Kürt barışında eşit yurttaşlık mümkün mü?
Cegerxwîn Polat 15 Aralık 2025

Kürt barışında eşit yurttaşlık mümkün mü?

Göz hizasında muhataplık, kişisel ilişkilerde olduğu gibi toplumsal ilişkilerde de belirleyicidir ve eşitliğin asgari koşuludur. Ancak bu hizayı yakalamaya çalışan açısından ciddi dezavantajlar vardır. En önemlisi, karşı tarafın bu eşitliğe hazır olmamasıdır.

Kürt barışı tartışmalarında Kürtlerin hukuki tanınma talebine verilen sert tepkiler bu bağlamda okunabilir. Bu tepkiler yalnızca siyasal bir itiraz değil, Cumhuriyet tarihi boyunca inşa edilmiş tekil ulus anlatısının sarsılma ihtimaline karşı geliştirilen bir savunma refleksidir. Türklük, kendisini kurucu ve tartışılmaz özne olarak tanımladığı ölçüde Kürt meselesini bir hak sorunu olarak değil, varoluşsal bir tehdit olarak algılar.

Psikodinamik literatürde narsistik kırılma, benliğin kendisi hakkında kurduğu ideal anlatının gerçeklikle temas ettiğinde sarsılması anlamına gelir. Bu kavram bireysel düzeyle sınırlı değildir; tarihsel ve siyasal kimlikler de benzer savunma mekanizmalarıyla işler.

Narsistik kırılma, İstanbul’da bir metro asansörü önünde, Kürt olduğunu söyleyen bir yurttaşa “Türkiye’de yaşayan herkes Türk’tür, o zaman s… git Suriye’ye” diye bağıran kadının cinnet hâlini açıklar. Burada yalnızca bireysel bir öfke değil, kolektif bir ruh hâli açığa çıkar. Irkçılık bu tabloyu açıklamak için çoğu zaman yetersiz kalır.

Türklük anlatısı, Kürtlerin hukuki tanınma talebini bir hak genişlemesi olarak değil, bir benlik kaybı olarak algılamaktadır. Bu algı; inkâr, öfke ve meseleyi güvenlik ya da bölünme söylemine çekme gibi savunma refleksleri üretir.

Türklük: Sert bir ulusal kabuk

Türkiye Cumhuriyeti, imparatorluk kaybının ardından kurulan travmatik bir ulus-devlet deneyimidir. Bu travma, çoğulcu ve esnek bir yurttaşlık anlayışı yerine kendisini sürekli tehdit altında hisseden sert bir ulusal kabuk yaratmıştır. Türklük, zamanla yalnızca hukuki bir kimlik olmaktan çıkmış, eleştirilemez ve tartışılamaz bir kurucu özneye dönüşmüştür.

Kürt meselesi, Türklüğün karşısına çıkan dışsal bir “tehdit” değildir. Aksine, bastırılmış çoğullukla ve eksik bırakılmış bir kimlik anlatısıyla yüzleşmeyi zorlayan bir ayna işlevi görür.

Ulusalcı Kemalist itirazların sertliği bu kırılganlığın en açık göstergelerindendir. Kürtlerin anayasal ya da hukuki olarak tanınması sıklıkla “ülkenin bölünmesi” tehdidiyle karşılanır. Oysa burada tehdit altında olan coğrafi bütünlükten çok, Türklüğün kendisini tek ve tartışılamaz özne olarak kurduğu ulusal anlatıdır.

Solun kaçtığı yüzleşme

Türkiye sol hareketi de bu yüzleşmeden bütünüyle muaf değildir. Kürtlerin taleplerinin “önce sınıf mücadelesi” gerekçesiyle ertelenmesi her zaman teorik bir Marksizm savunusu olarak okunamaz. Bu tutum çoğu zaman solun Cumhuriyetin ulusal-Kemalist kurucu kimliğiyle arasına yeterli mesafe koyamamasının bir sonucudur.

Bu bağlamda sınıf vurgusu, kimi zaman gerçek bir eşitlik programından çok kimliksel bir yüzleşmeden kaçınmanın ideolojik dili hâline gelir. Öcalan’ın son dönemdeki Marksizm eleştirilerine verilen sert tepkiler de yalnızca teorik bir tartışma olarak ele alınamaz. Bu çıkışlar, Kürt siyasal hareketinin uzun yıllar boyunca ikincil ve ertelenebilir görüldüğü bir tarihsel gerilimin yansımasıdır.

Kürtlerin hukuki olarak tanınması Türklüğün yok oluşu anlamına gelmez. Aksine bu adım, Türklüğün sert ve kırılgan kabuğunun yumuşaması ve eşit yurttaşlık temelinde yeniden tanımlanmasıdır. Asıl mesele, Türklüğün tekil kurucu özne olmaktan çıkıp eşit öznelerden biri olmayı kabul edip edemeyeceğidir.

Bu nedenle Kürt meselesinin çözümü yalnızca Kürtlerin değil, Türkiye’nin ve Türk kimliğinin de demokratikleşmesi anlamına gelir,  başka bir deyişle bu mesele herkesin meselesidir.

Barışın hukuku var mı?

Siyaset, gerçeğin tarifiyle yolunu bulabilir. Ancak belirsizlik rejimlerinde gerçekle kurulan ilişki, iktidara sağladığı fayda ölçüsünde değer kazanır. Hukuk ise, siyasetin mümkün olmadığı koşullarda iktidarın doğrudan aracına dönüşür.

PKK’nin feshi sonrasında gündeme gelen “geçiş dönemi hukuku” tartışmalarının sahiciliği bu nedenle risklidir. Barış yalnızca çatışmanın yokluğu değil, adaletin tesisini de içermelidir. Adalet ise yalnızca hukukla tarif edilemez.

Hukuk normatif ölçütler belirler ve düzen kurmayı hedefler. Aynı zamanda ilerlemeye imkân tanımalı ve kamusal alan açmalıdır. Otoriter rejimlerin hukuku aşırı kullanımı ya da içini boşaltması karşısında hukukun yeniden tesisi temel bir mücadele alanıdır.

Geçiş dönemi hukuku yalnızca yazılı bir metin olarak değil, adaletin tesisini mümkün kılacak bir süreç olarak görülmelidir. Sürecin teknik ölçütlerinin yanı sıra toplumsal algısı, duygusal onarım kapasitesi ve tarafların ihtiyaçlarını karşılayıp karşılamadığı da dikkate alınmalıdır.

Normatif hukuk barışı tek başına kurmaya yetmez, ancak barışın sonucu olabilir. Hukuk iktidarın aparatı hâline gelse bile adalet arayışı ortadan kalkmaz. Halkların ve ezilenlerin mücadele tarihi bunu defalarca göstermiştir.

Bugün geçiş dönemi hukuku çoğu zaman PKK’nin feshi sonrası teknik kuralların belirlenmesine indirgenmektedir. Oysa gerçek barış yapısal dönüşüm gerektirir. Teknik maddeler bu ihtiyacı karşılamaz.

Yurttaşlık kavramının yeniden tanımlanması bu dönüşümün ilk adımı olmalıdır. Etnisiteye, dile ya da dinsel imalara yaslanan her tanım yeni bir hegemonya üretir. Bu nedenle devlet-ulus fikrinden devlet-toplum fikrine geçilmesi gerekir.

Sihirli formül yok, sabır var

Her etnik ve kimlik temelli çatışma kendine özgüdür. Buna rağmen dünya deneyimleri önemli dersler sunar. Güney Afrika, İRA, Bask, Katalan ve FARC süreçleri barışın sabır ve cesaret gerektirdiğini gösterir.

Son bir yıl içinde yeterli ilerleme sağlanmadığı yönündeki değerlendirmeler anlaşılır olsa da aceleci ve indirgemeci olabilir.

Diğer deneyimlerin ortak dersi açıktır: Barış, hızlı değil; sebatla kurulur.

* ilketv.com.tr’de yayımlanan yazılar, yazarların görüşlerini yansıtmaktadır. Yazılar İlke TV’nin kurumsal bakışıyla örtüşmeyebilir. Yazıların tüm hukuki sorumluluğu yazarlarına aittir.