Tarık Ziya Ekinci Anısına…
Okuduğu kitaplardan vurgun yemişçesine etkilenenleriniz olmuştur. Edebi diliyle, tasvirleriyle büyüleyen, bazen de Dostoyevski’nin Raskolnikov’u gibi empati düzeyini zorlayan karakterlerle kitaplar iz bırakmıştır. Mehmed Uzun’un Kader Kuyusu (Bîra Qederê) kitabı da birçok insan için böyle bir ana denk gelir. Doksanlı yılların Türkiye’si, 12 Eylül Askeri Darbesi’nin etkisinden kurtulamamış ve darbe anayasasının iliklere kadar hissedildiği, Kürtlerin demokrasi ve hak taleplerini yükselttiği, siyasetin baş döndürücü bir hızda değiştiği, resmi açıklamalarla “düşük yoğunluklu savaş” ve faili meçhul cinayetlerin gölgesinde korkunç bir şiddete tanıklık edildiği zamanlardır. Bu zamanların ortasına düşmüştür Kader Kuyusu. Resmi tarih deformasyonu altında yetişen Kürtler için 1995’te Kürtçe yayınlanan ve 1997’de Türkçe baskısı yapılan roman, Kürt olmanın ethosunun keşfidir.
Kader Kuyusu (Bîra Qederê), Celadet Ali Bedirxan’ın hayat hikayesini konu edinen, bunu çekilmiş 16 fotoğraf ve fotoğraflarda yer alan kuyularla hikayeleştiren bir roman. Celadet’in doğduğu gün ile başlar. Doğum uzun sürer. Zor gerçekleşen doğumda, çocuğun sesi çıkmayınca öldüğü sanılır ve kanlı vücudu sarıp sarmalanarak konağın bahçesindeki kuyunun kenarına bırakılır. Su ısıtılacak ve bebek yıkanacaktır. Ancak hizmetli kız bahçeye gidip gelirken bebeğin birden ağlama sesini duyar ve böylece ölü doğduğu sanılan bebeğin yaşadığı anlaşılır. Bu sayede Celadet’in kaderi de kuyuların etrafında dönmeye, kuyular hayatının hemen her devresinde bir yer edinmeye başlar. Kuyu, sanki hayatın karşıtı gibidir yahut yaşam ile ölüm arasındaki araftır. Hayattan koptuğu düşünülen bebek, kuyunun kenarında defnedilmek üzere bekletilmektedir. Yani ölüm diyarına gönderilecektir, ancak son anda bebeğin nefes almasıyla bu engellenmiştir.
Kuyu (bîr), Kürtçe’de hem “hafıza” hem de mekân olarak “kuyu” anlamına gelir. Bir bellek mekânı olarak öne çıkarken, “kuyu” ve “hafıza” anlamlarının ikisinin anlaşılacağı şekilde kullanmıştır. Romanın metafor rüzgarında “kuyu”, sürgünlük, yabancı bir şehirde zorunlu ikamet etmek, kendi aile geçmişinden, kültüründen, tarihinden, dilinden, coğrafyasından koparılmış olmak anlamlarını taşır.
Romanın 9. ve 10. fotoğrafı, Kürt mağlubiyetlerinin yarattığı moral bozukluğu ve bunlara eklenen Kürt aşiret ve cemaat liderlerinin dar, kısır çekişmelerini konu alır. Bu bölüm, romanın dönüm noktalarındandır. Celadet bir toplantıda Kürt aşiret ve cemaat önderlerinin asıl problem üzerinde yoğunlaşmak yerine, incir çekirdeğini doldurmayacak mevzuları tartıştıklarını görür ve toplantıyı terk eder. Bu, onun politik faaliyetlerden edebiyata yönelmesini sağlar. Böylece modern Kürt basınının en önemli faaliyetlerinden biri olarak nitelenebilecek Hawar dergisinin yayınlama kararını alır. Celadet, romanda o günün özel oluşundan bahsederken “O gün ben yeniden doğmuştum; birinci çocuğum dünyaya gelmişti, babam, amcalarım, kardeşim Safter ölüm uykusundan uyanmışlardı. Dedem Mir Bedirxan kuyunun kenarındaydı (rakı içiyordu), gülüyor ve bıyıklarını buruyordu. Yıllardır hayalini kurduğum şey o gün gerçek olmuştu; Hawar çıkmıştı…” Derginin ilk sayısında yayınlanan manifestosunda “Hawar bilginin sesidir, bilgi kendini tanımaktır. Kendini tanımak bize kurtuluş ve iyiliğin yolunu açacak. Kendini tanıyan her kişi, kendisini tanıtabilir. Hawar’ımız (çığlığımız) her şeyden önce dilimizin varlığını tanıtacak” yer alır. Hawar’ın çığlığını duyanlardan birisi de Doktor Tarık Ziya Ekinci oldu.
Kader kuyusunun içine düşenlerdendi Tarık Ziya Ekinci. Gençlik dönemine kadar çevresindeki karanlığın farkında ama el yordamıyla yönünü bulmaya çalışıyordu. Ölüm ve yaşamın kıyısında bir zamanda Diyarbakır’ın Lice ilçesinde doğmuştu. Süregiden kanlı bir müdahale ile binlerce insanın öldürüldüğü Şeyh Sait olaylarının ertesiydi. Takrir-i Sükûn Kanunu ile ilan edilen sıkı yönetim ve kurulan İstiklal Mahkemeleri’nin gölgesinde büyüdü. Anılarında bu dönemin baskı ortamından ayrıntıları ile bahseden Ekinci, Kürtçe konuştuğu için zulmedilen insanlara tanıklık etti. Herhangi bir mahkeme görülmeden askeri ve mülki yetkililerin iki dudağı arasında keyfi öldürmeleri gördü. İlkokula gidene kadar Türkçe bilmiyordu. Kürtçe konuşmanın yasak olduğu dönemde okulda öğrendiği Türkçe ile akrabalarına ve tanıdıklarına şehirde iletişim için destek oluyordu. Kürtçe onun için köyün, kırsalın diliydi. Türkçe ise şehrin diliydi. Aradaki ayrımı böyle kurmuştu. Zihninde böyle yer etmişti. 1943 yılında İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi’ne girdi. Hekim olmak ve halkına hizmet etmek istiyordu.
Bu yıllarda tam da Celadet’in beklediği, umduğu şekliyle büyük bir çınarın doğmasına can suyu verdi Hawar. Hikâyenin ‘Tıbbiyeli’ tılsımı uyanmıştı. Osmanlının son döneminde başlayan ve Kürt kökenli tıbbiyelilerin (Abdullah Cevdet, İshak Sükûti) kuruluşunda önemli rol aldıkları İttihat ve Terakki değişmiş, dönüşmüş ve totaliter bir rejimin inşası için zemin oluşturmuştu. Türklük düşüncesi, vaat edilen özgürlüklerin önüne geçmişti. Cumhuriyetin ilk dönemi Kurtuluş Savaşı’nın ertesinde böyle bir iklime tekrar teslim oldu. Kürt Hekimler için halkla kurdukları bağ entelektüel birikime katkı sunmak düzeyinde kalmıştı. Dersim Tertelesi ile son bulan bu dönem ağır sonuçlarıyla Kürtleri yaklaşık 20 yıllık bir sessizliğe gömmüştü. Sessizlik hayatta kalmanın bir şekliydi. Tarık Ziya Ekinci için üniversite yıllarına tekabül eden 1943-49 aralığı sessiz çığlığa tanıklıklarla geçti. Verdiği bir mülakatta Ekinci “yani ilk kez Kürt olduğunuzu hatırlamanız sizi mutlu mu etti” sorusuna, Mustafa Remzi Bucak, Faik Bucak ve Musa Anter, Yusuf Azizoğlu gibi bilinen şahsiyetlerle kaldığı İstanbul’daki Dicle talebe yurdundan bir anısı ile cevap vermişti. “Bir gün oradaki arkadaşlardan birisi bana bir dergi gösterdi. Dergiyi açtı ve bana oku dedi. Hayatımda ilk defa Kürtçe basılmış bir dergi görüyordum. Açtım, gerçekten dergi Kürtçe. Suriye’den geliyor Hawar isminde bir dergi. O dergiyi okumaya çalıştım, alfabeyi de bilmiyorum. İlanlar falan var. Kürtçe dergi çıkıyor, Kürtçe yazı yazılıyor… Bu olay beni müthiş heyecanlandırdı, gayri ihtiyari gözlerim yaşardı. O güne kadar Kürtçe yazı yazıldığından haberim yoktu. Bize öğretilen şuydu: Köylüler Kürtçe konuşur, şehirliler de Türkçe. Dil farkı şehirli ya da köylü olmaktan kaynaklanan bir olaydır deniyordu.”
Özgür düşünmenin mayası bir kez çalınmıştı. Statüko karşıtı olmak ve her koşulda demokrat tutum sergilemek konusunda sınırsız bir inadı vardı. Demokrat partinin Lice’de örgütlenmesini sağlayıp iktidara gelmesi için çaba sarf eden Ekinci, kurulan otoriter rejim sonrası CHP Diyarbakır il Sekreteri olarak Demokrat Parti’ye muhalefet edebilmişti. Tıbbiyeli olarak Paris’te aldığı uzmanlık eğitimi Marksist teori ile tanışmasını sağladı. Olayları daha iyi analiz edebiliyordu. Sınıfsal farkları ve buna paralel değişen ideolojik tutumları okuyabiliyordu. 27 Mayıs Askeri Darbesi’nden sonra CHP giderek statükocu bir çizgiye savrulunca, arkadaşlarıyla birlikte CHP’den ayrılıp yeni kurulan Türkiye İşçi Partisi’ne (TİP) katıldı. TİP’te Canip Yıldırım ve kardeşi Tahsin Ekinci ile Kürt illerinde örgütlenme çalışmalarını yürüttü. Aynı dönemde Sosyalist Kültür Derneği’nin kuruculuğunu yaptı. 1960’lı yıllara 49’lar davası ile girilmişti. Ülkenin görece genişleyen örgütlenme olanaklarıyla beraber Kürtlerin yeniden hak talepleri yükselmişti. “Doğu sorunu” adıyla Kürt meselesi gündemleşiyordu. 49’lar davasından yargılananların bir kısmı da TİP’e katılmıştı. TİP’in örgütlenmede şaşırtıcı bir kıvraklığı vardı. Cegerxwîn’in şiirleriyle yetişen Kürt din alimleri (Melle) il, ilçe örgütlenmelerinde görev almıştı. Ekinci bir anısında TİP kurucularından Behice Boran’ın kendisine “Biz, siz bu partiye gelene kadar bir ‘Kürt Meselesi’ olduğunu bilmiyorduk” dediğini aktarmaktadır. İçinde Kürt kelimesi geçen ve Fırat’ın doğusu için geçerli yasakların gölgesinde 25 yıllık mezar sessizliği bu şekilde yırtılmış oluyordu.
TİP Genel Başkanı Mehmet Ali Aybar’ın Gaziantep konuşmasında “Bir büyük meselemiz var: Doğu ve Güney Doğu illerimizde daha çok Kürtçe ve Arapça konuşan ve Alevi mezhebinden milyonlarca vatandaşımız yaşıyor. Bunun doğurduğu çetin meselelerle karşı karşıyayız. Meselenin bir çok yönü var: Tarihi yönü var, etnolojik yönü var, hukuki yönü var. Ve bunların hepsinin üstünde insanlığın ve Türkiye’nin yüksek menfaatlerinin emrettiği yönü var. Bu yurttaşlarımız bugüne kadar genel olarak devlete vergisini ödemiş, yurt savunmasında kanını akıtmış ve emeğini esirgememiştir. Her işte şevkle çalışmıştır. Ama buna karşılık hak ettikleri yurttaşlık nimetlerinden gerektiği kadar yararlandırılmamışlardır. Bu yurttaşlarımıza eşit yurttaş muamelesi yapılmalıdır. Anayasada herkese tanınan hak ve hürriyetler tastamam bu yurttaşlarımıza tanınmalıdır. Daha doğrusu, tanınmış olan bu hak ve hürriyetlerden yararlanmaları sağlanmalıdır. Anayasamız, 12.ci maddesinde, yurttaşlar arasında din, mezhep, dil, ırk, sınıf ve zümre ayrımı gözetilmeyeceğini yazar. Anayasa’nın bu emri harfi harfine yerine getirilmelidir” demiştir. Bu konuşma içeriği itibariyle Cumhuriyet tarihinde önemli bir dönemeci temsil etmektedir. Bunun olmasında en büyük pay sahibi ise Tarık Ziya Ekinci’nindir. Yaptığı konuşmalarda Ekinci bu belirlemelerin ilk defa bir parti genel başkanı tarafından dillendirilmiş olmasını tarihi nitelikte olduğunu vurgulamıştır.
Tarık Ziya Ekinci ‘Kader Kuyusu’nun içinden yukarı bakıp ışığı yakalamaya çalışanlardandır. Belleğin uyanması için kendi zihnindeki dönüşümü cesaretle izlemiştir. Karanlığa hapsedilen sorunlarla yüzleşmiş, yüzleştirmiştir. Kürt meselesinin ülke gündemine yeniden girmesine katkıları kadar eşitlik, hak ve sosyalizm mücadelesi için de önemli çabaları olmuştur. Hayatının geri kalan bölümünde radikal demokrasi için mücadelesini yürütmüştür. Yakın döneme kadar Kürt meselesinin çözümü için demokratik adımların atılması için mücadele etmiştir.
Hawar, Celadet Ali Bedirxan tarafından 15 Mayıs 1932’de yayımlanmaya başlamış ve toplamda 57 sayı ile 1943 yılına kadar yayın hayatında kalmıştır. Derginin ilk 23 sayısı hem Latin hem de Arap alfabesiyle basılmış ancak daha sonra 24. sayıdan itibaren yalnızca Latin alfabesiyle yayımlanmıştır. Bundaki en büyük nedenin derginin yaratıcısı Celadet Ali Bedirxan’ın Kürtlerin Latin alfabesine geçmesi gerektiğini düşünmesi olduğu söylenmektedir. Büyük zorluklar içinde yayın hayatını sürdüren dergi en son sayısını 15 Ağustos 1943 yılında çıkarmıştır.
Yine bir 15 Ağustos günü Hawar’ın son sayısının basımından 81 yıl sonra 15 Ağustos 2024’te Tarık Ziya Ekinci’yi kaybettik. Celadet Ali Bedirxan sulama amaçlı açılan bir kuyuya düşerek hayatını kaybetmişti. Düşülen kuyudan başını yukarı kaldıranların olduğunu en iyi onun gördüğünü artık biliyoruz…
Kaynak:
Nihat Sargın, TİP’li Yıllar (1961-1971), Sosyal Tarih Yayınları, s. 143
Tarık Ziya Ekinci, Abdulhakim Günyadın söyleşisi, İndependent Türkçe, 2019