Kant’ın ailesi dindardı, babası saraçtı, bu yüzden olsa gerek atları severdi, onun gibi deriden anlayan, demirden anlayan biri yoktu, hele yaptığı koşum ve üzengilerin eşi benzeri yoktu. Atla bilgi arasında bir ilişkinin olduğunu Kant o zaman anladı, dedi, bir kere düşen, bir daha ata binme cesareti gösteremez. Hayatı boyunca ne attan düştü ne de bildiğinden şaştı. Hep haklıydı, tek haksız olduğu şey, bendim, beni hiç dinlemedi. Babamın saatçi dükkânıyla onun babasının dükkânları birbirine yakındı. Zaten o zaman hiçbir şey birbirinden bu kadar uzak değildi. Meyhaneler, hanlar, eyerciler dip dibeydi. Çocukluğumuz saraç, meyhane ve hanlar arasında geçti. Tek bir derdimiz vardı, bu da dünyanın bütün meyhanelerini, hanlarını, eyercilerini birleştirmekti. O zaman daha babam Samsat’tan yeni gelmişti. Yani kimse yanlış bir şey düşünmesin, ben öz Samsatlıyım, Kant da benim iyi arkadaşımdır. Bunu şunun için söylüyorum. Desem ki bu şehre su oyunlarını ben getirdim kimse inanmaz. Samsat’taki gibi kışın kar üstünde oynardık, yazın suya girerdik, nehir kıyısında yürürdük; kışın buz üstünde kayardık ki, bizde kırıkçı çıkıkçılar kışlarını babalarımızın verdikleriyle geçinirdi. Bunlar da genelde cambazlar olurdu, hayvanların ayakları kırılınca ne yapıyorlarsa, aynısı yapılırdı. Tek fark, yumurta ve sabundu. Kant bir gün kayarken, ayağı kırıldı, bir kişi çekti, yerine oturdu, bağırdı, tahtalar devreye girdi. Kant, şunu söyledi: Medeniyetin para birimi sanattır. O gün büyük adam olduğunu fark ettim. Ama bunu anlamanın da bir tür erdem olduğunu o bir türlü anlamadı. O günden sonra sanki hep ayağı kırılacak gibi aynı yoldan gidip geldi. Ben bunu hayra yordum. Dedim bu kayıp olmaktan korktuğu için değil; bildiklerini unutmamak içindir. Daha ileri gitti, babası bir kez Baden’e tatile gidince gitmedi. Kaplıcaları sevmedi. “Şehrin sınırları, sınırlarımdır” dedi. Edebiyat, felsefe belki buydu, bir yere kendini hapsetmek ve ne olursa olsun, kendini kapattığın yerden bakmak. Bende Samsat neyse Kant için Konigsbeg oydu. Ben, ayaklarımızı yıkayarak akan nehrin gökyüzünden aktığına inanırdım. Kant’ı da bu şehirdeki nehrin gökten aktığına inandırdım. İnanç böyle bir şeydi. İnanmadan hiç kimseyi bir şeye inandıramazsın: Önce sen inanacaksın. Bu şehrin bizden tek fazlası denizdi. Burada nehrin bilgeliği denizle birleşiyordu. Bizim nehir devlet kuruyordu, devlet yıkıyordu. Onların nehrinde ve denizinde ticaret yapılıyordu. Bizim nehir bir işgal aracıydı, onların nehri denizle birleşip dünyanın bilgisi paraya çevriliyordu. Ben babamdan dolayı geldiğim bu şehirdeydim ama şehir benle değil, Kant’la birlikteydi. Ben bu şehrin tam bir esiriydim. Kant da esirdi ama Kant gönüllü esirdi ve büyüdükçe şehri kendine esir edecekti; hem zaman hem bilgi ona göre akacaktı. Kant için burası, her yeri, her şeyi ve herkesiyle bir sığınaktı, burada her şey bir saat gibi işliyordu. Bir düzen vardı ve benim bu düzene ayak uydurmam isteniyordu. Gel Kant dedim, gidelim buradan, Adıyaman Lisesi’ne yazılırız, subay kızlarına aşık oluruz, Bazikiler bizi sever, fıstık fideleri dikeriz, balık tutarız, Nemrut’a çıkarız, dinlemedi… “Liman” dedi, “üniversite” dedi, “doğa” dedi, “burası” dedi, yatağını bulmuş, yarın öbür gün Samsat sular altında kalır, diktiğimiz fıstıklar su altında kalır, ağaçlara yuva yapan kuşlar boğulur. Sonra aç bir avukat gelir, elini arkasına koyar “kamulaştırma davanızı kazanacağım” der, elimizdekini alır, sonra bir bakarsın bu avukat Urfa’ya reis olur ve biz de ona rey vermek zorunda kalırız, ben gelmem. Dedikleri oldu, ama biz gelseydik, bunların hiçbiri olmazdı, kepçelerle oralarda kazılar yapılmazdı. Müze Müdürü Adnan Mısır Bey her kepçe vurulduğunda oturup ağlamaz, ağlayıp ‘kepçeyle kazı mı yapılır?’ demezdi: Yaşasın tırnağıyla toprağı kazıp bize bilimin ışığını yakanlar. Neyse Kant’ım gelmedi, acım büyüdü, beni dinlemedi.
İkimiz on altı yaşına geldik. Aynı yılın Nisan’ında Kant, teoloji, ben matematik ve edebiyat dersleri almaya başladık. Buradan yürüdük, yürüdükçe yürüdük ama ben yoruldum, yerimde kaldım. Bereket babamın saatçiliği işe yaradı. Para kazandım ama Kant’la yollarımız ayrılma noktasına geldi. Şehirde saat birden aksesuara döndü, çalışmasa da olurdu, kadınlar için süstü zati, erkekler için güç gösterisiydi. Kimi dedi benim saatim Munster Katedrali’ndeki saatin tıpkısı; sanırsın Gergerliler, kimseyi beğenmiyorlar, bir de uzun ellerini yeleklerinin ceplerine koyup saatleri için Rönesans tarzı demezler mi? Ah şu sonradan görmeler, iki laf etmem gerek, elleri para görünce ya aydın olur ya aydınların masalarına oturup büyük laflar ederler. Babalarından kalan şarap mahzenlerini misafirlerine gösterirler! Bu yaz ya Yunanistan ya da İtalya’da dostlarıyla bir araya geleceklerini söylerler. Çocukları kızıyordur ama dostlar da ihmale gelmezler. Tekneleriyle övünürler. Biri lodos beni etkiliyor der, diğeri dolunayda baş ağrısı yaşadığını söyler. Neyse saate döneyim, saatleri hassasmış, herkes kuramazmış. Başka bir “benimki Hampton Court Saati” dedi, saatin içi astronomi kitabı gibi, bir burç diğerini takip ediyor. Kant da “ben aslan burcuyum” demez mi? Ben de Yılangeç burcu! Başka biri, İsveç’ten gelen Lund Katetrali’ndeki saatin benzerinden söz etti, “işçilik” dedi. Bunun da üzerinde yıldız ilmi var, bir de demezler mi bir Orta Çağ harikası… Hele bazıları öyle bir abarttı ki sanki saatin mekanizmasını bulan Jorgen Alner’diler. Bu adam doğru, pirimizdir, hem saati bilen, kuran, hem de astronomiyi saat üzerinden değerlendirendir. Ama şunu demem mi gerek, Alner’ler aslen Samsatlıdır. Samsat’ın değeri bir gün bilenecektir. Zenon, Samsat’a gelemediği için ağır bir diş iltihabı geçirdi, acıya dayanamadı, intihar etti. İnanmayan varsa, gidip Ahmet Aslan’a sorsun, o mutlaka İbni Haldun’la ilişkisini kurup açıklar, bize doğruyu iletir. Kendisini severim, bir tek anlaşamadığımız konu Vivaldi’dir.
Bir de bütün bunlara Kant eklendi, zaman ona göre ayarlandı. Kiliseyle arasında rekabet arttı, zaman yüzünden ikilikler doğdu, ben hep kolladım, yanında durdum. Kilisenin zamanı ve aklın zamanı diye kilise babaları konuştukça, Kant, “bu karanlık” dedi, benim katkılarımla Aydınlanma çağı başladı. Saati kuran, zamanı belirleyen, perde arkasında kalanım ben. Ben derim, ben kendimi ortaya atarım ama kaymağını başkaları yer, kötü bir şey mi oldu, o zaman herkes beni bilir, beni gösterir. Zamandan aydınlanmaya geldik. Buradan da akıl meselesine geldik. Onunla baş edemeyenler dükkanımın kapısına dayandı, ne diyor şu Kant! Bir davaya inanmak, bir de arkadaşlarına inanmak büyük beladır. Benim hayatım sırf benim annem desin ki Sarkis’in arkadaşları iyidir diye harap oldu. Anneme göre Kawacılar iyidir. İşte sırf annem yüzünden bende kendimi tartışmaların ortasında buldum. Kant tartıştı, benden bel aldı, askeri gücüne döndüm, o laf söylüyor, yazı yazıyor, ama beni dövüyorlar. Boş yere bir sürü düşman edindik. Arthur Schopenhauer diş biledi, tabii ben varım, pek gücü yetmedi, talebelerini kışkırttı: Nietzsche, akıl yerine “güç” dedi, “güç istenci…” Güç nedir ki? Güç yapılan işin türevidir: P ifadesi güç, W ifadesi iş ve t ise zamandır.
Tabii biz bunlara güldük, derdimiz insanlıktı, derdimiz, insanın kendi aklıyla düşünme cesareti göstermesiydi. Zaman akılla birleşince, üstesinden gelinmeyecek bir şey yoktu. Artık şehir bizim kalemizdi. Aydınlanmıştık. Kele gider, şehir gitmezdi. Şehrini bir kez terk edenler yenilirdi. Biz terk etmeyecektik. Yalnızca bir kez, o da son kez, Prusya Şövalyesi Von Hülsen, Kant’a biraz ekonomik katkıda bulunduğu için Arnsberg’deki şatosuna gittik. Orası uzak değildi, Samsat -Adıyaman arası ya var ya yoktu. Atla, yedi saatte gittik, birkaç gün kaldık. Bizim için bir balerin çağırdı. Balerinin üstünde pembe tüllü, gül çelenkli bir elbise vardı. Ne ben ne Kant gözlerimizi kaldırmadık, aile terbiyesi nedir bilen adamlardık. Dans etmedik. Hülsen, sonraki gün çok ısrar etti, “ava çıkalım” dedi, bunu kabul etmedik. Çok yedik, erken uyuduk. O gece bir rüya gördüm, Hülsen, bir av partisinde ölüyordu, öyle de oldu…
Başka bir şey de oldu. Pek bakmamış olsak da içimize aşk kıvılcımı doğdu, durduramaz kimse. Geri döndüğümüzde bir de buna köprüler eklendi. Hiç konuşmadan köprülerle ilgili masallar uydurduk; yedi köprümüz vardı, demirciler de demir tavına geliyordu, bağlantıda iş tamamdı, yeşilde muradımıza eriyorduk, tahta suya baktığımız yerdi, yüksekten herkese şöyle bir huzur ve mutluluk dağıtıyorduk, balda, ballanıyorduk, tüccarda hesap kitap yapıyorduk. Kimse bu köprülere büyük felsefe yüklemesin. Bu kadardı. Her bir köprü, gelip kalbimizde asıl anlamını buluyordu. O gün geldi, Kant’ın kalbi ateş gibi yandı, dudakları, elleri, gözleri titredi. Sanırsın kör bir attır, içi yandıkça, kendini kayalıklara vurdukça gözleri açılacaktır.
O sene, Wesfelyalı genç bir kız geldi. Adı bile insana huzur veriyordu. Hangi köprüden yürüse, o köprünün altındaki su, sanki onun adına akıyor, caddeler onun adıyla anılıyor. O zaman çet yok, görüntülü görüşme yok. Bir tek mektuplaşma var ki o da bir dost olmasa Kant mektup yazamıyor. Ketum. “Kadınların ruhundan anlarım” diye bir gece bana geldi. Dedim kent felsefesinden başlayalım anlatmaya. Bir de kızın bir kardeşi var, bir yolunu bulup onunla arkadaş olalım, amaç bilgi edinmek, ne yer, ne içer, babası kim, annesi kimlerden, ne okur, ne okumaz, çaldığı bir müzik aleti var mı? Çehov beni dinledi, dedim ona, yaşlı bir adamın genç eşini tavlamanın yolu kocasından geçer. Kadına asla yüz vermeyeceksin ama kocasına ha bire kadını öveceksin, kadına değil, kocasına, şu kekleri yiyen ölmez diyeceksin. Erkek kardeş bu iş için biçilmiş kaftan, evde, ha bire bizi anlatacaktır; anne baba, merak edecek, bizi yemeğe çağıracak. Topkapı’daki eski defineciler hep bunu yapardı, harita satarlardı, herkese mezarlık kazdırır, kendileri surlara dalardı; derdimiz mezarlık, büyükçe bir aşk destanı değil, derdimiz surlara bayrağımızı dikmek, mürüvvetimiz. Dinlemedi, dedi, ben mektup yazacağım? Neyle ilgili? Ahlakla, eğitimle ilgili…
Ben akıl verdikçe, o beni dinlemedi, bir ressam buldu, kızın resmini çizdirdi; resmin üstüne bir perde çekti. Ona baktı, yazdı… Helbert de yanıt verdi. Kız meğerki intiharın kıyısındadır ve bu intiharın neden kaynaklandığını düşünüyor hep. Bir de bir adama âşık olduğundan söz ediyor. Kant, benden yardım talep etti, yaz dedim, yazdı: Bizim ahlak teorimizde intihar diye bir şey yoktur. Kız yanıt verdi, dedi, “acı çektiğim için ölmem yanlış, varlığımdan dolayı yaşamam gerek.” Mektubu alınca sevindik, o gece bir köprüden diğerine koştuk, çocuklar gibi şendik. Bir de yardım istiyordu Kant’tan, “Ya beni suçlayın, ya da beni teselli edin…” İkinci mesele, kızın âşık olduğu adamdı. Soru da şuydu: Başkasından alacağımız mutluluk, bizi ne kadar mutlu edecektir. Herbert, başkasından ilgi bekliyor, sevgi bekliyor, yani dıştan bir şey istiyor… İkinci mektupta, ahlak yasalarından söz ediyor, bunlar diyor, “Prestijlerini günahın çekiciliğine borçlular.” Mektuplar, bitti, Kant, başkasını seven kadına âşık olmanın bedelini ödedi. Bundan sonra âşık olamayacaktı. Sekiz yıl sonra Herbert’in intihar ettiğini duyunca, yıkıldı. Kimileri evlen dedi, kimileri başka bir sevgili bul diye ısrar etti ama Kant, elini eteğini aşktan çekti. Kendini insanlığa verdi. Bütün kırgınlıkların nedeni savaştı. Barış yoksa insanlar hiçbir zaman bütünü göremezdi. Savaş insanı insanlıktan çıkartırdı, başka varlıklara dönüştürürdü. Çünkü insan amaçtı ve hiçbir insan amacına ulaşmak için araç olarak kullanılamazdı. Tam umudu kestiği zaman, yetiştim, dinlemedi ama yine de derdimi anlattım, dedim, şu idealizm dediğin, öze, köke ve ereğe dayanır; dedim, barış, yazgı olursa ancak sonuç elde edilir, gerisi laf kalabalığıdır; bunun için ahlak, doğallık, doğa gereklidir, insanlar inanmalıdır. Doğadan başla dedim. En büyük saat, en büyük saatçi odur, doğadır. Eğer doğa teminat verirse, barış olur. Doğa metafiziğimizdir, o bozulursa, barış olmaz. Nedir ki doğa? Dedim yazgıdır…
Aklıma Samsat geldi, dedim, Allah bir tek devleti olanları yaratmamıştır. Dağılmış olanların yurdu yok diye bir şey yoktur. Geçici bir tedbir değildir barış. Samimi olan elbette kazanır… Bunları dedim, daha da diyebilirdim: Yazgı, azmedenleri yürütür, ayak diretenleri sürükler.
Bana, sus dedi, yeter, aşklar da devletler gibidir, eğer biri diğerine ihanet ederse bir daha bir araya gelemezler. Kavga başladı. Bir ben söyledim, bir o söyledi, bazen birbirimizle aynı şeyleri söylesek bile, söyleyiş biçimimiz bizi birbirimizden ayırdı. Dedi, “Bir devlet iç hukuk sistemini, karışıklıklar yüzünden askıya alsa ya da sırf iç karışıklıklar yüzünden barışa yanaşsa, bundan bir başka devlet, komşu yararlanacaktır.” Ben ayağı kalktım, “dur” dedim, elimi masaya vurdum, artık kim elini masaya daha sert vurursa, sözü o alıyordu, ben de sertinden vurdum, “bak” dedim Kant, bak, sırf iç hukuktan, sırf komşu yararlanacak diye barıştan söz eden bir devlet maske takıyordur. İstiyorsan Devlet Bahçeli’ye sor. Adam diyor ki muhataplarıyla bu iş çözülecek, muhatap konuşacak. Devlet’ten söz edince Kant, yumuşadı, dedi, Sarkisim, “çok sayıda devletin olması, monarşi olmasından iyidir, federatif bir birlik söz konusu değilse devletlerin birbirine düşmanlığı zati her zaman kapıdadır, bunu da engelleyemez kimse…”
Dedim, ben saatçiyim, zamanı ve hayatı bilirim, barışmaktan çok, barışı ebedileştirmektir tek derdim, bunun için tek bir şey gereklidir: Hukuk. Bozuk saat için nasıl ki hüner önemli, bozuk düzen için hukuk gereklidir. O kafiyeli konuşuyor, ben sonu dır’la, dir’le biten uzun mu uzun cümleler kuruyorum, böylece haklı olduğumu ispata çalışıyorum.
Kalktım, Tevrat’ı açtım, dinlerin ve dillerin çokluğu yüzünden bir değil, birden çok evden, çatıdan söz ettim, “bu yüzden” dedim, insanlar dünyaya dağıldı, yoksa Babil çok güzeldi; biri asma bahçelerinden şıra süzüp pekmez yapıyordu, diğer biri üzümün suyunu demleyip şarap yapıyordu. Kant! Kimse kimsenin diline mecbur değildir, kimse kimsenin dinine mecbur değildir, biri diğerinin dilini öğrenirse erdemdir, yok eğer biri ille de benim dilim, benim dinim derse, o zaman bir araya gelemez kimse… Kan ve canın sahibi Allah’tır ama biri çıkıp Allah benim, senin kanın ve senin canın benimdir derse olmaz. Hem doğa insana akıl vermemiş midir? Akılla birlikte özgür irade vermemiş midir? Muhatap dediğimiz özgür olmadıktan sonra, nasıl iradesini konuşturabilir? Sen benim yerime ne kadar konuşabilirsin, ne kadar karar verebilirsin? Tut ki karar verdin, barışacağız dedin, barıştık ama şahit gerekli, sen söyledin, dedin, dünya barışı için garantör gerekli… Yani Kant’ım deyişim şu ki yetkin bir anayasanın yapılması başka devletlerle, ilkeli bir dış ilişki sorununa da bağlıdır, değil mi? Barışın belirleyeni, ben ve sen değilizdir, uluslararası hukuk, ulusal düzeyi belirler. Ben saatçiyim, köstek nedir bilmem, bu kadarını bilirim. Bilirsin uluslararası alanda sıkıntılar varsa, ulusal düzeyde sahici bir adalet ilkesine dayalı anayasal bir düzen inşa etmek çok zordur ve devletler uluslararası düzeyde hiçbir sınırlamayla karşılaşmadan istedikleri gibi davranmaya devam ederlerse savaş politikaları dünyada belirleyici olmaya devam edecektir. Bu durum ulusal düzeyde de barış ve adalet ortamının kurulmasına engel olur. Yani şu eş deyişle savaş politikaları dünyada belirleyici olmaya devam ederse, insanların yeteneklerini geliştirme, türsel olanaklarını gerçekleştirme hedefini hayata geçiremezler. Savaş insanlığın esenliği önündeki en büyük engeldir. Barış olmadan adalet olmaz. Önce, özgürlük, barış, ardından adalet, anayasa… Olmaz mı?
Durmadım, konuştum, bildim bu son sohbetimizdir. Durmasam ortaya kendini Ali Saip atacaktır. Kant, büyük bir laf etti, dedi, “barış umut felsefesidir, aşıdır, umudun aşılaması gerekir, yoksa çürür… Ben toplumlardaki antogonizmden söz ettim. “Çatışma insanın toplumdışı toplumsallığıdır” dedim. Nedeni şu: İnsan bir yandan toplumsallaşma eğilimi içindedir, diğer yandan kendisini diğerlerinden ya da bütünden ayrı kılma eğilimindedir. Birlikte olmakla farklı olmak arasındaki dikotomi, doğanın insandaki yeteneklerin gelişimi için kullandığı araçtır. Kant dayanamadı, araya girdi. Kısık ses tonuyla “Sarkisim” dedi, “çatışmalı birliktelik içinde yaşayan insanların bir arada yaşayabilmeleri için hangi temel problemi çözmeleri gerekir?” Ha şöyle dedim, yanaş, kıyıya gel, Samsat’a gel. Anlattım, dedim, “İnsanlar için en büyük sorun, evrensel adalet yaptırımını uygulayacak bir yurttaşlar toplumuna ulaşmaktır. Yani, adalet. Yani çatışmalı birliktelik ancak adalet ideası ekseninde anayasal bir düzlemde örgütlenirse sürdürülebilir bir yaşam inşa edilebilir. Yani devletin anayasası cumhuriyetçi olmalıdır. Yani, yurttaşlar toplumunun yöneticisi olacak mı, eğer olacaklarsa, egemenle topluluk arasındaki ilişki nasıl kurulacak? Yani, adalet, yani barış olmadan adalet olmaz. Yani adalet olmadan evrensel geçerliliğe sahip bir anayasal düzenleme yapılamayacağından asla dünya yurttaşlığına yönelik amaç gerçekleştirilemez. Yoksa dünya bizi kovar.”
Yani’ler arttıkça Kant’ın beynine kan sıçradı. Kalktı gitti. Kızdı, beni dinlemedi. İki gün sonra Fredric Jameson yanıma geldi. “Kant bozuk atıyor” dedim, “küstü, beni de dinlemedi. Ben saatçiyim, ben üniversite kardinali değilim. Sorun savaş, sözüm barışsa, benim elimden ne gelir ki…” Jameson, alttan aldı, “çocukluk arkadaşınız” dedi. Onun da şikayetçi olduğu bir iki şey vardı, dedi, “deneyimlerin konumlandırılması…” Doğru söze ne demeli, bunca savaş, bunca çatışma yaşamıştı büyük insanlık, herkes kendi ölüsünün kanının pekmezliğinden söz ediyordu. Çok şeyler yaşamıştık, çok şeyler öğrenmiştik ama hiçbirini konumlandırmamıştık. Bu, şu demekti, hiçbir şey öğrenmedik: Savaşları çıkartanlar, gerçekte hiç yaşamamışlar, bir şey anlamamışlar ki durmadan savaşlar çıkartıyorlar. Barışı unuturmuşlar. Deneyim değerini kaybetti. Kaybettiklerimizle ne yapacağız, kaybettiklerimizi nasıl, nerde bulacağız. İdeolojik çıkarların kibrine boyun eğerek, hatta boynumuzu kısaltarak, boyun eğerek mi yaşayacağız, yoksa bir dipnot mu olacağız yaşama? İkisini de terk etme şansımız var. Kayıplarımız, ilk başta Cumartesi Anneleri ve onların bizde bıraktığı bellek, kanın rengini sormadan, ölülere sahip çıkmak ve onların rahat uyumaları için başka mezarlar açmamak, olan mezar taşları kırmamak.
Jameson, kalktı. Ben de Samsat’a döndüm. Eylül’dü, ortalık şendi, kelekle Halfeti’ye gittik. Fıstık zamanı cimri olur buralar. Bir kahvede oturdum. Birkaç genç bir kitabı yüksek sesle okuyorlar. Sözler yabancı değildi. Sanki ben konuşuyordum. Gençlerin yanına gittim, baktım, kitabın adı Ebedi Barış, yazarı Kant…