiirlerini sevince bu sefer kıskandı. “Schiller” dedi, “masasının çekmecesinde elma saklar, sırf kelimeleri güzel koksun diye…” Yani, yapaydır demek istedi, sahici olan benim…
Goethe dışında hepimiz çok sıkıldık. Diken üstündeydik. Caroline gitme kararı aldı, tatilleri zehir olmuştu. Ayrılık anı Goethe’ye çok ağır geldi. Ulrike, beyaz fistanıyla geldi,“sevimli ve sıcak dudaklarıyla” Goethe’yi yanaklarından öptü… Goethe’nin yüzü yandı.
Onlar gidince Goethe, atın yularına tutunan bir savaşçı gibi ellerimi tuttu, “Sarkisim” dedi, “bu bir aşk öpücüğü müydü, yoksa babasını geçirmeye gelen bir kızın veda öpücüğü mü?”
Yanıt vermedim. Aşkla ilgili sorulara yanıt versen kurtulamazsın. Ben de eve döneyim dedim ama Goethe bırakmadı. Beyni sorularla doluydu. Ulrike beni sevdi mi sevmedi mi diye söylendi. Üç günlük yol boyunca, bir nakarat gibi kulağıma bunları söyledi, hiç uyumadı.
Evine vardığımızda, bu sefer büyüyen bir taşa döndü, kayalaştı. Dışarı çıkmadı, benimle bile konuşmadı. Üç gün sonra uyuyunca, daha doğrusu uyuduğunu sanınca odasına girdim, bir şiir yazmış: Marienbad Ağıdı.
Şiiri okudum, ilk mısraları sessizce okudum, sonra sesim kırbaç gibi dil üzerinden kendini dışarı attı: Ben yitirdim evreni, kendimi de. Bu nedir? Ağıttır, itiraftır. Üstelik gerçeği üreten bir itiraftır. Bir zamanlar genç olan, gençliğiyle istediğine ulaşabilen ve bu haliyle “tanrıların sevgili kulu” olan Goethe, artık zamanın sınamasıyla yüz yüze kalmıştı. Bu, tanrıların bir oyunu olsa gerekti. Tanrılar önüne Pandora’nın kutusunu koymuş, sonra onu bereketli bir ağza doğru itmişlerdi. Bir sitem ve bir itiraf; ikisinin yan gelişinden çıkan tek sonuç: Tövbe. Hayat bir sınamadır ve Goethe, hayat denen otoritenin verdiği teminata karşı sitem ediyordu: “Beni, koparıyorlar beni, yıkıyorlar.” Kimden koparıyorlar? Sevgiliden. Kim yıkıyor? Zaman; zaman yıllara hükmetmiyor ve Tanrılar aşkı veriyor ama zamanı esirgiyor. Böylece Goethe, yıllara boyun eğiyor. Şiirin başına konan fragman burada daha bir anlamlı oluyor: Gerçi insan acısından susar ama/ Bir Tanrı bana söyleme gücü verdi. Goethe acısında susuyor.
Susmak kabullenmedir. Kendine güç yetirmedir, kendine ait bir karar almadır. Goethe, “bir tanrının” ona verdiği güçle yakıyor kendi ağıtını; söz bitmiştir, eylem yazıdır. Yazı, alınan kararı tebliğ etmektir. Uyuyor. Susuyor. Susmak haz veriyor. Çünkü susmakla, sevgililer sevgilisine ulaşıyor. Tragedyalarda esas unsur hazdır. Kahraman, acının bilincine varır, acıyı bilince çıkartır. Goethe için bu bilinç sevgililer sevgilisiyle kavuşma olarak telaffuz ediliyor. Dahası Goethe, bu zamanları resim olarak görüyor, düşünüyor ve bütün resimler, an içinde var olan resimlerle birleşiyor; bir resim, diğerini oluşturuyor. Son sevgilide bütün sevgililer bir an bile olsa görülüyor.
Ben şiiri bitirince, Goethe, gözlerini açtı, “Sarkisim” dedi, sen gitme. Dünya o an, “gece ve ışıklı” diye ikiye bölündü, şafak, ikimize de acıdı. Çünkü evren, iki katlı bir yalnızlıktı; böyle olmasaydı tanrıların yalnızlığı, insanların yalnızlığı olarak kalırdı ve yukarıda, ışık diyarında ruh gibi dolaşan tanrılar da mutlu olmazdı…
Dedim, gitmem gerek, benim zamanım yok, zamansızım. Senin saatin gece ve gündüzdür, senin zamanını belirleyen Cennet’tir, Cehennem’dir, ömrünse Araf’tır… Sen bu ağıtla yavaş yavaş ortadan kalktığını söylüyorsun, yavaş yavaş görünür olmaktan çıkıyorsun ve böylece, bu ağıtla, Alman diline dikilmiş bir anıt bırakıyorsun. Ben Samsat’a gidiyorum.