İran -İsrail savaş başladı.
Elim hemen telefona gitti. Fataneh ve İrit’i aramam gerekiyordu. İkisi de barış savunucusu iki yakın feminist arkadaşım. Biri İranlı, diğeri İsrailli. Savaşan taraflara ait olarak algılanan kadınlar. Oysa, bizim hayat mücadelemizde, “dünyayı dönüştürme tahayyül ve savaşımızda” yıllardır aynı taraftaydık. Yükselen diktatörlüklere, erkek egemen zorbalıklara, yok olan demokrasi ve özgürlük alanlarına karşı dünyanın farklı köşelerinde bir arada durmuş, ses yükseltmiş, sistemin bizi hoyratça savurmalarında kaç kere dayanışmıştık, hatırlamıyorum bile.
Hızlı bir muhakemeden sonra İran’ın durumunun kırılganlığını düşünerek önce Fataneh’i aradım. Kendisi İsveç’de yaşıyordu ancak, tüm ailesi Tahran’daydı. Eski sol devrimcilerden hepsi. Memlekette yaşadığım dönemlerde yazları İstanbul’daki evimin onları kavuşturmuşluğu da vardı. Ailesini merak ediyordum. Sesi öyle derinden ve sessiz geliyordu ki, sanki sessiz konuşuyorduk… Ailesi “şimdilik iyiydi.” Zaten savaş zamanlarının olmazsa olmazı bir sızıdır sadece “şimdi” hakkında konuşabilmek, sonrası içinse umuda sığınmak. Bir yandan Hameney rejimine derinden kızıyor Fataneh, bu konuda kamusal alanda da aktif. Ancak, diğer yandan bombaların çözümü değil, karmaşayı getireceğini öngörebilen bir sosyal bilimci. Karanlıkta sıkışmışlık hissi. Van’dan geçişler varmış Türkiye’ye dedim, ki zaten ortak dostumuz da çoktan ona ulaşıp bilgi vermiş bile. Savaş durumlarında evimizi, ihtiyaç halinde memleketteki arkadaşlarımızın desteğini ve yettiği ölçüde aklımızı sunmaktan başka çaremiz olmuyor… Ama biliyorum ki, devletin insanın üstüne geldiği anda ulaşılmak, duyulmak, ağlaşmak ve gerekirse birlikte direnmek insanı ayakta tutar. Hele de bunu dostlarla yapabilmek başka bir sağlam hissettirir.
Tam İrit’i arayacaktım ki, bir arkadaşımızdan gelen mesaj derinden etkiledi. İrit’in 17 yaşındaki oğlu anneannesini ziyarete gittiği İsrail’de kalmıştı, zira, ülkeden çıkışlar kapatılmıştı. Filistin meselesini ve barışı yıllardır kamusal alanda savunan bir İsrailli olarak Almanya’nın yasaklı akademik, siyasi ve sosyal ortamında tutunamayan arkadaşım İrit, çocuklarıyla bir kaç yıl önce Amerika’ya taşınmıştı. Ailesi ise İsrail’de yaşıyordu. 70 yaşının üzerindeki babası halen Netanyahu’ya karşı eylemlere gidiyordu. Anneannesinin hikayesi ise İrit’in hayat duruşunu nerden aldığını özetleyecek bir hikayeydi. Nazi soykırımından kayıplarla kurtulan anneannesi İsrail’e geldiğinde Filistinlilerden boşaltılan ve kendisine sunulan evde oturmayı reddediyor. Ve hayatını işçi olarak geçiriyor. Bu hayatta haysiyet ve onurdan bahsediyorsak, bu gibi örnekler en sahicilerinden. Hala insanlığı tutanlarından. İrit’i arayamadım. Bir İsrailli olarak Almanya’da rahat bir hayat yaşayabilecekken adaletsizlik karşısında susmayan ve bunun karşılığını da hayatındaki türbülanslarla ödeyen arkadaşımla, oğlunun içinde bulunduğu durumu telefonda konuşacak halim yoktu. Zaten ertesi gün Berlin’e geliyordu, bende de kalacaktı yazın bir zamanı. Gelir gelmez buluştuk. Ortak bir kadın arkadaşımızı da alıp, bizim evde İsrail’den güvenli ve güvensiz tahliye yollarını arayıp bulmaya çalıştık tüm gün. Ürdün’ün hangi sınır kapısında insan ticareti olma ihtimali olduğunu, hangisinin korunduğunu, biz bunları konuşurken İran Ürdün sınırını an an bombaladı.
Bu satırları yazarken İrit yolda, oğlunu Kıbrıs’ın limanlarından birinde karşılamaya gidiyor. Fataneh’in ailesi hala “şimdilik iyi” durumda. Arada, İrit Berlin’de duygusal bir an yaşamış. Bir kafede telefonda konuşurken, İbraniceyi duyan İranlı iki kadın çekinerek yanına yanaşmış. Kendilerinin İranlı olduğunu söylemişler. Sonrasında, sessizlik olmuş, gözler dolmuş, sarılmışlar ve en çok kadınlara tanıdık gelen o buruk ama içten gülümsemeyle o bıktıkları Trump, Netanyahu, Hameney gibi erkeklerden kurtulmak istediklerini paylaşmışlar, ama, Filistin’deki gibi katliamlarla, bombalarla, savaşlarla değil. İranlı kadın aktivist Sahar Delijani’nin de dile getirdiği gibi:
“… eğer özgürlük misyonunuz masum insanların hayatlarının yok edilmesiyle gerçekleşecekse, o zaman sizin peşinde olduğunuz şey özgürlük değildir.”
Bu erkek egemen dünyadan kurtulmak istiyoruz da, nasıl?
Sosyal medya Türkiye’de her olayda olduğu gibi, İran-İsrail savaşında da ikiye ayrılmış durumda. İran’a atılan her bombaya, Hamaney rejimi devrilecek diye sevinen ilk grup ve bombalarla hiçbir çözümün gelmeyeceğini söyleyen ikinci grup. İlk gruptakiler hatta, İran’dakilerin de bombalara sevindiklerini, bunun için bunun karşısında olanların anlamsız bir direnişte olduğunu vurguluyorlar. Bir kısmına göre, “gerçekçi olmalıyız” zira, bu ölümler sadece “yan hasar” (collateral damage). Ölümleri normalleştiren bir yaklaşım hiç barış ve istikrar getirdi mi şimdiye kadar? Getirmedi.
Sosyal medyada aktif olmaktan hoşlanmayan biri olarak sosyal medyada değil, ama duruş olarak ikinci gruptayım. ABD, Rusya ve İsrail gibi uluslararası aktörlerin Orta Doğu müdahaleleri, “yan hasarları” normalleştirirken bölgeye barış ve istikrar getirme iddiasıyla gerçekleştirilse de, pratikte iç gerilimleri derinleştirerek radikal yapıların güçlenmesine ve toplumsal kesimlerin, özellikle kadınlar ve dini-etnik azınlıkların haklarının sistematik olarak yok sayılmasına yol açtı. Örneğin, ABD’nin Irak işgali sonrasında, merkezi otoritenin zayıflamasıyla birlikte, mezhepçi çatışmaları ve IŞİD gibi radikal örgütlerin yükselişini hızlandırdı. Bu süreçte kadınların kamusal yaşamdan dışlanması ve şiddete maruz kalmaları arttı, Şii-Sünni mezhep gerilimleri azınlıkların güvenliğini tehdit etti. Benzer biçimde Suriye’de Rusya’nın Esad rejimini destekleyerek savaşı uzatması, ülkedeki etnik ve dini gruplar arasında derin kutuplaşmaları tetiklerken, kadınların maruz kaldığı savaş suçu ve ayrımcılık had safhaya ulaşmıştı. On yıldan fazla bir süre sonra, Suriye’nin şu anki Colani yönetimi Batılı güçler tarafından alternatif olarak sunuldu. Ancak, kendisi de radikal HTŞ (Hey’etu Tahrîri’ş-Şâm) eski üyesi olan Colani, kendisine bağlı İŞİD’li grupları dizginlemek yerine insan hakları ihlallerine dramatik bir şekilde yenilerini kattı. Bugün Alevi katliamlarına, Alevi kadınların kaçırılarak köleleştirilmesi, dini ve etnik azınlıklara yönelik katliam ve baskılara her gün yenileri ekleniyor. İsrail’in Filistin topraklarındaki işgali ve yerleşim politikaları ise, Filistinlilerin temel haklarını gasp ederken, iç siyasi bölünmeleri derinleştirip Hamas gibi radikal grupların yükselmesini dolaylı olarak kolaylaştırdı. Bugün Filistin’de yaşanan soykırım, Hamas’ın İsrail’e 7 Ekim saldırısı ile başlasa da, Filistinlilerin sıradan şekilde öldürülmesi, hapse atılması, işkence görmesinin onlarca yıla dayanıyor. Ve tüm bu müdahalelerde en vahimi eskiden demokratikleşme adına yapılan müdahaleler, Trump dönemi dünyanın yeni ruh halinde böyle bir estetize edilmiş “demokrasi” sözlerine bile ihtiyaç duymuyor. Vahşetin en çıplak hallerini yaşıyoruz…
Bu müdahaleler, bölgesel barış çabalarını zayıflatmakla kalmadı, kadınların ve azınlıkların sosyoekonomik ve politik haklarını geriye itti, toplumların kendi içinde daha kırılgan ve şiddete açık hale gelmesine neden oldu. Dolayısıyla, bu dış müdahaleler sahada tam tersine işleyen dinamiklere yol açıyor ve uzun vadede bölgede kalıcı bir çözümün önünde engel oluşturuyorlar. İşte tam da bu yüzden devletleri savaşırken İranlısından İsraillisine iki kadın, erkek egemen otoriterlik ve diktatörlükleri durdurmak istiyor ama, bombalarla değil. Zira, biliyorlar ki, dışardan gelen bombalar ve özgürlük ve eşitliği getirmiyor. Barış çalışmaları üzerine birikime ulaşmış kadın ve LGBTQİ hareketleri biliyorlar ki, kimliksel olarak birbirini öteki olarak görmek değil, diyalog, müzakere ve barışı mesele yapmak yaşamdan yana şekillendirecek coğrafyayı ve dünyayı. Biliyoruz ki, bugünün ekonomi politiğinin güç dengeleri buna hemen müsade etmeyecek ve fakat yaşamdan yana mücadele de bitmeyecek!