Hegel beni dinlemedi
Samsatlı Saatçi Sarkis 16 Mart 2025

Hegel beni dinlemedi

Biz Hegel’le Haiti de birlikteydik. Burası bize iyi geldi. Haiti, nem olmazsa Samsat gibidir; bir bakarsın birileri bir köşe de kavga ediyor, bir bakarsın bu kavga eden adamlar birkaç saat sonra sertleşmiş çamura pestelerini koyup gülle oynuyor, şarkı söylüyor.

Bizim işimiz gücümüz izlemekti. Arada bir Marie de (Hegel’in aristokrat eşi) sohbetlerimize katılırdı ama bizim güldüğümüz şeylere gülmez, kederlendiğimiz şeylere de kederlenmezdi. Zaten Marie asker gibiydi; kim nerede oturacak, kim ne yiyecek, ne konuşacak, buna karar verirdi ve üstelik dinlemeyi de sevmezdi ama kendisi bir şey söylerse herkes dinlesin isterdi. Mesela burada herkes işlerini trampayla görüyordu ama Marie, trampaya sıcak bakmıyordu, bir gün, iki gün, üç gün… En son araya girdim, dedim, böyle olmayacak, Samsat’ta da trampa var ve bunun sayesinde aradan komisyoncular çıkar. Ama ne Sencer Divitçioğlu ne de onun edebi okunuşu Kemal Tahir bu mevzua girmediler… Açıkçası Samsat’tan korktular. İşte tam buradan söz açılmışken Hegel’e yöneldim, dedim, mübadele edilen şeyler değer açısından biri birine eşittir…

Hegel, sıkıldığında ya da bir şey aklının onayından geçtiğinde yüzünü kaşırdı. Ben kaşınma anını bekledim ama kaşıntı yerini kısa bir dalgınlığa bıraktı; durdu, düşündü, büyük bir laf etti; dedi, Sarkisim, Bir yanda muazzam bir zenginlik diğer yandan büyük bir yoksulluk var ve hal böyle olunca zaten sahip olana daha fazlası verilmez mi?

Soruya yanıt vermedim, derdim şu idi; ticari mübadele, kişiler arasında devamlı üretilen bir ilişkiler ağıdır, böylece bir toplum yaratılır. Yani akrabalık bağları bizi klan yapar…

Tam son sözü söyleyecektim ki Marie geldi, dedi, “kek yaptım.” Biz hamur işleri severiz ya… Allah için bir gün de hoşaf yap, kayısı ez, kabak tatlısına şerbeti düşün… Yok, ille de hamur işleri. Sıkıldım. Kendimi Robinson Cruseo’nun ilk cildine verdim… Robinson Cruseo, Moby Dick ve Donkişot’u okumayana selam verilmez. Zamanın Masonları da bu kitapları hiç sevmiyorlardı ve bu yüzden midir bilinmez Minerva diye bir dergi çıkartıyorlardı; Minerva akıl, hikmet, savaş ve sanat olduğu kadar ticaretti; onlarda fikre büyük önem veriyorlardı ama edebiyata pek kıymet vermiyorlardı, bu yüzden bir yanda kimi fikir yürütüyor, diğer yandan Bordeaux Limanındaki köle ticaretini ellerinde tutuyorlardı ve nerdeyse, yayın dünyasının tamamı onların elindeydi; kâğıt onların elindeydi… Sosyalizmi de pek benimsemiyorlardı ve demokrasi için vahşi diyorlardı, hele kimisi siyahîlerin Paris’te ayaklanmasına karşı açık bir kin besliyordu: Kara Cumhuriyet. En babayiğit diye bildiğimiz Rousseau bile Paris’te Efendi yoksa sokağa çıkamayan kölelerden söz etmedi hiç… Siyahîlerin şehre girişleri yasaktı. Ama bir araya geldiklerinde- özellikle, o ve Diderot, diaspora aydınları gibi konuşur, devrimcilerin zincirlerini kırdığını söylerlerdi. Ben gülerdim… Ben gülünce Hegel, Minerva dergisini eline alır, bunaltan sıcaklar yüzünden gelen sivrisinekleri kovardı… Köleler geçerdi; nefes alışları bile denetlenen, başkası için yaşayan, başkası için ölen; başkası için var olan köleler; yani salt bir şey olan kimseler. Hegel, bir ara uykuya daldı, uyandığında şunu söyledi, dedi, “şeylik, köle bilincinin özüdür…” Ama sorun da bu değil miydi ve üstelik onları bir şey sayan yasalar değil de neydi? Hegel, tabi ki kızdı, beni dinlemedi. Marie, yine ben olduğum için kek ve limonata getirdi… Hegel, bir yandan kek yedi, diğer yandan konuştu; konuştukça, kek parçaları tükürükleriyle dışarı fırladı, “onlar” dedi, “özgürlük yerine hayatı seçti.”  Sonra kekleri yuttu, gözyaşları içinde, “özgürlük ancak hayat tehlikeye atılırsa kazanılır…” Onun bu halini gören deli derdi ki laf aramızda, biraz da vardı. Bugüne kadar hayatını özgürlük için tehlikeye atmamış birine sen özgürlüğü nasıl anlatırdın…

Kalktım, baktım sözlerimiz birbirini tutmuyor. O gece yatağımda döndüm. Bir ara bir rüya gördüm. Rüyamda kitap okuyordum. Kitabın adı: The Political Economy of Slavery (Köleliğin Ekonomi Politiği) idi…  Kitabın yazarı Eugene Genovese genç bir adamdı, zamanımızın çok ilersindeydi, Hegel’den başlayarak, ondan etkilenen Marksistleri bile eleştiriyordu. Bana şunu söylüyordu, Hegel’i biraz dürt, ona söyle ki köleliği Marksistler bile önemli bir mesele olarak görmediler, dahası köleliği modernlik öncesi bir kurum olarak değerlendirip bir kenara ittiler. Hatta ileri gittiler, dediler, bu bir Akdeniz hikâyesi…

Hak verdim. Uyandım. Bir süre kanımın kaynadığı Adam Smith’e baktım,  o devasa kitabı Ulusların Zenginliği’nde topluiğneden bahsediyordu ama modern kölelikten söz etmiyordu. Kalktım Hegel’in yanına gittim yine. Haiti’nin sabahın gölgelik hali güzeldir. Beni çok hoş karşıladı. Kahve içtik. Son birkaç gündür aramızın bozukluğu bile bu gölgeyle silinip gitmişti. Marie de gülümsüyordu. Ancak bir şey dikkatimi çekti. Hegel’in o gün, iki kelimesinden biri sağlamdı. Her cümlesinde mutlaka bir sağlam vardı.  Sordum, nedir bu sağlam? Dedi, sürekli, kalıcı… Rahatladım, kötü bir şey değildi. En son birlikte yaşadığımız, maliyesini bize teslim ettiklerinden dolayı gurur duyduğumuz Osmanlı’ya sözü getirdi, Türklerden söz etti… Ben o sabah aklımı şiire vermiş olacaktım ki birden dilimin ucuna Sünbülzade Vehbi geldi; rahmetli iyi arkadaşımdı, birlikte sabaha kadar Nizami okurduk, ben arada Türkçe konuştuğum için de şunu derdi: “Ta’n idüp dirler ki türkî-mîküned (Türk gibi davranma, Türk gibi konuşma).” Sonra şairlerin şairi Nef’i vardı, çok severdim, boğulduğu gün yas tuttum, o da şunu söylerdi: “Ne Türk idraki yok iz’anı yok bir kaltaban hardır/ Meğer gul-u beyabani ola hem millet.” Nef’i bazen kantarın topuzunu kaçırırdı, Kürt damarı tutardı, yerini, mevkisini, maaşı suya atardı. Bir kez, hem de herkesin sarhoşluktan ipliğe döndüğü bir gün şunu söyledi: “Türk’e Hak, çeşme-i irfanı haram etmiştir Eylese her ne kadar sözlerini sihr-i helal…”

Şimdi, Haiti’de Hegel’le yine aynı münakaşa içindeydik. Sahile indik, az biraz açılır, Türk mevzuunu unutur dedim… Derken, olan oldu, bir dalga yükseldi ve Hegel, İnebahtı Deniz Savaşı’ndan söz etti. Filozof bu olsa gerekti… En olmaz yerde, en olmaz fikir birden aklına gelirdi. Dedi, “İnebahtıyla yenilmez olan yenildi.” Ekledi, “karada kazanmanın yolu bağımsız ve korku verici bir kalabalıktı.” Hegel’in bu kalabalık dediği kimseler elbette yeniçerililerden başkası değildi. Ben zannettim ki Hegel bir Türk düşmanıdır, sonra bir de baktım Macarları, Sırpları, Bulgarları, Arnavutları da sevmiyor, onlar için Asya’dan gelen kırık barbar atıklar diye söz ediyor… Tam bunu düşünürken birden Polonyalıları övdü, dedi, “Viyana’yı onlar Türklerden kurtardı…”

Bunlar tarihle ilgili şeylerdi ve ben tarihten pek haz etmezdim. Benim için bir şey gelip estetiğe dayanmadı mı bir anlamı yoktu.  Hegel, bunu anladı, arada fıkra anlatır gibi bana bir şey anlattı, dedi, “Türkler, insanların resimlerinin yapılmasına göz yummazlar…” Daha ben niye demeden bir örnek verdi: “Biri bir Türk’e bir balık resmi gösterir, Türk şaşkınlık içinde kalır, sonra kendini toplar ve şunu söyler, kıyamet gününde balık ‘bana bir beden yaptın da ruh vermedin’ derse, kendini nasıl savunacaksın…”

Bütün bunların anlamı ne idi? Neden kafamı karıştırıyordu. Hepimiz bir arada yaşıyorduk. Mesela Adıyaman’a Türkler gelince onlara çadır yeri ve otlaklarını Kürtler verdi. Hatta hala anlatılır; Bazikiler düğün yapıyorlar. Bu arada kırk atlı geliyor, kadınlar, yaşlılar, çocuklar oynuyorlar ve Türkler gelince, onlar da düğüne katılıyorlar. Bazikilerde folklor yok, Türkler de oynuyorlar. Geceleyin düğün bitince, çadır yeri veriyorlar, hayvanlarını ahırlarına alıyorlar. Arazi kanununa kadar da hiç toprakları yoktu. Atlara baktılar, tarlada kesek kırdılar, taş topladılar, karşılığında buğday ve pekmez aldılar, sabahları karınlarını sadeyağla doyurdular, soğuk ayran, bıçakla kesilmez yoğurt yediler. Ben bunları dedim. Demez olaydım, Hegel parladı… Dedi, Türkler “buluntu bir akla sahiptirler…” Benim dediklerimden sen bunu mu anladın be Hegel dedim… Beni dinlemedi, sanki ben yokmuşum gibi konuşmasına devam etti, dedi, “Türklerin içsel uğraşları yok.” La dedim, nereye geldik, burası neresi, ya senin bu dediğini iki kişi bir araya gelse, birini ağa yapan Beraziler demez. Hele ağanın adı Hışman’sa, arkasından ordu yürütürler.

Sonraki gün konu daha bir dal budak saldı… Hegel’in iki lafından biri “Türkler bile” oldu; ben şu “bile” lafını sevmedim. Bu sefer konu İngilizlerdi. Onlara kızıyordu ama onları da Türkler üzerinden eleştiriyordu. Dedi, “Türkler bile Ermenilere, Yahudilere ibadet yerlerini verdiler…” Ben itiraz edince, o sırada kimi Türk entelektüellerinin kendilerini bağladığı bir kök sap olan Moğollara girdi… Onlar dedi, “çekirge sürüleridir…” Yani! Yani bir tarlaya daldılar mı, tek başak bırakmazlar.

Bunu da bilinç ve istenç üzerinden değerlendirdi. İstenç ve bilinç özgür olmadıkça, bir toplum ya da kişi asla ve asla gelişemezdi.  Hegel için, yalnız Türklerin değil, bütün Doğu dünyasının istenci bitimliydi, genelleşmemişti ve bu yüzden, despotizm hakimdi ve tek bir güç vardı: Korku.

Hegel, korkuya ayrı bir kıymet veriyordu. Ona göre insan, dış etmenlere bağlı olarak korku içindedir ya da böyle bir korkuyla öbür insanlara egemen olur. Yıllar yılı da böyle olmuştu: Doğuda, erki elinde bulunduran, yani bir tek kendisi özgür olan despot, aklına geleni yapardı ve aklına uyanlara bir tek yaşama hakkı tanınırdı… Ancak Doğu yalnızca bu değildi. Bir de düşün vardı, tin! Bunun anavatanı doğuydu. Burada kişi özne değildir, ebedi bir öte dünya tasavvuru içindeydi. Hegel, itiraz etti, dedi, düşün var, bilinç var ama özgür değil, bu neye yarar?   Elini de garip bir şekilde göğsüne vurdu, “çatışmada takılıp kalmış savaşçılardan değilim ben” dedi; “bilakis, ikisiyim. Mücadelenin kendisiyim, hem ateşim hem su.”

Eve döndük. Hegel bir kitap çıkarttı, bana hediye etti. Kitap, Voltaire’in Candide idi. Bu kitap için yapılmış bir çizim dikkatimi çekti. Resimde efendisi tarafından kötürüm bırakılmış bir köle vardı; köle, haline üzülemiyordu, “Adet böyle” diyordu: “Şeker değirmeninde çalışırken parmağımızı değirmen taşına kaptırırsak elimizi keserler, kaçmaya çalışırsak da bacağımızı…” Bu örnek Samsat’ta dönme arzusu uyandırdı. İki parça kek, biraz da kahve içtim diye, biraz daha kalsam kötürüm olacaktım… Bavulumu topladım, çıktım. Bir duvar yazısı çarptı beni: “Haitili ressamlar Tanrı’yı ve melekleri siyah, şeytanı ise beyaz olarak resmediyorlar.”

* ilketv.com.tr’de yayımlanan yazılar, yazarların görüşlerini yansıtmaktadır. Yazılar İlke TV’nin kurumsal bakışıyla örtüşmeyebilir. Yazıların tüm hukuki sorumluluğu yazarlarına aittir.