Krizlerin normalleştiği bir dünyada 2025’ten kalanlar
Yıldız Önen 29 Aralık 2025

Krizlerin normalleştiği bir dünyada 2025’ten kalanlar

Uluslararası sistem uzun süredir çoklu krizlerle tanımlanıyor. Ancak artık krizlerin kendisi değil, bu krizlerle yaşama biçimi sıradanlaşmış durumda. Savaşlar, ekonomik daralma, otoriterleşme ve kitlesel yerinden edilmeler geçici istisnalar olmaktan çıktı, küresel siyasetin kalıcı unsurlarına dönüştü. Çoklu kriz kavramı bir süredir dolaşımdaydı, fakat bu tablo ilk kez bu kadar iç içe ve eşzamanlı biçimde yaşanıyor. Küresel kapitalizmin eşitsizlik üreten yapısı derinleşirken, demokratik kurumlar bu baskıyı dengeleme kapasitesini büyük ölçüde yitirmiş görünüyor. Güvenlik ve istikrar söylemleri siyasal alanın merkezine yerleşiyor; seçimler ise bu yönelimi frenleyen değil, çoğu zaman onaylayan araçlara dönüşüyor.

Bu dönemi ayırt edici kılan unsurlardan biri, gücün artık normlar ve kurumlar üzerinden değil, doğrudan çıkar ilişkileri üzerinden kullanılması. Uluslararası hukuk, insan hakları rejimi ve çok taraflı mekanizmalar geri çekilirken, büyük aktörler krizleri yönetmekten ziyade onları pazarlık unsuru haline getiriyor. Küresel siyaset, farklı coğrafyalarda benzer yöntemlerle ilerliyor.

Bu dönemi ayırt edici kılan bir başka başlık ise ekonomi ile jeopolitiğin giderek daha iç içe geçmesi oldu. Ülkeler, ekonomik bağları ve küresel tedarik zincirlerindeki kırılganlıkları yalnızca bir risk alanı olarak değil, doğrudan bir baskı ve pazarlık aracı olarak kullanmaya başladı. Çin, yüksek teknolojili üretimden savunma sanayine kadar pek çok alanda kritik öneme sahip nadir toprak elementlerinin tedarik ve işleme kapasitesini ihracat kısıtlamalarıyla kontrol altına alırken, bu kapasiteyi açık bir jeoekonomik koz haline getirdi.

ABD ise müttefiklerinin güvenlik şemsiyesi, teknoloji ve pazar erişimi konularındaki bağımlılığını ticaret ve gümrük başlıklarında taviz koparmak için devreye soktu. Uzun yıllar boyunca küresel tedarik zincirlerinin açıklığına ve karşılıklı bağımlılığa güvenen ülkeler, bu yeni jeopolitik/ekonomi döneminde kendilerini giderek daha kırılgan buluyor. Bu nedenle birçok ülke, kendi egemenlik kapasitelerini artırmaya ve dışa bağımlılığı azaltmaya yöneliyor. Ancak bu yönelimin, önümüzdeki dönemde yeni sürtüşme ve gerilim alanları üretmesi şaşırtıcı olmayacak.

Trump’ın ikinci dönemi ve güç siyaseti

Bu tablonun merkezinde, Trump’ın ikinci başkanlık döneminde izlediği politika yer alıyor. Trump yönetimi, uluslararası ilişkileri uzun vadeli ittifaklar ya da kurumsal dengeler üzerinden değil, anlık çıkar hesapları ve doğrudan pazarlıklar üzerinden yürütmeyi tercih etti. Bu stratejinin en büyük kazananı Trump ve ailesi oldu. The Newyorker web sitesindeki “The Year in Trump Cashing In-Trump’ın para kazandığı yıl” yazısında John Cassidy bunu ayrıntılarıyla anlatıyor.

Trump yönetimi, 2025 yılı boyunca dış politikayı bir emlak müzakeresine indirgedi. Bu yaklaşım, en görünür biçimini ABD ile Çin arasındaki ticaret ilişkilerinde aldı. Yılın ilk aylarında Washington, Çin menşeli ürünlere uygulanan gümrük tarifelerini hızla artırdı; bazı kalemlerde oranlar yüzde 125’e kadar çıktı. Bu adımlar küresel piyasalarda dalgalanmaya yol açarken, ABD iç ekonomisinde de maliyet tartışmalarını beraberinde getirdi. Sonra birden Trump, APEC Zirvesi sırasında Çin Devlet Başkanı ile bir araya geldi. Görüşmenin ardından tarifelerin bir yıllığına yeni artışlar olmaksızın dondurulması ve ticari ilişkilerin görüşmeler ile sürdürülmesi konusunda mutabakata varıldığı açıklandı. İki ülke arasında ekonomik gerilim devam ediyor ama Trump bir süreliğine bu çatışmayı durdurup “savaşları bitiren lider” olmaya çalışıyor.

Savaşları bitiren(meyen) lider!

Bu barış arabuluculuğunun en gösterişlisi, tabi ki Rusya’nın Ukrayna’yı işgali konusunda olacaktı. Trump iktidarının ilk aylarından itibaren Washington, Kiev’e sağlanan askeri ve mali desteğin kapsamını gözden geçireceğini açık biçimde dile getirdi. Mart ve Nisan aylarında ABD Kongresi’nden geçen yardım paketleri önceki yıllara kıyasla daha sınırlı tutulurken, Trump yönetimi savaşın uzamasına ilişkin maliyet vurgusunu öne çıkardı. Sonbaharda Rusya-Ukrayna savaşının geleceğine ilişkin farklı barış anlaşması taslakları gündeme geldi. Bu taslaklarda ateşkesin mevcut cephe hatları üzerinden sağlanması, bazı bölgelerde askerden arındırılmış tampon alanlar oluşturulması ve Ukrayna’nın güvenlik garantilerinin uluslararası mekanizmalarla desteklenmesi gibi başlıklar yer aldı. ABD’nin başlattığı bu anlaşma taslaklarında Rusya’nın lehine maddeler AB’de tartışma yarattı. Zelensky AB liderleriyle görüşerek, onlardan destek alarak, yenilenmiş planı görüşmek için bu hafta Trump ile görüşmeye gidiyor.

Trump’ın övündüğü ateşkes Gazze’de imzalandı. Ekim başında Trump’ın arabuluculuğunda İsrail ile Hamas, barış planının ilk aşaması olarak nitelenen ateşkes ve rehine değişimi konusunda anlaşmaya vardı. Arap ve İslam ülkeleri, Trump’ın planını desteklediklerini belirten ortak açıklamalar ve ateşkesin genişletilmesi için uluslararası desteğe vurgu yaptılar. Ancak İsrail hem ateşkesi ihlal etmeye devam ediyor, hem de Batı Şeria’da yerleşimcilere yeni yerler vaat etmeye devam ediyor. Bu yıl İsrail’de yapılacak seçimler barış anlaşmasının geleceğini belirleyecek.

Üçüncüsü de Suriye’de istikrar ve refah sağlamak olacaktı. Şara ile baş başa görüşmeler, Şara’nın BM’de konuşturulması ve Sezar yaptırımlarının kaldırılması, hep Trump döneminin ürünleri. Bütün bunlara rağmen 61 yıl süren Baas rejiminin çökmesinin ardından Suriye’de güvenlik, hukukun üstünlüğü ve toplumsal barış arayışları beklenen hız ve kapsamda ilerlemedi. Mart 2025’te Suriye Demokratik Güçleri ile Şam hükümeti arasında siyasi katılımı ve askerî entegrasyonu içeren bir mutabakat imzalandı, ancak anlaşma hala somut bir hale getirilemedi. Bu gelişmeler sürecin belirsizliklerle yüklü olduğunu gösterirken, ülkede farklı toplumsal kesimlerin güvenlik endişeleri ve siyasi talepleri de gündemdeki yerini korudu.

Ukrayna, Gazze ve Suriye’deki savaşlar durdurulmaya çalışılırken, ABD yönünü Latin Amerika’ya çevirdi. Latin Amerika’da 2025, seçim sonuçlarıyla birlikte sağın belirgin biçimde güç kazandığı bir yıl olarak kayda geçti. Arjantin’de Javier Milei yönetiminin sağcı uygulamaları, bölge siyasetinin referans noktalarından biri haline geldi. Devletin küçültülmesi, sosyal harcamaların kısılması ve güvenlik aygıtının güçlendirilmesi, başka ülkelerdeki sağcı aktörler tarafından da yakından takip edildi. Şili, Peru ve Ekvador gibi ülkelerde yapılan seçimlerde de benzer söylemlerin etkili olduğu görüldü.

Sağ partiler, mevcut sorunların kaynağını devlet kapasitesinin zayıflığı ve siyasal istikrarsızlık olarak tanımladı. Bu tabloyu belirleyen unsurlardan biri de ABD ile ilişkiler oldu. Trump’ın ikinci döneminde Washington’un Latin Amerika’ya yönelik dili sertleşirken, bölge ülkeleriyle ilişkiler güvenlik, enerji ve göç başlıkları üzerinden yeniden kuruldu. ABD yönetimi yıl içinde Caracas’a yönelik ekonomik ve diplomatik baskıları artırırken, sınır bölgelerinde yürütülen askeri tatbikatlar ve sert açıklamalar, Venezuela’ya yönelik müdahale tartışmalarını yeniden gündeme taşıdı. ABD ile uyumlu hareket etme vaadi, bazı sağcı hükümetler için önemli bir dış politika argümanı haline geldi.

Direniş, göç ve dayanışma

Devletler arası güç mücadeleleri küresel siyasetin görünen yüzünü oluştururken, aynı dönemde aşağıdan yukarıya doğru işleyen başka bir hareketlilik de dikkat çekti. Göç, yerinden edilme ve yoksullaşma; milyonlarca insan için zorunlu bir yaşam biçimine dönüştü. Sınırların sertleştiği, rejimlerin daha kapalı hale geldiği bir dünyada insanlar hareket etmeye, hayatta kalmaya ve seslerini duyurmaya çalıştı.

Mülteciler ve göçmenler, yalnızca mağduriyetleriyle değil, kurdukları dayanışma ağlarıyla da siyasal alanın parçası oldu. Gazze için dünyanın dört bir yanında düzenlenen kitlesel eylemler, mülteci hakları etrafında kurulan ulusötesi ağlar ve emek hareketlerinin sınır aşan talepleri, küresel siyasetin yalnızca liderler ve devletler üzerinden okunamayacağını bir kez daha gösterdi.

Afrika’da son iki yılda Kenya, Tanzanya ve Madagaskar’da Z kuşağının öncülüğünde gelişen protestolar, köklü elitlere, hileli seçimlere ve derinleşen eşitsizliklere karşı birikmiş hoşnutsuzluğu görünür kıldı. Genç kuşakların kamu denetimi ve siyasal hesap verebilirlik talepleri, önümüzdeki dönemde Etiyopya, Uganda ve Somali’de siyasetin seyrini etkileme potansiyeli taşıyor. Küresel siyasetin gidişatı, yalnızca büyük güçlerin hamleleriyle değil, bu aşağıdan gelen itirazların nasıl karşılık bulacağıyla da belirlenecek.

Bugün dünya siyaseti, tekil krizler üzerinden değil, birbirine eklemlenen uzun süreçler üzerinden ilerliyor. Ticaret savaşları, silahlı çatışmalar, ateşkesler, seçimler ve göç hareketleri aynı hikâyenin parçaları haline gelmiş durumda. Belirsizlik ortadan kalkmış değil, aksine kalıcılaşıyor. Ancak bu tablo yalnızca güç merkezlerinin hamlelerinden ibaret değil. Aşağıdan gelen itirazlar, dayanışma pratikleri ve toplumsal hareketlilik, küresel siyasetin tek yönlü olmadığını hatırlatıyor. Önümüzdeki dönemin nasıl şekilleneceği, bu iki hattın hangi noktalarda kesişeceğine bağlı olacak.

* ilketv.com.tr’de yayımlanan yazılar, yazarların görüşlerini yansıtmaktadır. Yazılar İlke TV’nin kurumsal bakışıyla örtüşmeyebilir. Yazıların tüm hukuki sorumluluğu yazarlarına aittir.