Kahir zamanların esaretine yenik düşmüşüz; dağların zirvesinde unutulmuş bir buzulun eriyen suları gibi, sessizce akıp gidiyoruz, varlığımızın izlerini sonsuzluğa bırakırken.
Katlanması zor zemheri bir ara zamanda, gelecekte kendine bir yer bulmaktan zorlanan insanlığın soy zincirinden kopmuş gibiyiz. Hiçbir şeyin ayaklarımızın dibinde kıvranıp durmayacağını bilsek de ardında saklı kalan zamana tutunmak istiyoruz.
İlk günahta olduğu gibi, ilk sevapta da eşittir yeteneğimiz aşağı yukarı; ama yine de bu konuda bilek güreşine tutuşuyoruz. Anılarımızın bilgeliği, yanıltıcı anlatıcıların yalanlarına yenik düşüyor.
Zamanın serabında kaybolmuş hatıraların izlerini sürerken, kendimizi dağların zirvesinde unutulmuş o kadim buzulun eriyen suları gibi hissediyoruz. O buzullar ki, yüzyıllar sessizce zamanın tanıklığını yaparak varlıklarını korumuş, fakat sonunda erimeye yüz tutmuş. Bu eriyiş, belki de geçmişin yükünden kurtulmanın bir yolu, belki de zamanın kaçınılmaz gücü karşısında bir mahcubiyetin ifadesi. Her damla, kaybolmuş anıların, unutulmuş hayallerin ve silinmiş yüzlerin hatırasını taşırken, bizler de bir gün o buzullar gibi eriyip akıp gideceğiz.
O ağır çözülüş, insan ruhunda yankılanan derin bir ayrılığa benzer. Her damla, kalbin en derinlerinden kopup gelen bir anıya dönüşür, zamanın anaforunda kaybolmak üzere. Eriyen her parça, geçmişin izlerini taşır. Bizler, bu soğuk sessizliğin içinde yavaşça erirken, varlığımızın izleri zamanın içinde silinip gider. Eski hatıralar, tıpkı buzulun eriyen suyu gibi sessizdir, ama içten içe yakıcıdır, kezzap yangınları gibi. Sümbülün daldan düşüşü gibi, anılar da hep ansızın mı gelir?
Bir zamanlar o neşeli rüzgârların kanatlarında dansın ihtişamına kapılmamış gibi, ruhumuz şimdi bulutların zirvesinden düşüyor; hakikat sonrası zamanın sağırlığında, hüznün seralarının yalnızlığına damlıyoruz. Oysa sonsuz baharların kelebekleri gibi, hayalci bahçıvanların bahçelerinde uçuşun seyrine duruyorduk. Zamanın beyhude hızında, kadim nehirlerin dinginliğine nail olmadan gaibe karışıyor ruhlarımız.
Her şey durgunlaşmadan buharlaşıyor; olmuyor işte, deyip çağın zalimliğine boyun eğiyoruz. Her adımda, her nefeste, biriken anılar kırbaçlar gibi iniyor sırtımıza, yanıltıcı anlatıcıların kahkahaları eşliğinde. O yabani kahkahalar, gök gürültüsü gibi kopup, ansızın bir sel misali üzerimize çöküyor. Kalbimizin buz salkımlarından süzülen her damla, bizi o selin içinde daha da derinlere sürüklüyor.
Geçmişin ağırlığı, anıların yankısıyla birleşip, bizi zamanın karanlıklarında kaybolmaya zorluyor. O uzun yolculuğun ardından gelen yol ayrımları, insanı hem geçmişe hem de geleceğe bağlayan düğümsüz, tuhaf bir bağa dönüşüyor. Geçmişin hatıraları, ince bir hüzünle dokunan, ama aynı zamanda neşe ve kederin iç içe geçtiği dokunuşlar gibi uzayıp gidiyor.
Ancak her umut, ayrılığın ağırlığı altında kırılganlaşıyor. O anlar, artık yalnızca birer hatıra değil; omuzlarımızda taşınan birer yük. O anılar, zamanla silinmesi gereken izler değil, aksine zaman geçtikçe daha da derinleşen izler bırakıyor. Ve her nefesle, kalbe düşen o damlalar, bu yükü daha da ağırlaştırıyor. Belki de insan, ara zamanların bir bükümüdür; belki de başka bir insanla çıktığı her yolculuk, aslında kendi derinliklerine yapılan keşfin yekûnudur.
Bir buzulun sessizce eriyip akışı gibi, insan da zamanın genişliğinde içsel derinliklerinde süzülür. Fakat her yolculuk sadece bir kayboluş değildir; belki de kendimizle yüzleşmenin ta kendisidir. Zamanın içinden süzülen her hatıra, kalbin sağırlığında bir damlanın düşüşü gibi yankılanır sesi. Her biri, kalbimizin en derin köşelerinde yankılanır ama sessizce var olur. Ve biz, o yankıların arasında ruhumuzu bulmaya çalışırız. Fakat her seferinde, o anıların seli bizi daha da uzaklara sürükler.
Bu belki bir kayboluşun öyküsüdür; anıların buz gibi soğukluğu içinde yavaşça erirken, varlığımızın izleri zamanın derinliklerinde silinip gider. Ne kadar kaçarsak kaçalım, kendi uzağımızdan kopamıyoruz; çünkü o anıların çekim gücü bizi her defasında geri çağırıyor.
Werther’in acıları içinde kaybolurken, geçmişten tamamen uzaklaşmanın dayanılmaz hafifliğiyle kendimizi yok oluşun eşiğinde buluyoruz. Her anı, her nefes, hızla geçen her gün, ruhumuzu biraz daha sıkıyor. Varlığımızın özü, sanki o yolculuklarda kaybolmuş gibi hissediyoruz. Fakat bu acının, tıpkı Werther’in de zamanında dile getirdiği gibi, bir cazibesi var. Bu hüzün ve derinlik, insanı bir şekilde hayata daha sıkı bağlıyor. Çünkü her yeni neşe anı, bir sonraki hicranın şafağında doğar ve her doğum, ne kadar acı verirse versin, varoluşun en saf halini hissettirir.
Bütün dünya bir çöle dönüşüyor; gündüzleri yakıcı, geceleri dondurucu, tıpkı istiridyenin kabuğuna çekilmiş gibiyiz. Biliyoruz ki, o acılaran kaçış yok. Sonsuz bir yolculuk, tıpkı bir buzulun yavaşça erimesi gibi, her nefes alışımızda bizi çözülmeye ve akmaya zorluyor. Ve biz o hatıralarda kaybolurken, sadece bir sonraki acının imkânsızlığında var olmayı öğreniyoruz. Her gün, her an, bu imkânsızlığın içinde Werther’in acılarıyla kardeş oluyoruz. Onun acısı, bizim acımız; onun kayboluşu, bizim kayboluşumuz. Ama belki de, onun gibi, bu acıyı kabullenip onunla yaşamayı öğrenmek gerek.
Çünkü öğrenmek, kadim sırların terbiye edici bir talimidir. Sütunsuz bu kubbenin altında, insan ne kadar bilirse bilsin, bir parçası hep eksik kalır, yalnızlığın derin sessizliğinde yankılanarak. Kahır dolu zamanlar, geçmişin gölgesinden geleceğe uzanan ağır bir zincir gibidir; her halkasında unutulmuş bir hatıra gizlidir. Her adım, vedanın sessiz yankısıyla atılır, yarınların puslu ufkuna dokunurcasına. Geçmişin derin yarıkları, geleceğin belirsiz ufkuna usulca süzülürken, her nefes bir sonun gölgesinde asılı kalır, başlamamış bir hikâyenin eşiğinde bekler. İlk adımın sessiz çığlığıdır belki; köz altında gizlenen bir ateşin kıvılcımları gibi, hem geçmişin külleriyle savrulur hem de geleceğin alevlerinde şekillenir kahir zamanların bıraktığı anılar.