• Ana Sayfa
  • Gündem
  • Hukuk fakültesine cezaevinde başlayan Can Memiş’e avukatlık engeli

Hukuk fakültesine cezaevinde başlayan Can Memiş’e avukatlık engeli

Cezaevindeyken hukuk okumaya karar veren Can Memiş, ikinci üniversitesini bitirdi, stajını tamamladı ve avukat oldu. Ancak henüz kesinleşmemiş bir ceza gerekçe gösterilerek ruhsatı askıya alındı. Şimdi Anayasa Mahkemesi’nde hak arayan Can Memiş İlke TV’ye konuştu.

Hukuk fakültesine cezaevinde başlayan Can Memiş’e avukatlık engeli
Hukuk fakültesine cezaevinde başlayan Can Memiş’e avukatlık engeli
Ahmet Ayva
  • Yayınlanma: 5 Haziran 2025 12:40
  • Güncellenme: 5 Haziran 2025 14:12

Can Memiş, cezaevindeyken hukuk okumaya karar verdi, ikinci lisansını tamamladı, stajını bitirdi ve İstanbul Barosu’ndan ruhsat aldı. Ancak HDK faaliyetleriyle ilgili yargılandığı bir dosyada verilen ve henüz kesinleşmeyen mahkûmiyet kararı gerekçe gösterilerek avukatlık ruhsatı askıya alındı. Türkiye Barolar Birliği ve İstanbul Barosu destek verse de, idari yargı yürütmeyi durdurdu. Memiş, şimdi Anayasa Mahkemesi’ne başvurdu ve hukuksuzluğun bir an önce son bulmasını istiyor. 

Memiş ile yaptığımız görüşmede, avukatlığa başlama sürecinden ruhsatın iptaline giden hukuki aşamaları, yargı sürecindeki tartışmalı noktaları, Türkiye Barolar Birliği ve İstanbul Barosu’nun tutumunu, avukatlık hakkının sınırlarını ve bu sürecin meslek yaşamı ile kişisel dünyasında yarattığı etkileri konuştuk. Aynı zamanda, masumiyet karinesi, idarenin takdir yetkisi, Anayasa Mahkemesi kararlarının bağlayıcılığı gibi temel hukuk ilkelerinin pratikte nasıl karşılık bulduğunu da kendi yaşadığı örnek üzerinden anlattı.

Nasıl avukat olmaya karar verdiniz? Buna karar vermenin en önemli aşamaları hangileriydi?

“Ben aslında sosyoloğum. Şu anda da sosyoloji doktorası yapıyorum. 2018’de Cezaevi’ndeyken avukat olmaya karar vermiştim ve üniversite sınavlarına hazırlandım. Yani çeşitli hak mücadelelerinin parçası olmak adına, öyle bir niyetle, hukukçu kimliğimle bir parçası olmak için hukuk okumak istemiştim. Sınavlara girdim, kazandım. Daha sonra bildiğimiz o aşamalardan geçtim. İkinci bir lisans bitirmiş oldum. Sonrasında stajımı tamamlamış oldum. Aralık ayında İstanbul Barosu’na avukat ruhsatımı almak üzere başvurdum.”

Peki ruhsatınızı alabildiniz mi?

“Aldım. Orada şöyle bir şey oldu hayatımda. Kasım ayında, 28 Kasım’da —yaklaşık 2018’den beri— öncesinde tutuklu da yargılandığım bir dosyadan ceza aldım”

Tutuklama gerekçeleri nelerdi?

“Silahlı örgüt üyeliği ve propaganda.

Bu HDK ana davasıydı. 2018’de açılan, HDK’de veya HDP’de çeşitli görevler almış arkadaşlarımızla birlikte tutuklu yargılandığım bir dosyaydı. O dosyadan Kasım ayında 6 yıl 3 ay üyelik cezası aldım. İşte 1 yıl birkaç ay da propaganda cezası; toplamda 8 yıla denk düşen bir ceza aldım. Fakat tabii bu durum benim avukat olmama engel teşkil etmiyor. Dolayısıyla Aralık ayında, 6 Aralık günü önce İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığı’ndan adli sicil belgemi aldım. Daha sonra baronun istediği diğer zorunlu evrakları aldım ve İstanbul Barosu’na başvuruda bulundum. İstanbul Barosu da yönetim kurulunda, her avukat adayına yapılan gibi, bana da oy birliği kararıyla dosyamı Türkiye Barolar Birliği’ne gönderdi. Türkiye Barolar Birliği de bu dosyayı Adalet Bakanlığı ile paylaştı. Adalet Bakanlığı da geri gönderme yazısı gönderdi Türkiye Barolar Birliği’ne. Çünkü Kasım ayında almış olduğum bu cezanın engel teşkil edeceğini ifade etti. Türkiye Barolar Birliği de toplandı, direnme kararı verdi ve dosyamı İstanbul Barosu’na gönderip yani avukat olmanın da hiçbir engel olmadığını teyit etmiş oldular. Ben de 27 Şubat günü, baroda yapılan törenle birlikte avukatlığa başlamış oldum.

Fakat ben avukatlığa başlamadan 18 Şubat tarihinde aslında hakkımda bir dava açılmış.”

Sizin hakkınızda mı?

Benim hakkımda değil aslında. Açılan dava Türkiye Barolar Birliği’ne açılıyor, Adalet Bakanlığı tarafından. Fakat bu bir idari işlem. Yani ruhsatın veriliyor olması, yani baroya kaydının yapılıyor olması… Bu idare işlemin iptali için 18 Şubat tarihinde dava açmışlar. Benim bu davadan Mart ayında haberim oldu. Bu da bence kritik. Çünkü 3 Mart tarihinde Ankara 9. İdare Mahkemesi bir karar almış: Davayı bana da ihbar etme yönünde bir karar almışlar. Gerekçesi de menfaatimin etkilenebileceği yönünde.

‘’Yani çıkacak olan karar bu kişinin menfaatini etkileyebilir, o yüzden kendisine bu davayı ihbar ediyoruz. Eğer müdahil olmak isterse şu kadar gün içinde tarafımıza sunsun’’ diyorlar.

Ben de ertesi hafta başı müdahale dilekçemi sundum. Sonrasında başka enteresan bir şey yaşandı… Bu esnada tabii Türkiye Barolar Birliği savunma dilekçesi verdi. O savunma dilekçesinde çeşitli Anayasa Mahkemesi kararlarına referansla bana verilen bu avukatlık ruhsatının hukuka uygun olduğunu Türkiye Barolar Birliği savunmuş oldu.

Şimdi orada iki şey var konuşulması gereken. Bir: Müdahil olma talebinde bulundum. Bunun üzerine 27 Mart tarihinde Ankara 9. İdare Mahkemesi bu dilekçemi iki tarafa da gönderdi. Yani davalı idareye, davacı idareye gönderdi ve müdahil olma talebimle ilgili beyanlarını istedi 10 gün içerisinde. Adalet Bakanı da buna yanıt yazmış.

Adalet Bakanı tarafı ne dedi?

Tek cümle. Yani aslında birçok şey yazmış ama “uygun bulmuyoruz” demiş.

Şimdi ben de buna karşı beyanda bulundum. Yani Adalet Bakanlığı bu ülkenin bütün yurttaşlarının bakanlığıdır. Uygun bulmadığı bir şey varsa, bir uygulama varsa, bir işlem varsa bunun gerekçesini, maddi olgularını ortaya koymak zorunda.

Gerekçe sunmadılar mı?

Hiçbir gerekçe yok. Yani Adalet Bakanlığı benim menfaatimin etkilenmeyeceğini mi düşünüyor ruhsatım iptal olunca? Ya da ruhsatımın iptal olmayacağını mı düşünüyor? Yani o kısım gerçekten anlaşılabilir değil. Tek cümleyle “uygun bulmuyoruz” deyip göndermişler.  Şimdi ikinci enteresan olay şöyle oluyor: 10 günlük süre tanınmış, 10 gün içerisinde yanıtlar gelmiş vesaire. 10 Nisan günü, yani 27 Mart’ta bu karar vardı, 10 Nisan günü UYAP’a yeni bir karar yükledi idare mahkemesi. Bu kararda da yürütmenin durdurulmasına karar vermiş.

Yürütmenin durdurulması ne demek?

“Yani bana verilen bu ruhsatın iptal edilmesi anlamına geliyor.

Şimdi bu şu açıdan enteresan: Verilen kararın tarihine baktığımda 27 Mart tarihini görüyorum. Yani 27 Mart tarihinde hem müdahil olma talebimle ilgili bir işlem yapmış, bunu taraflara göndermiş, hem de bunun sonucunu beklemeden yürütmenin durdurulmasına karar vermiş. Şimdi böyle olunca, yani ben davanın henüz tarafı kabul edilmediğimden ötürü, itiraz etme imkanım elimden alınmış oluyor. Yani ben bu dosyayı istinaf mahkemesine götüremiyorum, götüremedim. 

Yine Avukatlık Kanunu 5. madde, 5/3 üstte ifade edilen bir şey var. O da az önce sıraladığım TCK’nın çeşitli maddelerinden yargılamaları süren —yani soruşturma ve kovuşturmaları süren— avukat adaylarında kararın beklenebilmesi ihtimali olduğunu; yani aslında diyor ki ‘beklenmesine karar verebilir.’ Şimdi burada ‘karar verir’ demiyor, kesin bir hüküm söylemiyor. Burada bir takdir payı bırakıyor aslında idareye. Ama şimdi bu idareye bırakılan takdir payının yalnızca bizlerin aleyhine olacak şekilde değerlendirilmesi tabii ki hukuka aykırılık sonucu doğuruyor.

Yani sen eğer buradaki bırakılan takdir payını doldururken Anayasa Mahkemesi kararlarına bakmazsan, emsal kararlara bakmazsan, hukuki ilkelere, anayasal birtakım ilkelere bakmazsan ne olur? Her defasında aslında yurttaşın ya da muhaliflerin aleyhine sonuçlanacak bir idari karara taraf olursan, oradaki ‘karar verilebilir’ şeklinde ifade edilen takdir payını kötüye kullanmış, aslında hukukun araçlarını kötüye kullanmış oluyorsun.”

İtiraz edemediniz mi yani? 

“İtiraz ettim tabii ki, yine de şartlarımı zorladım ama istinaf mahkemesinden gelen yanıt —12. Ankara Bölge İdare Mahkemesi, 12. İdare Dava Dairesi’nden gelen yanıtta— onlar da reddetmişler. Çünkü ‘sen bu davanın tarafı değilsin’ diyorlar. Aynı şekilde mahkemenin bu kararını da aynen kabul etmişler ve kesin olarak kabul etmişler. Dolayısıyla artık üst mahkeme yolu yok. Ben de bunun üzerine Anayasa Mahkemesi’ne başvurdum geçen hafta. Bugün itibariyle öğrendiğim kadarıyla da kayıtlara geçmiş, almışlar dosyamı. Şu anda komisyonlar önünde, inceleme içerisinde.”

Sizinle telefonda konuştuğumuzda ‘hakkımda hüküm olmadığı halde, bana hükümlüymüşüm muamelesi yapıldı’ dediniz. Bu ne demek? 

“Şimdi Avukatlık Kanunu 5/1-a maddesinde avukatlığa engel birtakım hallerden bahsediliyor. Bunun içerisinde —herkesin anlayacağı şekilde söylemek gerekirse— işte anayasal düzene ve bu düzenin işleyişine karşı suçlar, devletin güvenliğine karşı suçlar da var. Benim aldığım ceza da aslında bu kapsama girmiş oluyor. Ama sonuç itibariyle yasa koyucu ‘hüküm giymiş olmayı’ bir şart olarak koşuyor.  Şimdi benim durumumda —ve benim gibi başka genç avukatların durumlarında— aslında hüküm giymiş durumda değiliz. Sadece işte İstanbul 28. Ağır Ceza Mahkemesi bir karar vermiş. Ama o karar henüz istinaf aşamasında. Yani ben Ocak ayında, süresi içerisinde diğer arkadaşlarla birlikte istinaf etmişiz ve şu anda istinaf yargılaması sürüyor.

Yani üst mahkemeden, Yargıtay’dan gelmiş bir onama kararı yok. Ama sanki varmış gibi, aslında burada peşin hükümlü bir yaklaşım söz konusu. Tabii ki anayasal bir güvencede olan, aynı zamanda masumiyet karinesinin ihlal edildiğini görüyoruz. Masumiyet karinesi ilkesi, suçu sabit oluncaya kadar herkesin suçsuz olduğunu —yani suçsuzluk karinesi de denir ya— kabul eder. Ama biz bu olaya baktığımızda ya da bu uygulamaya baktığımızda, idare en baştan hepimizin suçlu olduğunu kabul ediyor, hükümlü olduğunu kabul ediyor. Ve aslında biz burada etkin yargılama yollarının da ilerlemediğini görüyoruz. Adil yargılanma hakkımızın bu anlamda elimizden alındığını görüyoruz. Ve tabii ki masumiyet karinesinin ihlali bizzat Adalet Bakanlığı tarafından yapılmış oluyor, bu açılan davayla ve sonrasında verilen kararlarla birlikte. Bu bize hukuk fakültelerinde hep şu öğretilirdi idare hukuku derslerinde. Şu: idare hukukunun yürüyebilmesi için idareye karşı itiraz etmemiz lazım. Aksi takdirde zaten idare hukuku diye bir şey, idare yargı diye bir şey kalmaz. Yani biz bir idari işleme karşı çıkacağız ki, karşı çıkabilme cesaretine sahip olacağız ve idare mahkemeleri de bizim bu cesaretimizi hukuka uygun bir şekilde destekleyecekler ki idare hukuku sürebilsin.

Yoksa bir mahkeme enflasyonuyla karşı karşıyayız. Yani idare mahkemesi o zaman varlığının bir anlamı yok. Bütün idari işlemler aynen kabul edilecekse, hukuka göre, yasaya göre bir değerlendirme yapılmayacaksa, Anayasa Mahkemesi kararları uygulanmayacaksa o zaman ne idare mahkemesi var ki? idarenin verdiği karar aynen kabul edilsin ve devam edilsin gibi bir sonuç çıkıyor ortaya. Bütün temel itiraz da burada düğümleniyor aslında. Anayasa Mahkemesi de yakın zamanda, henüz 2024 yılında vermiş olduğu kararlar var. Özel hayatın mahremiyetine bir müdahale olarak görüyor aslında. Henüz dosyası, davası devam eden —istinaf aşamasında olan—, hakkında verilen bu alt mahkemelerdeki cezalar kesinleşmemiş kişilerin avukatlık imkanlarının, mesleklerinin ellerinden alınmasını bir hak ihlali olarak görüyor.

Ama Anayasa Mahkemesi kararları, anayasa hükmüdür, hepimiz için geçerlidir. Yani hepimiz Anayasa Mahkemesi kararlarına uymak zorundayız: yasama, yürütme, yargı, idare. Ama mahkemeler, idare mahkemeleri —bu uygulamada en azından gördüğüm süre içerisinde— uymamakta direniyorlar. Bölge idare mahkemesi de yani üst mahkeme, istinaf mahkemesi, 12. İdare Dava Dairesi’ne düşmüş. O daire de şeyle biliniyor aslında: daha önce KHK ile ihraç edilen ama soruşturmalardan beraat etmiş kişilerin avukatlık yapmalarına bir engel olmayacağını Anayasa Mahkemesi hükmetmişti. O dava dairesinde, buna karşı oy yazan bir yargıç, açıkça Anayasa Mahkemesi’nin bu kararına karşı çıkmıştı. Böyle bildiğimiz bir daire aynı zamanda. Şimdi size Bangalore Yargı ilkelerineden bahsetmeme izin verin.

Nedir o ? 

“Yargıçların uymak zorunda olduğu birtakım prensipler. Bunların içerisinde bence en önemli gördüklerimden biri şu: ‘Hakimin sadece tarafsız ve bağımsız olması yetmez, aynı zamanda öyle görünmesi de gerekir,’ der Bangalore Yargı İlkeleri.

Ben bunu ilk duyduğumda şeyi düşündüm yani: ‘Hakim tarafsız olacak, bağımsız olacak ama bir de öyle görünmeye çalışacak. Bu ayrım nereden geliyor? Bu ayrım açıkça uygulamadan geliyor. Yani tarafsız ya da bağımsız olduğunu söylemesi yetmez. Adalet Bakanı’nın böyle söylemesi de yetmez, bir yargıcın böyle söylemesi de yetmez, bir savcının böyle söylemesi de yetmez. Burada biz mahkeme kararlarına bakacağız, uygulamaya bakacağız, vermiş olduğu ara kararlara bakacağız, duruşma zabıtlarına bakacağız. O zabıtlardan, o işlemlerden aslında biz o yargıcın tarafsız ve bağımsız karar alıp almadığına bakacağız. Şimdi bu olayda mesela: 3 Mart tarihinde bana ihbarda bulunuyorsun. ‘Bu dava senin menfaatini etkileyebilir’ diye beni davet ediyorsun. ‘Eğer istersen gel bu davaya taraf ol’ diyorsun. Ama sonra benim taraf olma talebimi bir karara bağlamadan, bütün itiraz haklarımı elimden alacak şekilde yürütmeyi durdurma kararı veriyorsun. Bu açıkça tarafsız ve bağımsız olunmadığının göstergesi diye değerlendiriyorum ben.”

Bu süreç zarfında en önemli şeylerden bir tanesi: hükümlü olduğun iddia ediliyor şu an Adalet Bakanlığı tarafından, anlayabildiğim kadarıyla. Peki siz bu süre zarfında avukatlık yaptınız mı? Cezaevlerine gidip mahkûmları gördünüz mü? Bu süreç nasıl gelişti?

“Ben 27 Şubat günü ant içtikten bir saat sonra Bakırköy Kadın Kapalı Cezaevi’ndeydim. Arkadaşlarımın HDK dosyasından tutuklanmış üç arkadaşımızı görmeye gittim. Onlardan birinin —Berfin Azdal’ın da— aynı zamanda müdafiliğini üstlenecektim. Onunla birlikte çalışıyorduk dosyaya. Fakat böyle olduğunda…”

Ne oldu?

“Onun da aslında avukatlığını üstlenememiş oldum. Ve 26 Haziran’da davası var. Davasına bir ay kala, yani benim 29 Mayıs’ta tamamen sona erdiği tarihte avukatlığım… Dolayısıyla davasına bir ay kala bir süre içerisinde avukatsız kalmış oldu. Yani bu sadece beni ilgilendiren bir durum değil tabii ki. Müvekkillerimi de ilgilendiriyor. Yani yeni müvekkiller dinliyordum aynı şekilde. Onların da durumunu olumsuz anlamda etkiliyor bu karar tabii ki.”

Anladığım kadarıyla siz tekil bir örnek değilsiniz. Sizin gibi —ayrı bağlamda, örgütsel bağlamda— birçok avukatın avukatlık belgeleri iptal edildi. Burada yetersizlikler neler? Baroların eksikliği var mı? Neler yapılmalı? Bu saatten sonra siz neler yapacaksınız?

“Yani şöyle, tabii ki barolar da… İstanbul Barosu çok büyük bir müdahaleyle karşı karşıya. Görevden alınması için açılmış bir dava var. İşte o dava devam etti. Geçtiğimiz günlerde biliyorsunuz, olumsuz gelişmeler de yaşandı. Hani ben bu konuda, en azından İstanbul Barosu’nun ilgili olduğunu biliyorum —bu da benim davam yönünden. Türkiye Barolar Birliği de gerçekten çok kapsamlı bir hazırlık yapmıştı benim dosyam yönünden, yine gördüğüm kadarıyla. Hem istinaf dilekçeleri kapsamlıydı hem savunma dilekçeleri kapsamlıydı. Ama sonuçta şöyle bir şey var: burada Anayasa Mahkemesi sadece bir davada değil, başka benzer davalarda da vermiş olduğu hak ihlali kararları var. Geçmiş yıllarda da bu ihlal kararlarını biliyoruz. Dediğim gibi, bu tekil bir örnek değil benim açımdan bu. Bence burada bu kararın uygulanmaması için belki daha büyük bir çaba sarf etmek ya da en azından bunun kampanyasını yürütmek gerekir. Yani bu, benim şahsım üzerinde söylenen bir şey değil aslında. Avukatlık belgesi elinden alınan, ruhsatları elinden alınan pek çok genç —özellikle genç insanlar— var. Çünkü bu başvuru aşamasında olan bir şey bu. Burada da şunu da söylemek lazım: aslında eşitlik ilkesinin ihlali de söz konusu. Ben Anayasa Mahkemesi başvurumda bunu da ilettim. Yani bazı kişiler yönünden bir takım yargılamaların sürüyor olması, avukatlık yapmalarına engel görülmezken; siyasi davalarda yargılanan insanların bu tür muamelelere maruz kalması, açıkça eşitlik ilkesinin ihlalidir. Bu konuda çok yoğun bir demokratik basıncın yakalanması, yaratılması gerekir.”

Peki, siz ne yapacaksınız?

“Yani 2018’de de hani bu soruyu çok düşünüyordum. ‘Ben ne yapacağım?’ sorusunu düşünüyordum. Orada böyle ‘avukatlık yaparım’ gibi bir yanıt bulmuştum. Yani şimdi tabii ki bu hukuki mücadelemi sürdürmenin yanında, kendi merakım doğrultusunda, akademik ilgim doğrultusunda, kendimce yaptığım yazı-çizi meşgaleleri doğrultusunda hayatımı sürdürmeye devam edeceğim. Ama bir gün bu mücadele sonucunda avukatlığa kaldığım yerden devam edeceğime de inanıyorum.”

Bu durum sizde nasıl bir psikolojik etki yarattı?

“Bence bu sadece bana has bir şey de değil. Türkiye’de, özellikle gençler —cezaevi deneyimi yaşamış genç insanlar— çok ciddi bir güvencesizlikle karşı karşıya kalıyorlar. Yani gidip bir işe başvurduğunuzda, bir kere zaten kamuda çalışma imkanınız yok çünkü ‘güvenlik soruşturması’ diye bir şey var. Üniversiteler açısından da benzer bir durum geçerli. Pek çok kolda artık ‘güvenlik soruşturması’ gibi bir engel karşımıza çıkıyor. Bunun dışında, ne bileyim, isminizi arama platformlarına, arama motorlarına yazdıklarında çıkan haberler, birçok insanın sizi işe almasına zaten en baştan engel oluyor. Dolayısıyla aslında şöyle bir şey çıkıyor: Tamam, tutukladınız, hapis yatırdınız, ceza verdiniz, ekonomik özgürlüklerimizi de elimizden alıyorsunuz ya da mesleğimizi elimizden alıyorsunuz, ama bu noktadan sonra daha ne olacak? Daha neyi alacaksınız? gibi bir sitem oluşuyor. Bunun en kibar hali “sitem” diyeyim.

Ben ilk duyduğumda çok hiddetlendim. Gerçekten çok öfkelendim. Şimdi biraz daha, arkadaşlarımın, çevremin desteğiyle, bunu daha bu şekilde konuşabilir haldeyim ama… İlk, bu eve kağıt geldiğinde ‘her şey için bu kadar mücadele etmek zorunda olmamalıyız’ dedim. Yani her şey için… Kendimi de çok yüksek bir yerde tanımlayan biri değilim. İnsanlar 9 yıldır hapishanedeler. ‘Ben kimim ki, neyim ki?’ gibi bir yerden… Ama kendi küçük dünyamda bile bu kadar işte; iş için, meslek için, staj için, onun için, bunun için bu kadar büyük çabaların sarf ediliyor olmasının çok yorucu olduğunu, bir gece vakti böyle çok karanlık ve karamsar bir şekilde hissettim. Ama dediğim gibi, sonra dayanışmayla, arkadaşlarımın desteğiyle veya işte yine hemen ertesi gün Bakırköy Cezaevi’ne gittim müvekkillerimi görmeye —koğuşlarındaki müvekkillerin desteğiyle bu zihindeki bu karanlık hali atlattım.”